İcra ve İflas dairelerinin yapmış oldukları eylem ve işlemler şüphesiz ki Anayasal sınırlar içinde Hukuk Devleti ilkesinin kamusal bir görünümü olarak yargı faaliyeti tesis eden bir kurum olduğu, bu yönüyle icra ve iflas müdürlüklerince tesis edilen işlemler hakkında, kanunun hallini mahkemeye bıraktığı hususlar müstesna olmak üzere icra ve iflas dairelerinin yaptığı işlemler hakkında kanuna muhalif olmasından veya hadiseye uygun bulunmamasından dolayı icra mahkemesine şikayet olunabilir, demek suretiyle dairece verilen kararların yargı denetimi altında olduğu ve yargısal bir faaliyete bütünlük arz etmek adına teşkilatlandırıldığı açıktır.

İcra ve İflas daireleri, hukuk mahkemelerinin usulü dairesinde vermiş oldukları kararların infazı için bağımsız olarak kurulan ve yargısal faaliyetlerin devamlılığı adına kanun hükmü ile kurulan müstesna bir kurum olmak ile birlikte bu daireler faaliyetlerini sürdürür iken yaptıkları her iş için ayrı bir tutanak düzenlemek ve verdikleri kararları gerekçeli olarak tutanaklara yazmak zorundadırlar.

O halde icra ve iflas müdürlüklerince tutanak altına alınarak gerekçelendirilen tüm işlemlerde verilen kararların en başta İcra ve İflas Kanunu olmak üzere işin konusu gereğince diğer yasa maddeleri ve hukukun en temel kaynağı olan Anayasa ile bağdaşmayacak hükümlerin, icra dairelerince verilecek kararların gerekçesine konulması düşünülemez.

Öğretide temel olarak yorum çeşitleri ; yasama yorumu, yargısal yorum, bilimsel yorum olarak el alınmakla birlikte, yasa hükümlerinin somut uyuşmazlığa uygulanmasında yargısal yorumun uygulayıcıların büyük bir kısmı tarafından kullanıldığı ancak bu yorumun somut uyuşmazlıklara uygulanması gereken kuralın önüne geçerek kanun hükmünün uygulanmasından, yorumun daha üstün gelmesi önemli ölçüde hak kayıplarına sebebiyet verdiği görülmektedir.

Nitekim yasa koyucu, doğrudan doğruya; ülkeye milyonlarca lira katma değer sağlayan bir şirketin borçluluğundan, bir emeklinin yahut bir çiftçinin borçlanması sonrasında icra takip hukuku işlemleri kapsamında çok geniş bir gamda karar merciine yorum yapma imkanı tanıması, ağır işleyen hukuki süreçlerin daha da uzamasına neden olarak keyfiliğin önüne açan bir durum ile tüm dosya taraflarının sıhhatini ağır etki altına alan uygulamaların yaşanmasına neden olmaktadır.

Yasanın, taşınır ve taşınmaz malların haczi başlığı altında düzenlenen kısmında; “borçlunun mallarından ancak alacağın ana para, faiz ve takip giderlerini karşılayacak kadarının haczedilmesi” ile aynı maddenin son fıkrasında “haczi koyan memur borçlu ile alacaklının menfaatlerini mümkün olduğu kadar telif etmekle mükelleftir” denilmek suretiyle borçlu ile alacaklı arasında icra memurunun hukuka uygun bir denge oluşturması gerektiği hüküm altına alınmıştır. Tam olarak icra memuru burada yani icra ve iflas yasasının kalbi niteliğindeki haciz safhasında bir denge unsuru olduğunu bir an unutarak hareket etmesi yaptığı eylem ve işlemlerde ölçülülük ilkesini zedelemesi halinde Anayasanın 13. madde düzenlemesinde yer alan; “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” maddesine aykırılık teşkil etmekte, bu bağlamda icra memurunun başta taraf menfaatlerini gözetmeden hareket etmesi sonrasında ölçülülükte sınırı anlatılmaya çalışıldığı hali ile aşması haczi uygulayanın muhakkak ki sorumluluğunu doğurur.

Nitekim icra ve iflas yasası bir kül halinde değerlendirildiğinde kanun koyucu tarafından takip konusu tarafların; borçlu, alacaklı ve üçüncü şahısların hak ve menfaatlerinin her nispette koruma altına alındığı ancak uygulamadan kaynaklanan bir takım problemlere sebebiyet verildiği anlaşılmaktadır. Özellikle yasanın dördüncü bap ikinci kısmı altında düzenleme altına alınan İ.İ.K 78-105 maddeler arasında haciz ile başlayan ve borç ödemeden aciz vesikası ile tamamlanan bölümünde yer alan ve icra müdürüne çok geniş anlamda takdir yetkisi tanıyarak uygulayıcıları çalışamaz hale getiren kısmın kanun koyucu tarafından yeniden gözetilmesi ve pratik uygulamalarda daha efektif sonuçların alınabileceği bir halin esas alınarak yasa metninde düzenleme yapılması kaçınılmazdır.

Sonuç itibariyle, kanunun hallini müstesna saydığı durumlar dışında (örneğin, İ.İ.K 82/3 md. uygulamasında olduğu üzere) fiili anlamda icra ve iflas uygulayıcılarına en geniş ölçüde takdir yetkisi tanımak, uygulama birliğini temelden sarsmakta, bırakınız farklı yer icra daireleri bir yana dursun aynı karar vericinin aynı konu hakkında birden fazla şekilde farklı farklı kararlar verdiği somut uygulamalar ile ortadadır. Temel icra ve iflas uygulamalarından çok uzakta sadece akademik saik ile yazılan ve icra müdürünün takdir yetkisini neredeyse kanunu aşacak şekilde gerekliliğini savunarak modern dünya gereksinimlerine ayak uydurmak adına icra müdürünün takdir yetkisinin arttırılması görüşüne kesinlikle katılmadığımızı, değişen tüm süreçler karşısında kanun koyucunun bir yasa düzenlemesi ile bu gereksinimlerin tesis etmesinin, Anayasa’nın 2. maddesi ile de büyük bir uyum içerisinde olacağı yine icra ve iflas dairelerinde karar verilir iken 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununda, kanun metninden açıkça anlaşılan kısımların farklı anlamlar içermeyecek şekilde yasa koyucunun kanun metni ile söylemeye çalıştığı olguya denk düşecek şekilde takdir yetkisinin sınırlandırılmasının pozitif hukuk kuralları ile bağdaşarak bir bütünlük arz edeceğini düşünmekteyiz.

Mustafa Zafer

İcra ve İflas Müdürü