Küçücük bir yavrunun, o kısacık hayatının, bir deniz kıyısında sahipsizce kıvrılan bedeninin ya de sessizce verilen diğer nefeslerin, yaşanamamış hayatların, gerçekleşmemiş hayallerin bana hatırlattığı gelip geçer bir acıyla yazmaya başlamadım ben bu yazıyı. Göç İdaresinde tanıştığım mazlum kadınların o acı hallerinden etkilendiğim için de yazmıyorum. Empati kurabilmek ya da biraz da halden anlamaya çalışmak da değil niyetim. Sadece ve sadece tek bir isteğim var bu yazıyı yazmakta; ne olur, kendinize de onlara da biraz saygı gösterin, vazgeçin teklikten ve bir olun herkesle ve de herşeyle, umursayın ufacık bir yardım çığlığını, özellikle de kendi kalbinizden yükselmekte olanı…

İnsan haklarına saygı anlayışı temelinde, Avrupa'da ortak ve sürdürülebilir bir demokratik düzen oluşturma hedefiyle kurulan Avrupa Konseyi Statüsünü 1949 yılında kabul ederek kurucu üyeler arasına katılmıştı Ülkemiz ve bu kapsamda 1950'de imzaladığı sözleşmeyi 10 Mart 1954'te onaylayarak iç hukukunun parçası haline getirmiş, 28 Ocak 1987'de ise bireysel başvuru hakkını tanıyarak Sözleşme ile oluşturulan denetim mekanizması altına girmişti.

Bu süreç boyunca ülkemizin insan hakları pratiğinde, bir takım yapısal ve tedavi edilmesi zor sorunlardan kaynaklanan sıkıntılar yaşadığı bilinen bir gerçektir. Temel hak ve özgürlüklerin korunarak geliştirilmesi idealine engel olan bu görünümün iyileştirilmesi, gerek yapısal gerekse uygulamadan kaynaklanan sorunların giderilmesini ve bu amaçla hukuki reform çabalarının kararlılıkla ve geri dönülmez bir şekilde sürdürülmesini zorunlu kılmaktadır.

Bugün farklı bir zaman diliminde yaşamaktayız. Bilginin iletişim yoluyla anlık bir hızla yayıldığı ve bu itibarla hiçbir bireysel trajedinin gözardı edilemediği zamanımızda, temel hak ve özgürlüklere ilişkin konuların, devletlerin egemenlik alanından çıkışına, küresel ve bölgesel düzeyde sorumluluklara bağlanışına tanık olmaktayız. Çünkü günümüzde, yaşanan neredeyse her türlü eylem ve durum, geleneksel ve sosyal medya yoluyla tüm dünyanın bilgisine sunulmaktadır ve devletler söz konusu vakalarda insan haklarının en üst düzeyde koruduklarını dünyaya göstermek durumunda kalmaktadır.

Avrupa Konseyi'nin üyesi olan ülkemiz de Konsey belgeleriyle oluşturulan güçlü ve etkin bir koruma sistemine dahil olarak, insan haklarının en üst düzeyde korunması ve geliştirilmesine yönelik hedefere ulaşma iradesini birçok kez teyit etmiştir. Yine de günümüzdeki konumumuzu ortaya koyduğumuzda gerek kurumsal gerekse insani unsurlar dikkate alındığında çok da ileri bir seviyede olduğumuzu söylemek çok zor olacaktır. Uygulama alanında da karşılaştığımız olağanüstü durumlarda gösterdiğimiz vicdanlı tutum ve insan haklarına saygıyı temel alan irademiz umarım gün geçtikçe daha da güçlü bir şekilde devam edecektir.

Bu husustaki isteğe karşın günümüzde halen dünyanın neresinde ve sebebi her ne olursa olsun göç etme iradesinde bulunan ve ülkesinden ayrılıp yeni hayatlar hayaline ulaşmayı arzu eden, savaştan, zulümden kaçan insanlara karşı gösterilen tutum hepimizi üzüntüye sevk etmektedir.

Sınır kapılarında ya da kapalı alanlarda günlerce ve insalığa yakışmayacak şekilde bekletilen insanların görüntüleri yüreklerimizi yakmaktadır ve bilinmelidir ki bu görüntüler izlemekle yetinilemeyecek kadar önemlidir ve bir an evvel çözüm istemektedir.

Görmekteyiz ki günümüz dünyasının en kritik ve sorunlu bölgelerinin başında içinde bulunduğumuz coğrafya gelmektedir. İstikrar ve güveden tamamen yoksun alanların genişliği bizim geleceğe olan ümitvar hissiyatımızı elbbette ki olumsuz yönde etkilemektedir. Bu olumsuz hissiyatın tek sebebi ise kesinlikle Ülkemiz değildir. Gerek Kuzey Amerika ve ABD gerekse Avrupalı Devletlerin, bu sorunların çözümünde ne kadar katkı sunduğu ve hatta sorunların oluşmasını önleme noktasında ne kadar hassas olduğunu iyi irdelemek gerekmektedir.

Konu kapsamında en önemli dayanak noktamızın kalplerimiz ve vicdanlarımız, dini değlerlerimiz olduğunu birkez daha hatırlatarak, bu hususta öncelikle mülteci kavramının anlaşılmasına da ihtiyaç bulunmaktadır diye düsünmekteyim: 1994 tarihli Iltica ve Sığınma Yönetmeliğinde getirilen tanıma göre: Mülteci; ırkı, dini, milliyeti, belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri nedeniyle takibata uğrayacağından haklı olarak korktuğu için vatandaşı olduğu ülke dışında bulunan ve vatandaşı olduğu ülkenin himayesinden istifade edemeyen veya korkudan dolayı istifade etmek istemeyen ya da uyruğu yoksa önceden ikamet ettiği ülke dışında bulunuyorsa oraya dönemeyen veya korkudan dolayı dönmek istemeyen yabancıyı ifade etmektedir.

Bu kavram altında ben özellikle temel hak ve hürriyetler bağlamında konuyu inceleyerek mülteci statüsünde olsun ya da olmasın vatanından ve evinden ayrı kalan kişilerin yaşadığı zorluk ve insanlık dışı muamelelerden ve bunların AIHM kararları altında nasıl karşılık bulduğundan bahsetmek istemekteyim.               

Öncelikle mutlaka ve mutlaka, her bireyin sahip olması gereken temel ihtiyaçlar dahil olmak üzere, en azından ülkede yasal olarak ikamet eden diğer yabancılara sağlananlarla eşit haklar ve yardım, mültecilere verilmesi gerekmektedir.. Böylece, mülteciler dolaşım özgürlüğü, işkenceye ve onur kırıcı muameleye maruz kalmama gibi temel medeni haklardan yararlanmış olacaklardır. En azından her mülteci sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeli ve her yetişkin mülteci çalışma hakkına sahip olmalıdır ve hatta hiçbir mülteci çocuk okula gitmekten alıkonulmamalıdır.

Sınır Dışı İşlemlerinin tüm üye devletler bakımından AİHM içtihatlarında belirlenen standartlara uygun hale getirilmesi ve daha insani şartlarda gerçekleştirilmesi ve bunu sağlama adına bir tutum içerisine girilmesi büyük önem arz etmektedir.

Sınır dışı işlemleri ve mültecilerin hakları bahsinde şu karar dikkate değerdir. “...Yabancıların uygun önlemler alınarak tutulması yalnızca, Devletlerin, özellikle Mültecilerin Hukuki Statüsüne ilişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki uluslararası yükümlülüklerine uyarak yasadışı göçü önlemesini sağlamaları amacıyla kabul edilebilir. Devletlerin göç kısıtlamalarından kurtulmak için giderek artan sıklıktaki çabaları engellemeye yönelik meşru kaygıları, sığınmacıları bu sözleşmeler tarafından sağlanan korumadan mahrum bırakmamalıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (“AİHM veya Mahkeme”), tedbirlerin uygulanma şekli ve yönteminin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (“Sözleşme”) hükümleri ile uygunluğunu incelemesi için çağrıda bulunulduğu durumda, Mahkeme söz konusu kişilerin özel durumlarını değerlendirmelidir. Devletler Sözleşme’nin demokratik toplumların temel değerlerinden birini yücelten ve koşullar ile mağdurun davranışı ne olursa olsun, işkence ve insanlık dışı veya onur kırıcı muamele ve cezayı kesin bir şekilde yasaklayan 3. maddesini, özellikle dikkate almalıdır...” (M.S.S. / Belçika ve Yunanistan (başvuru no. 30696/09), 21 Ocak 2011 tarihli Büyük Daire kararı, §§ 216-218).

Cenevre'de 28 Temmuz 1951 tarihinde imzalanmış ve 05/09/1961 tarih ve 10898 sayı ile Resmi Gazete'de yayımlanan "Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme” bu alandaki en önemli metinlerdendir.

Yazımda ise sadece bu alandaki birkaç AIHM kararını hatırlatmakla yetinmem gerektiğini düşünmekteyim. Bu bağlamda hürriyetinden yoksun bırakma kapsamında şu hususların altını çizmek ve Ülkemiz başta olmak üzere devletlerin insan hakları ihlalerini en aza indirmek için daha dikkatli olmasında fayda bulunmaktadır.

Örneğin; 25 Haziran 1996 tarihli Amuur / Fransa kararında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5 § 1 maddesinin (özgürlük ve güvenlik hakkı) ihlal edildiğine karar vermiştir. Mahkeme, başvuranların transit bölgede tutulmalarının, uygulamada hürriyetinden yoksun bırakma eylemiyle eşdeğer olması nedeniyle Sözleşme’nin 5. maddesinin uygulanabileceğini tespit etmiştir. Mahkemeye göre Fransa hukukunun ilgili tarihte yürürlükte olan uygulanabilir hükümlerinin, olağan mahkemelerin, yabancıların tutulduğu koşulları incelemesi veya tutuldukları süreyle ilgili olarak sınırlama uygulamalarına izin vermemesi nedeniyle, söz konusu özgürlüğünden yoksun bırakma tedbiri hukuka aykırıdır. Bu hükümler ayrıca hukuki, insani ve sosyal yardımda bulunulmasını da öngörmemiştir.

Yine; 27 Kasım 2003 tarihli Shamsa / Polonya kararında AİHM, yerel bir mahkeme, hâkim veya adli görev yapmaya kanunen yetkili kılınmış diğer bir kişi tarafından öngörülmediği halde gerçekleştirilen birkaç günlük alıkoyma işleminin, Sözleşme’nin 5 § 1 maddesinin (özgürlük ve güvenlik hakkı) kapsamında “kanuna uygun” olarak değerlendirilemeyeceğini ifade etmiştir.

Benze şekilde; 24 Ocak 2008 tarihli Riad ve Idiab / Belçika kararında AİHM, başvuranların transit bölgede alıkonulmasının kanuna aykırı olduğuna ve bu durumun Sözleşme’nin 5 § 1 maddesini (özgürlük ve güvenlik hakkı) ihlal ettiğine karar vermiştir. Mahkeme ayrıca, başvuranların söz konusu binada on günden fazla bir süre boyunca tutulmalarının, Sözleşme’nin 3. maddesine aykırı olarak (insanlık dışı ve aşağılayıcı muamelenin yasaklanması), insanlık dışı ve aşağılayıcı bir muamele teşkil ettiği sonucuna varmıştır.

Ayrıca; 6 Haziran 2001 tarihli Dougoz / Yunanistan kararında Mahkeme, tutulma koşulları kapsamında, başvuranın özellikle, aşırı kalabalık olan ve uyku olanağının bulunmadığı Emniyet Müdürlüğü ve Drapetsona Polis Merkezinde tutulduğu koşulların ve tutulma süresinin gereğinden uzun olmasının, Sözleşme’nin 3. maddesine (insanlık dışı veya aşağılayıcı muamelenin yasaklanması) aykırı aşağılayıcı bir muamele teşkil ettiğine karar vermiştir.

Mahkeme, 23 Temmuz 2013 tarihli Aden Ahmed / Malta kararında, Sözleşme’nin 3. maddesinin (insanlık dışı ve aşağılayıcı muamelenin yasaklanması) ihlal edildiğine karar vermiştir. Mahkeme, özellikle tutulan kişilerin soğukta kalmaları, tutukevinde kadın görevli olmaması, üç aya varan süre boyunca açık havaya çıkamamaları ve egzersiz yapamamaları, yetersiz beslenmeleri, başvuranın sağlığının ve duygusal durumunun hassas olması itibariyle savunmasız bir durumda olmasından dolayı Lyster Barracks tutukevinde alıkonulduğu koşullardan endişe duymuştur. Başvuran daha önce tutulu bulunurken düşük yapmış ve çocuğundan ayrılmıştır. Bütün bunlar birlikte değerlendirildiğinde Mahkemeye göre, göçmen olarak 14 buçuk ay boyunca içerisinde bulunduğu bu koşullar aşağılayıcı muamele teşkil etmektedir.

Farklı ülkelere de ait olan yukarıda yer verilen kararlar da göstermektedir ki, göç olgusu sadece bizim sorunumuz değildir. Bu bakımdan Türkiye, bulunduğu coğrafya nedeniyle maruz kaldığı düzensiz göç akınlarıyla kararlılıkla mücadele etmeye devam etmelidir. Ülkemize yasadışı yollardan giren veya yasal yollardan girdikten sonra yasadışı konuma düşen yabancıların ülkelerine veya geçiş ülkelerine geri gönderilmeleri kamu düzeni açısından önem taşımakta olup bu işlemlerin yukarıda yer verilen temel haklara ve kararlara uyumlu olarak icra edilmesi çok önemlidir.

Yoksulluk ve istikrarsızlıktan kaynaklanan ve her geçen gün daha da artan göç hareketlerinin yarattığı sorunlar ülkelerin tek başlarına çözemeyecekleri kadar geniş kapsamlı olup, bu olguların önlenmesi uluslararası toplum ve kurumların sorumluluk ve dayanışma içinde birlikte hareket etmesini zorunlu kılmaktadır. 

Sonuç olarak dile getirmek gerekir ki; adı ve sıfatı ne olursa olsun, bir insanın ve özellikle de karşılaştığı hayat şartları nedeniyle zor ve çaresiz kalmış tek bir insanın dahi insanlık dışı ve aşağılayıcı muameleye ya da diğer herhangi temel hakkının ihlal edilmesine göz yummak kabul edilebilir değildir. 

Herşey, “biz” olabildiğimizde güzel olacak…