I. Genel Olarak

Türk özel hukukunda büyük öneme sahip ve uzun zamandır yürürlükte bulunan 818 ve 1086 sayılı kanunlar, sırasıyla 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile değiştirildi. Yeni usul kanunu olan HMK md. 3’te ve TBK md. 55/2’de hemen dikkatleri cezbeden bir hüküm mevcuttu. Bu hükme göre artık idari eylem ve işlemler ile idarenin sorumlu olduğu diğer sebeplerin insanların vücuduna verdiği zararların tazmini davaları asliye hukuk mahkemelerinde görülecekti. Henüz o dönemde eleştirilere maruz kalan bu hüküm çok geçmeden Anayasa Mahkemesi’ne soyut norm denetimi yoluyla taşındı; mahkeme hükmü 16.02.2012 günü, Anayasanın 125., 155. ve 157. maddelerine aykırı bularak iptal etti. Mahkemenin kararında temel gerekçe, adli ve idari yargı ayrımının keyfi bir şekilde ihlal edilemeyeceği, belli türdeki bir davanın idari yargıdan adli yargıya taşınabilmesinin ancak kamu yararı ve haklı nedenlerin olması halinde mümkün olabileceğiydi. Buna ek olarak adli yargıda konuyla ilgili sorumluluk alanlarının idari yargıya nazaran daha sınırlı olduğu, bu sebeple bu davaların adli yargıya taşınmasının daha adil bir dava süreci yahut davacının hakkına daha kolay erişebilmesini sağlamayacağı belirtilmiştir. İlgili düzenlemenin bu amaçları sağlamaktan öte engelleyeceği ve aynı eylem neticesinde mala verilen zararların tazmininin idari yargıda görülmeye devam ederken, vücut bütünlüğüne verilen zararların tazmininin adli yargıda görülecek olmasının yargılamanın bütünlüğünü zedeleyeceği gerekçelerine yer verilmiştir.

Kemal GÖZLER ve Gürsel KAPLAN her ne kadar bu hususlara temas etmiş olsalar da bunların Anayasanın herhangi bir maddesine aykırı olmadığını ifade etmişlerdir[1]. Anayasa Mahkemesi ise hükmü ilkesel ve amaçsal bir yorum metodu izleyerek önceki içtihatlarında belirlediği bir ölçüte göre değerlendirmiş ve kamu yararı ile haklı neden oluşmadığından bahisle iptal etmiştir. Mahkeme, 1990 öncesinde adli yargı-idari yargı ayrımını çok katı olarak yorumlarken sonraları yorumunu yumuşatarak yukarıda bahsedildiği gibi kamu yararı ve haklı neden olarak belirlediği ölçütlere göre bir takım davaların idari yargıdan alınıp adli yargının görev alanına taşınmasını kabul etmiştir. Bu ölçütleri önüne gelen her bir iptal talebinde somutlaştıran mahkeme, örneğin her gün gerçekleşen ve ülke sathında yaygın olan idari işlem ve eylemler ile ilgili dava ve işlerin adli yargı alanına taşınmasını, adli yargının idari yargıya nazaran daha geniş bir teşkilatı olduğu için kamu yararı ölçütüne uygun görmüştür. Bu ölçütleri somutlaştıran durumlardan öne çıkanlar usul ekonomisine uygunluk, uzmanlık, hak arama özgürlüğünün genişlemesi ve davanın bütünlüğünün sağlanması olarak sayılabilir.

II. Kanun Teklifinin Değerlendirilmesi

Anayasa mahkemesinin ölçütleri bakımından:

Yeni kanun teklifiyle davaların adli yargı koluna taşınması için yeni bir ihtisas mahkemesi kurma yoluna gidilmiştir. Bu sayede aslında iptal edilen HMK m.3 ile amaçlanan netice yeniden gündeme gelmiş, hatta bu kez Anayasanın 157. maddesinin açık hükmüne rağmen askeri olanlar da dahil edilmek suretiyle kapsam genişletilmiştir.

Teklifin madde gerekçelerinden tatmin edici bir netice elde etmek mümkün değildir. Ancak düzenleme kendisiyle aynı gayeye hizmet ettiğinden iptal edilen HMK m.3’ün gerekçesine bakılabilir. Buna göre temel gerekçe, bu tür davaların yargı yolu uyuşmazlıklarıyla ve bilumum sorunlarla uzaması, istikrarlı biçimde ve süratle sonuçlanamamasıdır.

Bu gerekçe de göz önünde bulundurularak kanun teklifinin Anayasa Mahkemesinin ölçütleriyle uyum gösterip göstermediği incelenmelidir.

Her şeyden önce, kurulmak istenen ihtisas mahkemesi sisteminde bile halen mala gelen zararlar bakımından idari yargının görevinin devam ediyor olması, mahkemenin vurguladığı “usul ekonomisi” ve “yargıda bütünlük” ilkelerine aykırıdır. Zira aynı eylemle hem vücudu hem malı zarar gören bireyin bu iki kalem zararı için farklı yargı kollarında iki farklı dava açarak yürütmek zorunda kalacak olması, bu davalar için masrafa girecek olması ve farklı süreleri takip edecek olması usul ekonomisine aykırıdır.

İkinci olarak, hem kararda hem de doktrinde HMK m.3 için yapılan eleştirilerin belkemiği olan, aynı olay için iki farklı yargı kolunda iki farklı dava açılmasının “yargıda bütünlüğü” zedeleyeceği hususu da bu teklif için geçerliliğini muhafaza etmektedir.

Üçüncü olarak, idare hukukunun ve dolayısıyla idari yargının tarihi evrimi içinde özel hukuktan farklı olarak, kendine has bir takım enstrümanları mevcuttur. Buna örnek olarak idare hukukundaki kusursuz sorumluluk hallerinin daha geniş olması verilebilir. Bunun yanında idari yargının var oluş sebebiyle paralel şekilde bireyi koruyucu bir refleksi olduğu da su götürmez bir gerçektir. Bu hususlar dikkate alındığında, bu davaları ihtisas mahkemeleri kurmak suretiyle adli yargı koluna taşımakta “uzmanlık” bakımından da bir haklı neden mevcut olmadığı görülecektir. Aynı zamanda teklifle bu davaların tamamen özel hukuk normlarına göre görüleceği belirtilmiştir. Bu da idari nitelikteki bir eyleme özel hukuk normlarının uygulanması anlamına geldiği için uygulamada birçok problemi beraberinde getirecektir. En basitinden istikrarlı, adil ve hızlı bir yargılama hedefini gerçekleştirmeyecektir.

Sayılan sebeplerden dolayı kanun teklifinin kamu yararı ya da haklı neden taşımadığı açıktır. Bu haliyle kanunlaşması halinde Anayasa Mahkemesinin önüne geldiğinde HMK m.3’ten farklı olarak yorumlayarak iptal etmekten kaçınması için bir sebep gözükmemektedir.

Diğer açıklamalar:

Her ne kadar bazı Avrupa ülkelerinde idari yargının görev alanını daraltan düzenlemeler yapılsa da bu kadar kapsamlı bir düzenlemeye rastlanmamaktadır[2]. Tespit edebildiğimiz kadarıyla insan zararları gibi bir ihtisas mahkemesi ise İsviçre, İtalya, Almanya, İngiltere ve Fransa’da mevcut değildir. Dolayısıyla böyle bir yargı kolu değişikliğine niçin ihtiyaç duyulduğu bir kez daha sorulmalıdır.

Netice itibariyle eğer amaç bireylerin yargı yolu uyuşmazlıklarıyla vakit ve hak kaybı yaşamaması ve davalarının istikrar içinde, süratle çözümlenmesi ise, bunun yolu yargı kolu değişikliği ile bir yargı tekeli oluşturmak değil; ilgili yargı kolu uyuşmazlıklarını sonlandıracak ve en önemlisi de kendi yargı kolunda adil ve hızlı çözülmesini sağlayacak düzenlemelere gitmektir. Bu sayede bu davalar idari yargı-adli yargı ayrımı zedelenmeden, yargıda bütünlük bozulmadan ve aynı zamanda süratle sonuçlanabilecektir.

Ömer Ali GİRGİN
Eskişehir Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk Kürsüsü Araştırma Görevlisi


----------------------
[1] GÖZLER, Kemal – KAPLAN, Gürsel, “İdari Eylemlerden Kaynaklanan Zararlara İlişkin Davalar Adli Yargının Görev Alanına Sokulabilir mi? (HMK m.3 ve TBK m.55/2 Hakkında Eleştiriler)”, Terazi Aylık Hukuk Dergisi, Yıl 6, Kasım 2011, Sayı 63, s. 36 – 41.
[2] GÖZLER – KAPLAN, s. 39.