“Sarhoşlar dışında kimse gülmüyor! Onlar da çok fazla gülüyor!” Veba – Albert Camus

...

Tarihte bilinen otuz kadar büyük veba salgınında 100 milyon kişinin öldüğünü, M.S. 500’lü yıllarda yaşanan Konstantinopolis (İstanbul) vebasında günde on bin insanın öldüğünü (Bizanslı tarihçi Prokopios’a göre), Atina’da, Çin şehirlerinde, Marsilya’da, Londra’da, Milano’da, Habeşistan’da, İran’da  kara vebadan ölen insanların bazen düştükleri yerlerde çürüdüğünü, hastaların kancalarla çekildiğini, insanların adları sanları belli olmaksızın bazen binlercesinin aynı çukura atıldığını, koca şehirlerin karantinaya alındığı, dünyadan tecrit edildiği, insanların birbirlerine acımaktan dahi bıktığı bu çağların bu şiddette yaşandığını bilmiyordum.

Ta ki; Albert Camus’un Veba isimli romanını okuyana kadar. Felaketin yazgıya dönüşmesini keskin bir gözlem gücüyle anlatan Camus; Oran kentinde başlayan bu salgının ve tecritin insanlar üzerinde kentte ve ailelerde yarattığı etkileri, travmaları etkileyici bir dille anlatmış. 

Albert Camus’un bir doktor olan Rieux ve iki arkadaşının vebayı yok edemeyeceklerini bile bile vebayla savaşmalarını ve yaşama anlam katma çabalarını anlattığı bu Veba isimli romanından, şiirsel bir mantık ve anlatım örgüsü olan ilgimi çeken kısımları kısa alıntılar yaparak sizlere aktarmak istiyorum. (Romanı tanıtmak maksadıyla kısa alıntılar yaptığım Veba isimli romanı Can Yayınlarınca basılmış. Romanı Fransızca olan aslından Türkçeye Nedret Tanyolaç Özokat çevirmiş.)

Önce apartman girişlerinde, sokaklarda tek tük fare ölüleri görülmeye başlamıştı. Sonra fare ölüleri çoğalmaya, bodrumlardan, mahzenlerden, lağımlardan sıra sıra çıkan fareler insanların yanında titreşerek, kendi etraflarında dönerek küçük an çekişlerle ölmeye başlıyor. Her sabah işyerleri, fabrikalar, hatta hastanelerden bile öbek öbek, şişmiş, katılaşmış kokuşmuş fare ölüleri toplanır ve itlaf edilir olmuştur.

Şehir yetkilileri bu durumun adını koymakta tereddüt ediyordu. Fare ölümleri ile başlayan garip durumun beklenmedik bir salgın hastalığın habercisi olacağını kim bilebilirdi.

Şaşkınlık, bitkinlik, kızarmış gözler, pis bir ağız, baş ağrıları, deri üstü kabarcıkları, korkunç susuzluk, eklemlerde dayanılmaz ağrılar, sayıklama, bedende lekeler, endişe hissi. Be belirtilerin görülmeye başladığı insanlar hastanelere kaldırılmaya başlandığında, bu hastaların nabızlarının birden düştüğü anlamsız bir hareketle öldükleri görülmeye başlandı. Doktorlar bu belirtileri görmeye başlayınca hastalığın adını belirlemişlerdi.

Veba da savaş gibi insanı hazırlıksız yakalamıştı. Oran kenti ve doktor  Rieux’da hazırlıksızdı.

Veba istenmeyen bir konuk gibiydi. Nasıl geldiyse bir gün öyle gidecekti. Her şey yine değişecek ve eski haline dönecekti. Ama istense de  hiçbir şey unutulmayacak ve veba en azından yüreklerde iz bırakacaktı.

Karantina ile şehre giriş ve çıkışlar yasaklanır. Şehir içindekilerle birlikte dünyadan tecrit edilir.

Karantina kararı ile birlikte sıkıyönetim uygulamaları başlar. Karar anından itibaren ne şehirdekilerin dışları çıkmasına ne de o an şehir dışında olanların içeri girmesine izin verilir.

Bu arada veba sebebiyle ölümler katlanarak artmaya devam etmektedir.

Bu tecrit sebebiyle ayrı kalan sevgililer, aileler birbirlerinin hasreti ve sevgisi ile hayata tutunmaya çalışır. Birbirlerine hasret dolu mektuplar yazarlar. “Böylece, haftalarca hep aynı mektubu yazıp, aynı çağrıları yineleyip durduk; öyle ki önceleri yüreğimizden kanla canla çıkmış olan sözcükler bir süre sonra anlamlarını yitiriyordu.”  Derken mektup da yasaklanır ve elde telgrafla haberleşmekten başka imkan kalmaz. “Akıl, yürek ve tenle birbirine bağlanan varlıklar, on sözcüklük bir telgrafın büyük harflerinde o eski birlikteliğin işaretlerini arayacak hale geldiler. (o zamanlar emoji daha icat edilmemişti!) Ve bir telgrafta kullanılabilecek kalıplar çabuk tüketildiğinden uzun, ortak yaşamlar ya da acılı tutkular çok geçmeden, “iyiyim. Seni düşünüyorum. Sevgiler.” türünden belli aralıklarla yinelenen hazır kalıplarla özetlenir oldu.”

Tecritle başlayan bu ayrılıklar, veba salgınının son bulmasıyla bitecekti.

“Ve biz hepimiz için, yaşamımızı oluşturan ve çok iyi bildiğimizi sandığımız duygu, yeni bir çehreye bürünüyordu. Eşlerine büyük güven duyan kocalar ve sevgililer birden kıskançlaşıyordu. Aşk konusunda kendilerini hercai sanan erkekler sadakate dönüyorlardı.”

“Gerçekte, iki kez acı çekiyorduk – öncelikle kendi acımızı, sonra da burada olmayanların; oğul, eş ya da sevgilinin çektiğini düşündüğümüz acıyı.”

“Dışarıdan gelen birinin kapılarını çalması, merdivende tanıdık bir ayak sesi bekler dururlarken trenlerin seferden çekildiğini ve gelen gidenin olmayacağı gerçeği ile hayalleri yıkılıyordu.  “Hep bir an geliyordu ve trenlerin (veba karantinasından dolayı) kente girmediğini (ve kentten dışarıya tren de kalkmadığını) açıkça anlıyorduk. Ve o zaman, ayrılığın uzun süreli olacağını ve zamanla kendimize bir düzen vermemiz gerektiğini biliyorduk. İşte o andan sonra, hapsedilmişlik konumumuza yeniden dönüyorduk. Artık yalnızca geçmişimiz vardı ve aramızdan bazıları geleceği yaşamaya eğilimli olsa bile, hayal gücünün kendisine güvenenlerde açtığı yaraları görerek hemen, en azından ellerinden geldiğince çabuk, bundan vazgeçiyorlardı.”

“Özellikle, yurttaşlarımızın tümü, topluluk içindeyken bile, ayrılık süresini hesaplamaya çalışma alışkanlığından çok çabuk vazgeçti. Niçin? Çünkü en karamsar olanlar, örneğin altı aylık süre biçmişken, tüm bu gelecek ayların acısını önceden tüketmiş, cesaretlerini bin bir güçlükle bu deneyimin düzeyine yükseltmiş, zayıflığa kapılmadan böylesine uzun bir süreye yayılan bu acının düzeyinde kalabilmek için son güçlerini harcamışken, bazen rastlanan bir dost, gazetede verilen bir fikir, kaçamak bir kuşku ya da ani bir öngörü, her şey bir yana, bu hastalığın altı aydan daha fazla belki bir yıl ya da daha fazla sürmemesi için bir neden olmadığını akıllarına getiriyordu.”

“O zaman cesaretlerinin, iradelerinin ve sabırlarının yıkımı öyle ani oluyordu ki kendilerini bu çukurdan asla çıkamayacakmış gibi hissediyorlardı.”

“Bunun sonucu olarak, özgür kalacakları süreyi hiç düşünmemek, geleceğe hiç yönelmemek ve bir bakıma, gözlerini yerden başka bir yöne çevirmemek zorunda kalıyorlardı.”

“Bu uçurumların ve bu tepelerin tam ortasına düşmüş yaşamaktan çok, yönü belli olmayan günlere ve kuru anılara kendilerini  bırakmış, acılarının toprağında kök salmayı kabul etmedikçe gücünü toplayamayacak serseri gölgeler gibi akıp gidiyorlardı.”

“Böylece, tüm tutsakların ve tüm sürgünlerin hiçbir işine yaramayacak bir bellekle yaşaması demek olan o derin acıyı duyuyorlardı. Durmadan düşündükleri o geçmişin de üzüntülü bir özlemden başka tadı yoktu.”

“Aslında, bir zamanlar bekledikleri kadın ya da erkekle yapabilecekleri şeyleri zamanında yapmamış olmaktan duydukları pişmanlığı da buna eklemek isterlerdi ve benzer biçimde, göreceli olarak kısa bile olsa, bu hapis yaşantısının her durumuna uzaktaki kişiyi katıyorlar ve bir  zamanlar yaşadıkları onları tatmin etmiyordu.”

“Yaşadıkları şimdiki zamana karşı sabırsız, geçmişlerine düşman ve geleceği elinden alınmış olarak insan kaynaklı adaletin ya da nefretin parmaklıklar arkasında yaşamaya mahkum ettiği kişilere benziyorduk.”

“Bu dayanılmaz tatilden kaçabilmenin tek yolu hayal gücüyle trenleri yeniden harekete geçirmek ve saatleri yine de kararlı biçimde sessiz kalan çanların sesiyle doldurmaktı.”

“Bu genel terk edilmişlik duygusu uzun vadede kişilikleri sağlamlaştırabilecekken değersiz kılmaya başlamıştı.”

Sorgu yargıcı Mösyö Othon karakterinin vebaya yakalanmamasını umarak kitabı okumaya devam etmiştim. Yargıç Othon uzunca süre ailesini vebadan koruyabildi. Ansızın oğlu Philippe vebaya yakalandı, kendisi ve eşi de karantinaya alındı. Hastaneye kaldırılan küçük çocuk acı dolu kıvranışlar arasında birkaç günlük direnmesinin ardından ölüyordu. İki doktorun çocuğu kurtarma çabalarını ve  gözlemlerini aktardıkları sahneleri okuduğunuzda o çocuğun, insanüstü acılarla kıvranışlarını görür gibi oluyor, ‘yeter artık huzura kavuşsun şu yavrucak’ demekten kendinizi alamıyorsunuz. 

Yargıç ve eşi ayrı noktalarda karantinaya alınıyor. Ve yargıç karantinada unutuluyor. Yargıç Othon hasta olmadığı (ölmeyerek!) anlaşılmasına rağmen karantinaya giriş tarihini gösteren kayıtlara ulaşılamadığı için bir türlü karantinadan çıkamadığını doktorlara bildiriyor ve onların yardımı ile karantinasına son veriliyor. Yargıç, oğlunu emanet ettiği doktorlarla görüşmek istiyor. Doktora “Philippe’in çok acı çekmemiş olduğunu umarım” diyor.  “Hayır, hayır gerçekten acı çekmedi.” cevabı ile karşılaşan sorgu yargıcı, aldığı cevapla dalıp gidiyordu. İnsanlar için ölümün kurtuluş olduğu böylesi zamanlarda Yargıç Othon gibi sağ kalanların sevdiklerini yitirdikten sonra yaşayıp yaşamadıkları ayrı bir konuydu.

Önceleri günde tek tük yaşanan ölümler kısa sürede hızla artmış bazı günler onlarca insanın ölümleri görülmeye başlamıştı.

Salgının ilk zamanlarında, muntazaman eski sisteme göre yapılan cenaze defin işlemleri aynı şekilde yapılmışsa da definlerde zamanla değişmişti. Erkekler için ayrı kadınlar için ayrı çukurlar açılmış, kirece batırılmış cesetler toplu olarak gömülmeye başlanmıştı. Bir süre sonra tüm insani örf ve adetler dahi hiçe sayılarak erkekler ve kadınlar aynı anda aynı çukura gömülmeye başlanmıştı. Mezarcılar da zamanla vebadan ölüyor ve aynı şekilde gömülüyorlardı. Ama işsizlik olduğu için bu en tehlikeli işleri yapanların ölümle boşalttığı işlerin taliplisi yeni ölümlüler! mezarlık kadrolarını hemen dolduruyordu.

Veba ve tecrit yüzünden, tüm şehirde ticarette ölmüştür. Bir çok mal bulunmaz olmuş ve fiyatlar tavan yapmıştır.

“Felaket sırasında gerçeğe alışılır, yani sessizliğe…”

“Önceleri evlerden duyulan vebaya yakalananların acı acı inlemelerine, durup merakla da olsa kulak kabartan insanlara bir süre sonra rastlanmaz oluyor.”

“Herkesin yüreği sanki sertleşmiş gibiydi ve sanki bu ilenmeler (acıyla inlemeler) sanki insanların doğal haliymiş gibi, herkes bunları duya duya yürüyor ya da yaşayıp gidiyordu.”

“Acıma yararsız olduğu zaman ondan bıkılır.”

“Herkes için böyledir bu; Evlenilir, biraz daha sevilir, çalışılır. Sevmeyi unutana kadar çalışılır.”

“Sarhoşlar dışında kimse gülmüyor,” – “Onlar da çok fazla gülüyor.”

Şehirde, “sık sık giderek yaygınlaşan ve salt keyifsizlikten kaynaklanan kavgalar kopuyordu.”

“Yüz yıl önce bir İran kentinde veba tüm kent halkını öldürmüş, kendi işini yapmaktan vazgeçmeyen ölü yıkayıcısı dışında!”

“İyi ki yorgunluk vardı. (Doktor) Rieux az yorgun olsa, kentte her yere yayılmış şu ölüm kokusu onu duygusallığa itebilirdi.” - “Ama insan yalnızca dört saat uyku uyursa duygusal olamaz. Olayları olduğu gibi görür, yani adaletin o iğrenç ve gülünç adaletin gözüyle görür.”

“Her zaman istenebilecek ve bazen elde edilebilecek bir şey varsa, onun da insan sevgisi olduğunu şimdi onlar biliyordu.”

“Suçlu bir insanı düşünmek, ölü birisini düşünmekten daha zordu belki de.”

“Hep en iyiler gider. Yaşam böyle”

Bunca uzun ve yıkıcı süreçten sonra, geldiği gibi yine beklenmedik bir şekilde hastalığı seyri hafiflemeye günlük ölüm istatistikleri düşmeye başlar. Ölümler gün geçtikçe azalır. Doktorların denedikleri hastalığın yaygın ve güçlü olduğu dönemde hiçbir etkisi olmayan serumlar yeni hastalarda işe yaramaya başlar. Hastalığın sona ermesinin açıklandığı bir aşamada bu seruma rağmen hastalık için en çok gayret eden üç kişiden biri olan Tarrou da vebaya yakalanır ve vebanın son kurbanı olur.

Veba salgını sona ermiştir, karantinalar ve şehrin tecridi sona erer. Tren seferleri yeniden başlar. İnsanlar istasyonlarda birbirlerine yeniden kavuşmaya, birbirlerine sarılmaya başlar. Bazıları trenden indiklerinde geride kalmış kendilerini karşılayan kimsenin olmadıklarını görüp tüm sevdiklerinin öldüklerini anlarlar. Ve sevdiklerinin izlerini görebilmek ümidiyle boş kalan evlerine doğru yürürler.

Veba sessizce çıktığı o nerede olduğu bilinmeyen inine geri dönmüş, hastalığa dair her şey sona ermiştir.

İnsanlar hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarına devam etmeye başlarlar. Ticaret tekrar canlanmaya, fiyatlar ucuzlamaya, vitrinler dolmaya, insanlar tekrar eğlenmeye, yine eskisi gibi alışveriş yapmaya  başlarlar. Yani eski normallerine geri dönerler. Ama içlerinde bir yerlerde bir sızı kalacaktır. 

“Başkaları, ‘Veba bu, veba geçirdik,’ diyorlar. Bir anlamda ödüllendirilmek istiyorlar. Ama ne demek veba? Yaşam bu, işte hepsi bu kadar.” diyordu yaşlı hastası doktor Rieux’a.

“Söyleyin doktor, vebadan ölenler için bir anıt yapılacağı doğru mu?” – “Gazeteler öyle diyor. Bir gömüt taşı ya da bir plaka.” – Bundan emindim. Ve nutuklar atılacak.” – Yaşlı adam boğuk boğuk gülüyordu. – “Buradan duyuyorum onları: ‘Ölülerimiz…’ sonra da gidip karınlarını doyuracaklar.”

Yaşlı hastasının evinden çıkınca, şehrin sokaklarından vebadan kurtuluşun ilk havai fişeklerini ve uğultulu kutlama seslerini duyan doktor Rieux; “İçlerinde kopan fırtınalara karşın, bir aziz olmadıklarına göre, felaketleri kabullenmeyi reddederek yine de doktorluk yapmaya çalışan tüm insanların korkuya karşı daha neler yapabileceğine tanıklık etmek için” bu yaşanılanları yazmaya karar verir.

“Gerçekten de, kentten yükselen sarhoşluk çığlıklarını dinlerken Rieux bu hafifleme duygusunun hep tehdit altında olduğunu düşünüyordu. Çünkü bu neşe içindeki kalabalığın, kitaplardan da öğrenebileceği gibi, veba mikrobunun hiçbir zaman ölmediği ya da yok olmadığından, yıllarca mobilyalarda ve çamaşırlarda uykuya daldığından, odalarda, mahzenlerde, sandıklarda, mendillerde,  ve kağıtlarda beklediğinden ve belki bir gün, insanların bir mutsuzluk yaşaması ya da bir şeyler öğrenmesi için vebanın kendi farelerini uyandırıp mutlu bir kente ölmeye yollayabileceğinden haberi olmadığını biliyordu Rieux.”

Günümüzde veba, hastalıktan toplu ölümler, salgın hastalık kaynaklı romandaki gibi büyük çaplı karantina ve tecrit gibi olaylar yaşanmıyor.

Lakin, savaşlar, iç karışıklıklar, soykırım, fakirlik, açlık, göç, mültecilik, sığınma istekleri gibi bir çok sebeplerle insanlar yerlerinden yurtlarından oluyor.

“Bir savaş patladığında insanlar, “Uzun süzmez bu, çok aptalca!” derler. Ve kuşkusuz bir savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. Budalalık hep direnir, insan hep kendisini düşünmese bunun farkına varabilirdi.”

Mülteci kamplarına mahkum edilen, ya da yaşadıkları yerlerde herhangi bir sebeple dünyadan tecrit edilen insanların sayısı on milyonlarla ifade edilmektedir.

Savaş, sömürü, kin, düşmanlık, vicdansızlık, hukuksuzluk, devletler arasındaki çıkar çatışmaları ve insani körlükler de veba gibi insanlara zarar veriyor.

Ve insanlık tarihi boyunca hiçbir zaman kökü kurumamış olan bu veba türleri de; öldürüyor, öldürmezse de insanları hayatları boyu açlığa, hiçliğe mahkum etmeye devam ediyor.  

İnsanlık, bu vebalarını içinde yaşattığı müddetçe, her bir insanla birlikte insanlık da ölmeye devam edecek.

İnsanların birer hayat olarak değil de istatistiki birer rakamdan ibaret olduğu anlarda, insani duygular da yok oluyor ve veba başka şekillerde uyanıp ininden çıkmaya başlıyor.

Şekil ve ad değiştiren vebaların ininden çıkıp yayıldığı zamanlarda da Camus’un deyimiyle “Sarhoşlar dışında kimse gülmez olur”.

Böyle zamanlarda, insanların ahı insanlığın ruhunu daraltır. Bu vebaların insan ruhunda açtığı yaraları hissedebilen yetişkin bireylerin gerçekten gülebilmek için sarhoş olup kendinden geçmeleri, kör ve sağır olmaları veya düşünme yetisini kaybetmiş olmaları gerekir.

Yaşayan, hayalleri olan, aşık olan, seven, sevilen, üreten, öğrenen, öğreten, kendine ve insanlığa faydalı olabilecek tek bir insanın bile acı çekmesine, haksızlığa uğramasına, yitirilmesine göz yummayan bir insanlık hayaliyle…

İnsan için yaşasın insanlık…

İnsanlık için yasasın insan…

FARZ-I MUHAL PAŞA