1791 yılında Paris’te, Fransız Devrimi’nin erken günlerinde, daha sonra idam edilen Olympe de Gouges, “Les Droits de la Femme/Kadın Hakları” isimli bir el broşürü yayınlamıştı. Yine 1790’da Massachusetts’de Amerikalı Judith Sargent Murrey, “On the Equality of the Sexes/Cinsiyetler Arasındaki Eşitsizlik Üzerine” adlı eserini yayınladı. Kadınların haklarına yönelik bu erken dönem çalışmaları, feminist düşünce için hala başat eser olarak kabul edilen Mary Wollstonecraft’ın “A Vindication of the Rights of Woman/Kadın Haklarının Savunusu” isimli eseri izledi. Bunlardan daha önce Amerikan Devrimi sırasında yeni yasalar yürürlüğe konulurken, kadınlar, parlamentoda kadınların da bir sesi veya temsilcisi olması gerektiğini ileri sürüyorlar ve bunu talep ediyorlardı.

Bu gelişmelerin ardından, Aydınlanma ya da Akıl Çağı olarak isimlendirilen süreçle birlikte gelişen kuramların öngördüğü pek çok şey birer birer yaşama geçirilmeye başlandı. Örneğin, insanların hükümetlerin müdahale edemeyeceği ve çiğneyemeyeceği devredilmez ve vazgeçilmez nitelikte doğal haklara sahip oldukları gerçeği, 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ile 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ne gelip yerleşti.

Kuşkusuz, o dönemin kadınları ve kadın hakları savunucuları, erkeklerin sahip oldukları doğal hakların tamamına eşit bir şekilde sahip olacaklarını umuyorlardı. Ama Doğal Haklar Öğretisini geliştiren ve bunu yaşama geçiren erkek teorisyenler, ne yazık ki kadınların bu yöndeki umutlarını boşa çıkardılar.

Gerek İngiliz Hukuku’nun gelişmesinde, gerekse onu izleyen Amerikan Hukuku’nun şekillenmesinde önemli pay sahibi olan büyük İngiliz hukukçusu Blackstone ilk olarak 1765-1769 yılları arasında yayınladığı ve hem İngiliz, hem de Amerikan Hukuk Fakültelerinde ders kitabı olarak okutulan “Commentaries on the Laws of England/İngiltere Yasaları Üzerine Yorumlar” adlı eserinde: “Evlilik ile birlikte kanun önünde eşler tek bir kişi haline gelmişlerdir. Öyle ki, evlilik sırasında kadının varlığı ve yasal varoluşu belirsizdir, ya da en azından onu kanatları altında her şeye karşı korumaya almış erkeğinki ile birleşiktir” diyerek, evli kadının başta mülkiyet ve miras hakkı olmak üzere hiçbir medeni hakkının olmadığını yazıyordu.

Doğal hakların tüm insanlar için hak olduğunu savunan, liberal öğretinin önde gelen isimlerinden olan İngiliz düşünürü ve hukukçusu John Locke 1690 yılında yazdığı “Second Treaties of Government/Hükümet Üzerine İkinci Deneme” adlı eserinde, “man/insan/kişi” sözcüğünü genel an­lamı ile değil, “erkekleri” ifade etmek için kullanıyor ve “… karıyla koca bazen kaçınılmaz olarak farklı is­teklere sahip olabilirler. Bunun için bir kuralın yerleştirilmesi gerekir. Bu da doğal olarak güçlü ve iktidar sahibi olan erkeğin görevidir.” diyordu.

Doğal haklar öğretisini kadınlara uyarlayan ilk girişim, kadın ve erkek 100 kişi tarafından im­zalanan, ancak bir kadın, Elizabeth Stanton tarafından kaleme alınan 19-20 Temmuz 1848 tarihli “Declaration of Sentiments/Duygular Bildirisi” ile geliyor ve Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’ne sitem edercesine “İnsani olayların akışı içinde, insanlık ailesinin bir bölümünün, yeryüzü halkları arasında, şimdiye kadarkinden farklı, doğanın ve Tanrının onlara hak tanıdığı bir tavır alması gereksinimi doğar­sa, bu kişilerin kendilerini böyle tavır almaya iten nedenleri açıklamaları, insanoğlunun düşüncesine duydukları saygının gereğidir” şeklinde başlıyor ve şöyle devam ediyordu: “Bütün erkekler ve kadınlar eşit yaratılmışlardır, yaratıcıları tarafından verilmiş vazgeçilemez haklara sahiptirler, ki bunların arasında yaşama hakkı, özgürlük ve mutluluğu arama hakları vardır. Bu hakları korumak için güçlerini yönetenlerin rızalarından alan hükümetler kurulmuştur – biz, bu hakikatleri aşikâr sayıyoruz.

Buraya kadar anlatılanlar, Engels’in özlü deyişi ile günümüzde dahi hala devam eden “Erkeği burjuva, karısını proletarya” olarak kabul eden çarpık anlayışa karşı sürdürülen mücadelenin bir kısmı. Sonrası da var. Hala var. Ama çoğumuzun bildiği bu örnekleri bir tarafa bırakmak ve önce tarihten, hatta bizim tarihimizden, yaptıklarıyla tarihi hızlandıran Mustafa Kemal Atatürk’ün bu konuda yaptıklarından söz etmek gerekir.

Hindistan Kadınlar Birliği’nin, vefatı üzerine yayınladığı bildiride, “Kadın Haklarının insanlık tari­hi boyunca gelmiş en büyük savunucularından” biri ilan ettiği Büyük Atatürk, 1923 yılının Ocak ayında, yani Cumhuriyetin ilanından dokuz ay önce İzmir’de şunları söylüyor: “… Bir toplum, cinslerinden yalnız birinin yüzyılımızın getirdiklerini elde etmesiyle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur… Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların nedeni kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurun sonucudur… Bir toplumun bir uzvu faaliyette bulunurken öteki uzvu atalette olursa, o toplum felce uğramış demektir.

Büyük Atatürk’ün bu vizyon sayesindedir ki, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nden, İnsan Hakları Sözleşmelerinden, yani kadın-erkek eşitliğinin daha henüz uluslararası bir hukuk kuralı haline gelmesinden çok daha önce bizim ülkemizde kadınlar, yönetime katılma hakkını, başta mirastan eşit pay almak dahil olmak üzere diğer medeni haklarını elde etmişlerdir.

Peki! Kadınların hakları, kadınların insan hakları konusunda daha o tarihlerde uygar pek çok ülkeyi geride bırakan Türkiye bugün hangi nokta­dadır? Üzülerek ifade etmek gerekir ki, başta şiddet ve namus cinayetleri, başkaca hak ihlalleri olmak üzere toplum olarak bize yakışmayan her türlü ayıpla, çirkinlikle ve ayrımcılıkla iç içe bir durumdadır.

Peki! Ne yapmak gerekir? Bu ayıbı taşıyan, bu çirkinliği eşimize, kız kardeşimize, sevgilimize, arkadaşımıza layık gören ve yapan biz erkeklerin, her­halde önce bizi yetiştiren annelerimizi, onların bizi yetiştirme şeklini ama daha çok kendimizi sorgulamamız gerekiyor.

Kadınlara gelince. Onlara en güzel cevabı “İkinci Cins” isimli özgün eserinde Fransız yazar, düşünür ve kadın hakları savunucusu Simone de Beauvoir veriyor ve diyor ki: “Kadınlar, kendi tasarılarını yansıtan herhangi bir erkek miti kuramadıkları içindir ki, hala erkeklerin rüyalarıyla rüya görüyorlar.