(Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 24.02.2022 Tarihli, 2019/16-573 E. ve 2022/119 K. Sayılı Kararı Üzerine İnceleme)

I. Giriş

Bu yazımızda; Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 24.02.2022 tarihli, 2019/16-573 E. ve 2022/119 K. sayılı kararının incelemesi yapılarak, Ceza Yargılaması Hukukunda kararın müdafi yanında ayrıca sanığa da tebliğinin gerekip gerekmediği ile istinaf ve temyiz, yani kanun yoluna başvuru sürelerinin müdafie yapılan tebliğden itibaren mi, yoksa sanığa yapılan tebliğden itibaren mi başlayacağı soruları hakkında üç farklı görüş ortaya koyulacak ve netice kısmında konu ile ilgili olarak görüşümüze yer verilecektir.

II. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 24.02.2022 Tarihli, 2019/16-573 E. ve 2022/119 K. Sayılı Kararı

FETÖ/PDY silahlı terör örgütüne üye olmak suçundan sanık hakkında Çorum 2. Ağır Ceza Mahkemesince verilen mahkumiyet kararı; sanık ve müdafii tarafından istinaf kanun yoluna başvurulması üzerine Samsun Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi’ne gönderilmiş, istinaf başvurusunun esastan reddedilmesi üzerine sanık müdafii tarafından temyiz edilmiş, dosyayı inceleyen Yargıtay (kapatılan) 16. Ceza Dairesi, “Gerekçeli kararın sanık müdafisine usulüne uygun olarak 30.05.2018 tarihinde tebliğ edildiği, sanık müdafisinin ise CMK’nın 291/1. maddesinde öngörülen 15 günlük süreden sonra, 22.06.2018 tarihinde temyiz başvurusu anlaşılmakla,” şeklinde gerekçeye yer vererek, temyiz süresinin geçirilmesi sebebiyle temyiz başvurusunun reddine karar vermiştir.

İki daire üyesi bu yöndeki karara; müdafie yapılan tebligatın yeterli olmadığı, sanık ve müdafiinin ceza yargılamasında birbirlerinden ayrı süjeler olduğu, sanığın yokluğunda verilen kararın ayrıca sanığa da tebliğ edilmesinin zorunlu olduğu, somut olayda bu şartın sağlanmadığı, yani ilgili kararın yalnızca sanık müdafisine tebliğ edilmesinin yeterli olmadığı, aleyhine temyiz yoluna başvurulabilecek nitelikteki kararın sanığa usulüne uygun tebliğ edilip sanığın süresi içerinde temyiz isteminde bulunması halinde bunun değerlendirilmesi gerekeceğinden bahisle karşı oy kullanmışlardır.

Yargıtay (kapatılan) 16. Ceza Dairesi’nin bu kararına karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı; ilgili kanun hükümlerini ortaya koyarak sanığın yokluğunda verilen kararın, bu kararı temyiz hakkı ve yetkisi bulunan sanığa da ayrıca tebliğ edilmesi gerektiği, bu eksiklik giderildikten sonra sanığın süresi içerisinde temyiz dilekçesi vermesi halinde, bu dilekçeye göre temyiz incelemesinin yapılması gerekeceği şeklindeki gerekçesiyle itiraz kanun yoluna başvurmuştur.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın itiraz kanun yoluna başvurması sonrasında Yargıtay Ceza Genel Kurulu; “İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin İHAS 13. maddesi ve CMK’nın 34. maddesinin ikinci fıkrası, Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinin son cümlesi ile CMK’nın 35. maddesinin ikinci fıkrasındaki düzenlemeler ve müdafi ile vekil arasındaki farklılıklar da gözetildiğinde; sanığın ve müdafiinin yokluğunda verilen hükmün müdafiden başka, kamu davasının tarafı, süjesi, ceza sorumlusu, kısacası ilgilisi olan sanığa da ayrıca tebliğ edilmesi gerekir. Burada yapılan tebliğin, kararın içeriği hakkında bilgi sahibi olmayı ve müdafiiin kusurlu davranışı ile kanun yolu başvuru süresini geçirmiş olması halinde, eski hale getirme imkanının bulunup bulunmadığının incelenerek, koşullarının bulunması halinde eski hale getirme talebinde bulunma imkanı amacı taşıdığından, kanun yollarına başvuru süresinin müdafie yapılan tebligat ile başlayacağı kabul edilmelidir.” gerekçesiyle, kapatılan 16. Ceza Dairesi’nin verdiği karara muhalif üyelerden ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı gibi sanığa da ayrıca tebligat yapılması gerektiğini söyleyerek, fakat farklı olarak böyle bir tebliğin yeni bir temyiz süresi başlatmayacağı, sanığa ayrıca yapılan tebliğin yalnızca bilgi sahibi olmayı ve eğer müdafi kusurlu davranışı ile temyiz süresini kaçırmışsa eski hale iade sebebinin bulunup bulunmaması ile ilgili talepte bulunma amacı sebebiyle yapıldığını söyleyerek, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın itirazının değişik gerekçeyle kabulüne karar vermiştir.

III. Konu Hakkındaki Görüşler

Yazı konumuzu oluşturan, tebligatın müdafi dışında ayrıca sanığa da yapılmasının gerekli olup olmadığı ile hangi tebliğden sonra istinaf ve temyiz, yani kanun yolları sürelerinin işlemeye başlayacağı soruları açısından inceleme konumuzu oluşturan Ceza Genel Kurulu kararında üç görüş yer almaktadır.

Konu ile ilgili olarak bir görüşe göre; tebligatın yalnızca sanık müdafisine yapılması yeterli olmayıp, sanık da ceza yargılamasında müdafisinden bağımsız bir süje olduğu ve bunun yanında bağımsız olarak kanun yollarına başvurma hakkı bulunduğu için, tebligatın ayrıca sanığa da yapılması zorunludur. Bu görüş; 06.06.1985 tarihinde 3220 sayılı Yasa ile değişiklik yapılan 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun “Vekile ve kanuni mümesile tebligat:” başlıklı 11. maddesinin 1. fıkrasında yer alan; Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır. Vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir. Eğer tebligat birden fazla vekile yapılmış ise, bunlardan ilkine yapılan tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır. Ancak, Ceza Muhakemeleri Usulu Kanununun, kararların sanıklara tebliğ edilmelerine ilişkin hükümleri saklıdır.” hükmüne dikkat çekerek, kural olarak vekille takip edilen işlerde tebligatın vekile yapılması gerekmekte olsa da, maddede yapılan değişiklikle ceza yargılamasında müdafi ile takip edilen işlerin ayrıksı bir düzenlemeye tabi tutulduğunu söylemektedir.

Bu görüşü savunanlar; Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinde 3220 sayılı Kanunla yapılan değişikliğin gerekçesinde yer alan, “Diğer taraftan Ceza Muhakemeleri Usulu Kanunu'nun 'kararların tefhim ve tebliğ' başlığını taşıyan 33. maddesinde ilgililerin yüzüne karşı verilen kararların tefhim olunacağı ve diğer kararların tebliğ edileceği esası kabul edilmiştir. Görülüyor ki her hükmün ilgiliye bildirilmesi CMUK'nın ana ilkelerinden birisini oluşturmaktadır. Kanun koyucu bu konuda çok hassas davranmış, ilgililerin kanuni haklarını kullanabilmeleri için sanıkların karar ve hükümlerden haberdar edilmelerini öngörmüştür. Hal böyleyken Hukuk Usulu Muhakemeleri Kanunu'nun eski 124. maddesinin mukabili olan Tebligat Kanunu'nun 11. maddesinde geçen vekil kavramı çoğu zaman müdafi kavramı ile aynı mahiyette telakki edilmekte, bu nedenle ceza yargılamasında tebligat bakımından birbirinden farklı uygulamalara ve hatalı sonuçlar doğmasına sebep olmaktadır. Bilindiği gibi hukuk yargılamasındaki vekil ile ceza yargılamasındaki müdafi kavramları birbirinden farklıdır. Vekil, müvekkilden ayrı ve bağımsız bir statüye sahip değildir, bağımlıdır. Temsil ettiği kişinin talimatı ile hareket eder ve onun yokluğunda onun yerine geçer, müdafi ise, yalnızca ceza davasında sözkonusudur. YCGK'nın 25/12/1978 tarihli ve 427507 sayılı kararında da belirtildiği üzere; duruşma vekil için değil sanık için yapılmaktadır, akıbeti de sanığın özgürlüğü veya mali durumu ile kısacası şahsı ile ilgili bulunmaktadır. Bu itibarla ceza davalarında kararların sanıklara tebliğ edilmesine gerek görmemek, müdafisine yapılan tebliği geçerli saymak adalet ilkeleri ile bağdaştırılamayacak durumdur. İşte yukarıda belirtilen görüşlerin ışığı altında uygulamaya açıklık getirmek için 11. maddenin 1. fıkrası yeniden düzenlenmiştir.” ifadelerine atıf yaparak, ceza yargılamasındaki durumun özel hukuk yargısından farklı olduğunu ve bu nedenle ceza yargılamasında sanığa tebligatın yapılmamasının mümkün olamayacağını belirtmektedirler.

Bu görüşü ileri sürenler; Tebligat Kanunu’nun ilgili hükmü yanında 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 35. maddesinin 2. ve 3. fıkralarında yer alan, “Koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek hakim veya mahkeme kararları, hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunur.

İlgili taraf serbest olmayan bir kişi veya tutuklu ise tebliğ edilen karar, kendisine okunup anlatılır.” hükmü ile aynı Kanunun 260. maddesinin 1. fıkrasında bulunan, “Hakim ve mahkeme kararlarına karşı Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık ve bu Kanuna göre katılan sıfatını almış olanlar ile katılma isteği karara bağlanmamış, reddedilmiş veya katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar görmüş bulunanlar için kanun yolları açıktır.” hükümleri gereğince, sanığın müdafiinden bağımsız olarak bir ceza yargılaması süjesi olduğunu, müdafii bulunsa dahi ondan bağımsız olarak kanun yollarına başvurabileceğini, bu sebeplerle de sanığa tebliğ yapılmasının gerekli görülmemesinin sözkonusu olamayacağını ileri sürmektedirler.

Müdafi yanında sanığa da tebligatın yapılmasının zorunlu olduğunu ifade eden görüş son olarak CMK m.261’de yer alan; “Avukat, müdafiliğini veya vekilliğini üstlendiği kişilerin açık arzusuna aykırı olmamak koşuluyla kanun yollarına başvurabilir.” düzenlemesiyle, yine aynı Kanunun 295. maddesinin 2. fıkrasında bulunan; “Temyiz, sanık tarafından yapılmış ise, ek dilekçe kendisi veya müdafii tarafından imza edilerek verilir.” hükümlerine atıf yaparak, kanun yolları başvuruları ile ilgili olarak müdafiinin sanıktan bağımsız ve onun iradesi hilafına hareket edemeyeceğini, bunun yanında zaten müdafii bulunsa dahi sanığın ondan bağımsız olarak kendi başına da kanun yollarına başvuru hakkı olduğunu söylemekte, bu sebeple de sanığa tebligat yapılmasının da müdafiine yapılması yanında zorunlu olduğunu ve kanun yolları süresinde dikkate alınması gerektiğini belirtmektedirler.

Belirtmeliyiz ki, müdafi yanında ayrıca sanığa tebligat yapılması gerektiği görüşünde olanlar da kendi içerisinde iki farklı görüşe ayrılmaktadırlar. Bir görüş; sanığa ayrıca yapılan tebligatta temyiz süresinin başlayacağını ve sanığın bu süre içerisinde temyiz dilekçesi vermesi halinde bu talebin değerlendirilmesi gerekeceğini ifade ederken, diğer görüş ise; sanığa da yapılması gerekli tebligatın yeni bir temyiz süresi işletmeyeceğini, bu tebliğin yalnızca bilgi sahibi olmakla müdafiinin temyiz süresini kaçırmada varsa kusuru eski hale iade talebinde bulunmayı sağlayacağını savunmaktadır.

İncelediğimiz Ceza Genel Kurulu Kararında aksi görüşte olarak karara muhalefet eden üyeler ise; CMK m.35/2 hükmü incelendiğinde müdafii bulunan sanık hakkında verilen ve kanun yollarına başvurulması mümkün bir hükmün sadece sanığa tebliğ edileceğine, müdafiinin tebliğ alma hak ve görevinin kanun tarafından kaldırıldığına ilişkin açık bir düzenlemenin yer almadığını, bu sebeple Tebligat Kanunu 11. madde 1. cümlenin amir ve emredici konumunu sürdürdüğünü, CMK m.35/2’nin bu anlamda bir istisna olmadığını, CMK m.35/2 gereğince sanıklara tebliğin gerekli olduğunu, ancak bu hususun temyiz hakkının kullanılabilmesinin ön koşulu olmadığını, bu maddeye göre yapılan tebliğin temyiz süresini yeniden başlatmayacağını, uyuşmazlığın çözümü için Tebligat Kanunu’nun 11. maddesi ve gerekçesi ile CMK’nın ilgili hükümleri, özellikle 35/2. maddesi arasındaki ilişkinin incelenmesi gerektiğini, Anayasanın 40/2. maddesinde, CMK’da ve ilgili diğer mevzuatlarda sanık müdafiinin sanığın savunmasını yapma, sanık adına yapılan tebligatı alma ve kanun yollarına başvurma gibi tüm konularda vekile göre daha az yetkili olduğuna dair bir ayırım ve düzenlemenin yer almadığını, Tebligat Kanunu m.11/1 uyarınca gerekçeli kararın sanık müdafiine tebliğinden sonra ayrıca sanığa tebliğinin temyize imkan vermeyeceğini, yine İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 10.07.1940 tarihli ve 07/75 sayılı kararında bulunan, “Davanın son dereceye kadar takibi için vekil tayin etmiş olan bir kimseye ilam tebliği mümkün bulundukça müvekkiline tebligat yapılması kanuna aykırı ve bu sebeple tebliğ dahi hükümsüz olduğundan, kanun yoluna başvurma için belli olan süre böyle yolsuz bir tebliğ üzerine cereyan etmez…” ile Yargıtay CGK’nın 16.09.1985 tarihli, ve 178/361 sayılı, 26.05.1986 gün ve 561/295 sayılı kararlarında yer alan, “kararların sanık müdafiiine tebliğinin yeterli olduğu ve ayrıca sanığa tebliğe gerek bulunmadığı…” ifadelerine yer vermek suretiyle aksi görüşü savunmuşlardır.

IV. Değerlendirme

Öncelikle belirtmeliyiz ki; istinaf ve temyizde, yani olağan kanun yollarında başvuru süresinin kaç gün olduğu ve ne zamandan itibaren başlayacağı ile ilgili hususları “İstinafta ve Temyizde Tefhimin ve Tebliğin Sonuçları” başlıklı yazımızda açıklamıştık.

İlk olarak değinmek istediğimiz konu; ilgililerin öğrendiği andan itibaren mi, yani tefhim yapılması sözkonusu ise bu andan itibaren mi, yoksa usulüne uygun tebligat yapılması ile mi kanun yolları süresinin başlayacağıdır.

“Temyiz istemi ve süresi” başlıklı 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu m.291’e göre; “(1) Temyiz istemi, hükmün açıklanmasından itibaren on beş gün içinde hükmü veren mahkemeye bir dilekçe verilmesi veya zabıt katibine bir beyanda bulunulması suretiyle yapılır; beyan tutanağa geçirilir ve tutanak hakime onaylattırılır. Tutuklu bulunan sanık hakkında 263 üncü madde hükmü saklıdır.

(2) Hüküm, temyiz yoluna başvurma hakkı olanların yokluğunda açıklanmışsa, süre tebliğ tarihinden başlar”.

“İstinaf istemi ve süresi” başlıklı 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu m.273’ün ilk iki fıkrasına göre; “(1) İstinaf istemi, hükmün açıklanmasından itibaren yedi gün içinde hükmü veren mahkemeye bir dilekçe verilmesi veya zabıt kâtibine bir beyanda bulunulması suretiyle yapılır; beyan tutanağa geçirilir ve tutanak hâkime onaylattırılır. Tutuklu sanık hakkında 263 üncü madde hükmü saklıdır.

(2) Hüküm, istinaf yoluna başvurma hakkı olanların yokluğunda açıklanmışsa, süre tebliğ tarihinden başlar”.

Yukarıda yer verdiğimiz iki hüküm uyarınca; kanun yolları sürelerinin öğrenilme, yani tefhim ile mi, yoksa usulüne uygun tebligat yapılmasıyla mı başlayacağı sorununun çözümünün açık olduğu anlaşılmaktadır. Her iki hükmün de ikinci fıkralarında; istinaf veya temyiz kanun yoluna başvurma hakkı olanların yokluğunda hükmün açıklanması durumunda kanun yollarının usulüne uygun tebliğ ile başlayacağı belirtilmiş olup, bu hükümlerin mefhum-u muhalifinden anlaşılacağı üzere hüküm eğer kanun yollarına başvuru hakkı olanların yokluğunda açıklanmıyor, yani yüzlerine okunarak açıklanıyor ise olağan kanun yolları olan gerek istinaf ve gerekse temyiz kanun yolları süreleri tefhimden itibaren işlemeye başlayacak, aksi olduğu takdirde ise ilgililere usulüne uygun tebligat yapılmasıyla kanun yolları süreleri işleyecektir.

İkinci olarak incelenmesi gereken, usulüne uygun tebligat yapılması ile ilgili olarak Ceza Muhakemesi Kanunu’nun tutuklu ve tutuklu olmayanlar arasında herhangi bir ayırıma gidip gitmediğidir. Gerek yukarıda yer verdiğimiz hükümler ve gerekse de Ceza Muhakemesi Kanunu’nun tümü bir bütün olarak incelendiğinde, kanun koyucunun hükmün usulüne uygun tebliğ edilmesi ile ilgili olarak kişinin tutuklu bulunup bulunmaması bakımından herhangi bir ayırıma gitmediği anlaşılmaktadır. Ceza Muhakemesi Kanunu’nda kişinin tutuklu bulunması halinde, tutuksuz bulunması halinden farklı olarak mutlaka kendisine tebligat yapılması gerektiğine dair bir düzenleme yer almamaktadır.

Bu hususlar hariç, 24.02.2022 tarihli Ceza Genel Kurulu kararının esas konusunu oluşturan temyiz süresinin hangi andan itibaren işlemeye başlayacağı konusu ise açığa kavuşturulmamış gözükmektedir. Bu konu ile ilgili görüşümüzü “İstinafta ve Temyizde Tefhimin ve Tebliğin Sonuçları” başlıklı yazımızda açıklamıştık. Yazımızda; CMK m.35/2 hükmü ile Tebligat Kanunu m.11/1’e yer vererek, bu hükümler ışığında sanık ve müdafinin yokluğunda tefhim edilen kararın 7201 sayılı Kanun m.11 uyarınca vekile tebliğ edileceğini, kararın ayrıca sanığa da tebliğ edileceği yönünde bir düzenleme bulunmadığını, istinaf ve temyiz kanun yoluna başvuru sürelerinin hesabında, kararın vekile tebliğ edildiği tarihin esas alınacağını belirtmiştik. Yine aynı yazımızda bu görüşü destekler nitelikte olan Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 06.11.1989 tarihli, 1989/8-268 E. ve 1989/338 K. sayılı kararındaki; “(…) Hükmü temyiz edebilme yetkisi, kamu davasının tüm aşamalarında sanığın savunmasını üstlenen vekilin yasal görevi içinde bulunmaktadır. Dolayısıyla yoklukta tefhim olunan kararın vekile tebliğ edilmesi gerektiği gibi, ayrıca sanığa yapılan tebligatın hukuksal geçerliliği de yoktur. (…) Vekille kendisini savunan sanığa, ancak vekile tebligat olanağı bulunmadığı takdirde tebligat yapılabilir. Dolayısıyla da, ancak bu durumda yapılan tebligatın hukuksal geçerliliği bulunabilir (…).” ifadelerine yer vermiştik.

İnceleme konumuzu oluşturan ve güncel bir tarihte verilen Ceza Genel Kurulu kararında ise, artık sanığa da müdafisinin yanında ayrıca tebligat yapılması gerektiği düşüncesinin açıkça ortaya koyulduğunu ve bundan sonra uygulamanın bu yönde gelişmesinin sözkonusu olacağını söylemek gerekmektedir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun bu kararına rağmen, konunun hala tam olarak açığa çıkarılamadığını söylemekte fayda vardır. Ceza Genel Kurulu; sanığa da müdafiinin yanında ayrıca tebligat yapılması gerektiğini, bilgi sahibi olma ve eski hale iade başvurusu yapabilmesi açısından şart görürken, kapatılan 16. Ceza Dairesi kararına muhalefet şerhi düşen üyeler ile itiraz yoluna başvuran Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı sanığa ayrıca yapılan tebligatın bir temyiz süresi işleteceğini savunmaktadırlar ki, yazımızda yer verdiğimiz önceki tarihli Yargıtay kararlarında da farklı görüşlerin ortaya koyulduğu anlaşılmaktadır.  Hal böyle iken, konunun karmaşık olduğu ve yeknesaklığın sağlanamadığı görülmektedir.

Yazı konumuzu oluşturan Ceza Genel Kurulu kararında da belirtildiği üzere kanun yollarına başvuru konusu; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 6. maddesinde düzenlenen adil/dürüst yargılanma hakkı, Anayasanın 36. maddesinde bulunan hak arama hürriyeti ile yine “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı Anayasanın 40. maddesi ile yakından ilgilidir. Temel hak ve hürriyetlerle yakından ilgili olan bir konu ile ilgili olarak farklı görüşlerin bulunması ve uygulamada herhangi bir standardın sağlanamaması “hukuk devleti” ilkesi bakımından sakıncalıdır. Konu ile ilgili her bir görüş incelendiğinde, her birisinin bir dayanağının olduğu ve savunulabileceği de anlaşılmaktadır. Temel hak ve hürriyetlerle ilgili olan kanun yollarına başvuru gibi bir konuda böylesine farklı görüşlerin olması ve uygulamada yeknesaklığın sağlanamaması, bireylerin hak arama hürriyeti hususunda sakıncalı durum oluşturmaktadır. Bu sebeple; konunun daha da açığa kavuşturulması, farklı ve yoruma dayalı görüşlerin engellenmesi, uygulamada yeknesaklığın sağlanması amacıyla 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nda veya 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda konu ile ilgili tartışmalara mahal vermeyecek daha açık kanuni düzenlemenin yapılması gerektiği düşüncesindeyiz.

Son olarak belirtmeliyiz ki; sanığa ayrıca tebligat yapılmasının temyiz süresi başlatacağı yönünde açık kanuni düzenlemeye gidilmesi veya aynı yönde bir Ceza Genel Kurulu kararı verilmesi halinde, temyiz kanun yolu süresini kaçıran müdafiin, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun “Görevi kötüye kullanma” başlıklı 257. maddesinde yer alan; (1) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” hükmünden yargılanması ve cezalandırılması da mümkün olmayacak, çünkü bu durumda sanığa yapılan tebligatla sanık için temyiz süresi işlemeye başlayacağından ve sanık temyiz başvurusu yapabileceğinden, müdafiin temyiz süresini kaçırması sanık yönünden herhangi bir hak kaybına yol açmayacak, böylece hükümde yer alan “kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olma” şeklindeki objektif cezalandırma şartı gerçekleşmeyecektir.

Prof. Dr. Ersan Şen

Av.  Cem Serdar

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)