Dönemleri değil, sorunları incele.” Lord Acton,

Geride bıraktığımız yirminci ve içinde bulunduğumuz yirmi birinci yüzyılda yaşananların bize gösterdiği gerçeklerden birisi de, birden çok etnik ya da dini kimliğin bir arada yaşadığı ülkelerde, demokrasiyi yerleştirmenin, demokrasiyle birlikte ekonomik kalkınmayı sürdürmenin son derece zor ve hatta çoğu zaman imkansız olmasıdır.  

Zira bu ülkelerdeki etnik veya dinsel kimliklerin varlığı, bu kimliklerin giderek topluma ve ülke yönetime egemen olmaya başlaması ve hatta egemen olması, demokratikleşme ve demokrasiyle kalkınma sürecinin önündeki en önemli engeldir.

Dahası, bir ülkedeki etnik veya dinsel kimliklerin varlığı, o ülkede sadece demokratikleşmeyi ve demokrasiyle kalkınmayı engellememekte, halkın bir kesiminin buna karşı çıkarak direnmesi, o ülkedeki iç barışı tehdit etmekte, bu tehdit bir iç savaşın çıkmasını ve o ülke bütünlüğünün parçalanmasını da tetiklemektedir.

Geçen yüzyılın özellikle ikinci yarısında bazı ülkelerde başlayan iç savaşlar, bu savaşlar sonunda kimi ülkelerin parçalanmış olması bunun kanıtıdır.

Bu olgunun en önemli nedeni, küreselleşme, küreselleşmenin ortaya çıkardığı karşılıklı bağlantılık ve yarattığı kırılmaya her an hazır fay hattının da küreselleşmiş olmasıdır. Küreselleşmiş olan bu fay hattı, emperyal devletlerin etkisiyle zamanı geldiğinde kırılmakta ve bu kırılma da, ülkelerin parçalanmasına kadar giden yerel düzeydeki iç savaşlara neden olmaktadır. Bunun en son ve en trajik örnekleri Irak ile Suriye’dir. 

On yedinci yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan ve giderek dünyaya egemen olan küreselleşme, Andrew Heywood’un Politics/Siyaset isimli kitabında tanımladığı üzere, “hayatlarımızın gittikçe bizden uzak bir mesafede alınan kararlar, meydana gelen olaylar tarafından şekillendirildiği karmaşık bir karşılıklı bağlantılıklar ağıdır.” (Andrew Heywood, Liberte Yayınları, 2006, sayfa 200) Bu ağ zaman içinde gelenek ile buna muhalif olanları karşı karşıya getirerek gelenekten kopuşa neden olmakta, bu kopuş ile birlikte, gerek dünya genelinde, gerekse yerel düzeyde, bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal alanların hemen hemen tamamında önemli dönüşümler ve değişimler meydana gelmektedir.  

Dinci ve etnik fundamentalistleri yaratan bir diğer önemli etken de, kiliseye, krallığa, feodaliteye, kapitalizme karşı olan, sekülerizm/dünyevileşme ile laikliği savunan, akıl ile bilime dayanan Aydınlanma Felsefesinin bir ürünü ve dahi o da küreselleşmiş bulunan modernleşmeye yönelik tepki ve dolayısıyla modernleşmedir.

Bütün bu hususlarda etkili olan bir diğer unsur ve araç da, küreselleşen medyadır. Yazılı, görsel ve sanal alanlarda son derece etkili bir şekilde faaliyet gösteren, emperyal güçlerin tekelinde ve kontrolünde bulunan küreselleşmiş medya, küreselleşmenin en başarılı olduğu alanlar olan moda, popüler müzik, TV, filmler gibi kültürel tüketim malları aracılığıyla tüketiciler üzerinde etkili olmakta, bu etki de, etnisite ve din motifli karşı etkiyi  tetiklemektedir.

Bu etkileşime bağlı ve bunun sonucu olarak, pek çok ülkedeki müesses rejimin meşruiyeti sarsılmakta, ülke sınırları içinde karışıklıklar meydana gelmekte, ekonomik sıkıntılar ve yönetim zaafı ile birleşen bu durum, ortamı etnik ve nitelikteki marjinal akımlara bırakmakta, mülteci göçleri ile sığınmacılar esasen karışık olan bu ortamı daha da kaotik bir hale getirmekte ve bu durum, sadece o ülkenin kalkınma çabasını ve demokratikleşmesini engellememekte, yanı sıra o ülkenin parçalanmasına da neden olmaktadır.

Esasen reel bir olgu ve süreç olan, birçok yönü bulunan, içinde çok sayıda çelişkiyi barındıran küreselleşme, bu özellikleri nedeniyle tekil bir küresel toplum yaratamamış,  aksine çok sayıda ulus-devlet yaratmış ve bu suretle gelişmiş ülkelerle, gelişmemiş, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler arasında mevcut bulunan ideolojik fay hattını daha da keskinleştirmiştir.

Keskinleşen ve son derece tehlikeli bir çizgide ilerleyen bu ideolojik parçalanma, emperyal güçlerin desteğiyle örnekleri Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Libya’da görülen dinci ve etnik fundamentalistler yaratmıştır.

Oysa geçmişte, liberalizm, kapitalizm, sosyalizm gibi daha güçlü ve sağlam klasik ideolojiler, müesses yapılara ve kurumlara karşı olan yerel ve küresel başkaldırının harçlarıydı. Zaman içinde bu ideolojilerden sosyalizm, dünyanın pek çok ülkesindeki etkisini ve nüfuzunu yitirmiş, etkisini ve nüfuzunu yitirmediği ülkelerde yerellik sınırları içinde kalmış, bir zamanların üçüncü dünya sosyalizmi adıyla maruf olan ve küresel bir değişimi temsil eden anlayış, dünyadaki ve pek çok ülkedeki yerini kara deliklerin ideolojisine bırakmıştır.

Ne yazık ki, İşid, Daiş, Taliban, Hindu, Sih, Budist milliyetçileri gibi etnik ve dini kimlikler ile İsrail’deki Yahudi fundamentalistler ve yine başını Suudi Arabistan ile bir kısım Körfez ülkelerindeki Vehabilerin çektiği ipleri ABD’nin elinde olan çağdışı güçler ve fundamentalistler, bu kara delik ideolojilerinin temsilcisidirler.

Tarihin bize gösterdiği en önemli gerçek, iktidarı ele geçiren fundamentalist rejimlerin, etnik ve dini temelli katı diktatörlükler kurmalarıdır. Arkalarındaki halk desteğini sağlamak, genişletmek, tahkim etmek ve iktidarlarını korumak amacıyla bu yapıların, emperyal güçlere karşı kullandıkları ama aslında göz boyamaktan ibaret olan ortak ve birbirine benzer dil,  hen her ülke halkının üzerinde haklı olarak fazlasıyla duyarlı olduğu “milli birlik ve beraberlik gibi, beka gibi, dış güçler gibi, yerli ve milli olmak gibi” sloganları esas alan popülist dildir.

Bütün bunlar, dünyanın tekil bir küresel toplum yolunda ilerlemediğinin, emperyal güçlerin ve bu güçlerin yönetim şekli olan kapitalizmin eşitsiz bir şekilde iktidarını sürdürmek için bütünleştiğinin, bu amaçla kendisine ait olmayanı, kendisi gibi olmayanı dışladığının ve bu yolla kendi sömürü düzenini devam ettirdiğinin kanıtıdır.

Dünya olarak yaşadığımız ve Türkiye olarak bizim de nasibimizi aldığımız bu karmaşıklık, az ya da çok tarih bilgisi ve bilinci olanların yabancısı olduğu bir karmaşıklık değildir, bu bilinçte olanların çoğunluğunun “biz bu filmi daha önce görmüştük” diyeceği bir karmaşıklıktır. Küreselleşme, bu karmaşıklığın sadece içeriğini, ölçüsünü, boyutunu değiştirmiş, emperyal güçlerin iktidarını ise perçinlemiştir. Emperyal güçlerin küreselleşmiş iktidarı ise, tam da geçmişte olduğu gibi “böl ve yönet” anlayışıyla kendi sömürü düzenini sürdürmekte ve bu amaçla belirlediği ve parsellediği ülkelere göçmen ihraç etmektedir.

Bundan amaç, hem emperyal ülkelerin kendilerini korumaları hem de göçmen ihraç edilen ülkelerin demografik yapılarını bozmaktır.

Kuşkusuz emperyal ülkelerin neden olduğu ve yarattığı savaştan kaçarak canlarını kurtarmak için göç etmek zorunda kalan insanların bunda bir kusuru yoktur. O nedenle, o insanlara karşı çıkmak, onlara husumet duymak doğru değildir. Aksine mağdur durumda olan o insanlara karşı insanca yaklaşmak, onların haklarına saygılı olmak, onların haklarını korumak, bu amaçla onları geçici olarak misafir kabul etmek, bu insanların kendi ülkelerindeki koşullar normalleştiğinde, bu insanları kendi ülkelerine uğurlamak gerekir.  

Lord Acton, “dönemleri değil, sorunları incele” der. Doğru da der. Zira dönemleri yaratan ve şekillendiren, sorunlardır. Esasen hakikat de, hakikatin anlaşılması da, dönemlerin değil, sorunların altındadır. Hakiki olan ve ihtiyacımız bulunan şey akıl ve bilimdir. Hakiki olan ve ihtiyacımız bulan şey demokrasidir. Hakiki olan ve ihtiyacımız bulunan şey, demokrasiye mündemiç olan laikliktir. Hakiki olan ve ihtiyacımız bulunan şey, insan haklarıdır. Hakiki olan ve ihtiyacımız bulunan şey, iç ve dış politikada “yurtta barış, dünyada barış” ilkesidir. Hakiki olan ve ihtiyacımız bulunan şey, hukuktur, adalettir. Hakiki olan ve ihtiyacımız bulunan şey, hukuku, hukuk devletini, yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını tesis ve inşa etmektir. Hakiki olan ve ihtiyacımız bulunan şey, parlamenter demokrasidir. Hakiki olan ve ihtiyacımız bulunan şey, bir denetleme ve dengeleme sistemi olan kuvvetler ayrılığı sistemidir. Hakiki olan ve ihtiyacımız bulunan şey, yönetimde açıklık, şeffaflık ve denetimdir.

Ve esasen hepimizin üzerinde duyarlı olduğumuz milli birliğin ve beraberliğin tesisi ve sürdürülmesi, ülkenin bekasının sağlanması, ancak ve ancak bunların yapılmasıyla mümkündür. Gerisi boştur, gerisi içi gerektiği gibi doldurulamamış popülist bir slogandır, gerisi lafı güzaftır.