Kuvvetler Ayrılığı; yasama, yürütme ve idare ile yargı yetkileri olarak adlandırılan ve millete ait olan kamu kudretinin bir elde toplanmayıp, “demokratik hukuk devleti” ilkesine uygun bir şekilde kamu kudreti kullanıcıları arasında paylaştırılmasıdır. Esas olan, bir kuvvetin diğerinin yetki alanına müdahale etmemesidir. Halkın seçtiği temsilcilerden oluşan yasama organı hukukun evrensel ilke ve esasları ışığında kanunları çıkarır, yürütme organı ve idare bunları uygular, millet adına karar veren yargı organı da kanunları esas alarak hukukilik denetimi yapar ve uyuşmazlıkları çözer. Demokratik hukuk toplumları, “kuvvetler ayrılığı” ilkesinden hareketle yönetim sistemini oluşturur. Anayasa ile kurulu düzenin temeli, “kuvvetler ayrılığı” ilkesine dayandırılmalıdır.

“Kuvvetler ayrılığı” ilkesinin tersini, kuvvetler birliği gösterir. Buna göre; yönetim organlarından (yasama, yürütme veya yargı erklerinden) birisinin veya bir kişinin bütün yetkilere sahip olması, yani toplumda bir gücün ortaya çıkarak, diğerlerine üstünlük sağlaması ve onlardan bağımsız hareket etmek suretiyle görev ve yetkilerini kullanabilmesidir. Kişi hak ve hürriyetleri için olumsuz uygulama ve sonuçların ortaya çıkmasına sebebiyet veren, baskıcı ve sınırlayıcı yönetim biçimlerinin doğmasına neden olabilen kuvvetler birliği, kişi hak ve hürriyetlerinin güvenliği ve kullanılabilirliği açısından uygun görülmez ve kabul edilmez.

16 Nisan 2017 tarihli referandumla birlikte 1982 Anayasası’nda öngörülen parlamenter sistem yerini başkanlık sistemine bırakmıştır. Her ne kadar sistemin Anayasada bilinen adı “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olsa da, bilinen yönetim sistemlerinden olan başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter temsili demokrasi sistemleri arasında, yapılan değişikliğe uygun düşeninin başkanlık sistemi olduğu tartışmasızdır. Bu değişiklik bir rejim değişikliği olmayıp, yönetim sisteminin değiştirilmesi olarak kabul edilmelidir, çünkü alt başlıkları olsa da bilinen rejimler, cumhuriyet ve monarşidir. Cumhuriyet rejiminde, egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir. Temsili demokraside, yönetenleri halk seçtiği sürece monarşiden bahsedilemez. Ancak temsili demokrasinin kabul ettiği seçim biçimi ve hukuk düzeni, onun ne derece demokrasiye ve hukukiliğe yakın olup olmadığını ortaya koyar. Bu nedenle, hükümetin parlamento üyelerinden birisi tarafından kurulmasını öngören parlamenter sistem ile hükümetin başı olan başkanı veya cumhurbaşkanını doğrudan halkın seçtiği başkanlık sistemi ve yarı başkanlık olarak bilinen, hem başkanın ve hem de icra kuvvetinde yer alan başbakanı ve bakanları öngören sistemi, Cumhuriyet ve demokrasi içinde değerlendirmek gerekir. Monarşi rejimini benimseyip de, bunu sembolik tutarak, demokrasi ile hukukun evrensel ilke ve esaslarını benimsemiş memleketler de vardır. Bunlardan İngiltere, monarşi rejimine sahip olmakla birlikte, aktif yönetim bakımından esasen Cumhuriyeti ve temsili demokrasi içinde de parlamenter sistemi uygulamaktadır.

Belirtmeliyiz ki; ülkemizde benimsenen yeni yönetim sisteminde erkler arasında ve özellikle de yasama ile yürütme bakımından sert kuvvetler ayrılığının öngörüldüğü söylense de, hem Cumhurbaşkanın aynı zamanda siyasi partinin genel başkanı olmak suretiyle yasama organına, yani TBMM’ye müdahale edebilmesi ve hem de yetki kanununa dahi ihtiyaç duyulmaksızın birçok konuda çıkarılabilecek Cumhurbaşkanlığı kararnameleri, bunun yanında da Cumhurbaşkanı tarafından Meclise iade edilen kanunların tekrar kabulünde aranan nitelikli çoğunluk, sert kuvvetler ayrılığı modelinin benimsenmediği, yalnızca başkanlık sisteminden söz edildiği, fakat onun da adının Anayasada Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak gösterildiği, tüm bunlar dikkate alındığında, erkler arasında, bilhassa da yürütmeden yasamaya doğru müdahale imkanının açık bırakıldığını, halkın temsilcileri olarak bilinen milletvekillerinin adaylık sürecinde belirlenmesinden itibaren, işleyecek tüm yönetim sürecinde geçmişe göre bir iyileşmenin yaşanmadığı fikri ileri sürülebilir.

Bunun yanında; yeni yönetim sistemine ilişkin yasal uyarlamaların bitirilmeyişi, kanun tekliflerinin hazırlanmasında belirsizlik, eski usulde olan kanun tasarısı sisteminin kaldırılması, ancak bunun yanında yürütme organının yasamaya etkisinin devam etmesinden dolayı kuvvetlenmemiş Meclis ve Meclis Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinde yer alan ve temsili demokrasinin ana noktası olan, eski sistemde sorumlu olmayan Cumhurbaşkanına Bakanlar Kurulu üzerinde tanınmış fren-denge sisteminin, yeni yönetim biçiminde Cumhurbaşkanlığı Hükümeti üzerinde Meclise layıkıyla bırakılmaması, yeni yönetim anlayışında fren-denge sisteminin beklendiği gibi oluşturulamadığını göstermektedir. Gerek milletvekillerinin belirlenmesinde ve seçilmesinde öngörülmemiş önseçim ile kaldırılmamış yüzde onluk ülke seçim barajı, gerekse de bakanların belirlenmesinde Cumhurbaşkanının yegane yetkili görülüp, ABD ülkesinde olduğundan farklı olarak Meclise tanınmayan onay yetkisi, akla Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyolojik yapısı ile demokratik gelişmişliğinden kaynaklanabilecek bazı sakıncaları bertaraf etmenin öncelendiğini, yani temsilde adaletten ziyade, yine yönetim istikrarının gözetildiğini, fakat bunun beraberinde “erkler arası kuvvetler ayrılığı” ilkesini sarsabileceği, kurumların işleyişini ve fonksiyonlarını bozabileceği göz ardı edilmemelidir.

Buna ek olarak; her ne kadar Anayasada ve ilgili mevzuatta bağımsızlığına ve tarafsızlığına vurgu yapılsa da, devletin değil, milletin yargısı olup, Türk Milleti adına yargı görevi ifa eden mahkemeler ile hakimlerin ve savcıların bağımsızlıkları ile tarafsızlıklarının teminatlarının gözden geçirilmesi ve yeniden düzenlenmesi şarttır. Bu belki teorik bir yaklaşım olarak düşünülüp, hukuk zihniyetinde değişikliğin olmadığı durumda olumlu sonuç vermeyeceği yönüyle eleştirilebilir. Bizce bu eleştiri doğru değildir, çünkü fikriyat ile samimiyetin temeli kurallardan geçer. Toplumu idare eden ve dahi devleti bağlayan kuralların hiyerarşik manzumesini oluşturan ilke ve esaslar bağlayıcı biçimde öngörülmedikçe, kamu otoritesini idare edenlerden de, hukukun evrensel ilke ve esaslarına saygı beklemek mümkün değildir. Her ne kadar, hukuk kurallarına saygı; bir eğitim ve öğretim meselesi görülüp, insanın içinden gelen değerler olarak önerilse de, esasen bu düşünceyi otokontrole bağlamaktan öteye geçilmesi ve Anayasa ile kanunlarda hukukun evrensel ilke ve esaslarına saygıyı zorunlu kılan üst kurallara yer verilmesi şarttır. Bu nedenledir ki, Türk Yargısı bakımından Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) oluşum biçiminin gözden geçirilmesi ve değiştirilmesi gerekmektedir. Bu değişiklik elbette Türk Milleti adına yargı görevi ifa edenlerin bağımsızlık ve tarafsızlıklarını güçlendirmeli, yoksa onların şahsi kuvvetlerini artırmak suretiyle diğer erklere müdahale edebilecekleri anlamını taşımamalıdır.

Gerçekten de Türk Hukuku’nun açmazı; Türkiye Cumhuriyeti’nin kronikleşmiş demokratikleşme ve hukukileşme sürecini akamete uğratan sebeplerin bazen samimi ve bazen de kullanışlı vasıtalar olarak öne alınıp, hukukun evrensel ilke ve esaslarına ters düşen kuralları ve uygulamaları devam ettirme ısrarından kaynaklanmaktadır. İşte demokrasi ve hukuk anlamında zihniyet sorunu tam olarak burada yatmaktadır. Bu sorunun çözümü en iyi Anayasayı, yönetim sistemini ve kanunları icat etmekten geçmez.