Demokratik devletler açısından evrensel kabul edilen insan haklarının temel normu olan insan yaşamının korunması hususunda AİHS m.2 ve Anayasa m. 17/1 temel düzenlemeler içermektedir. Söz konusu Yaşama hakkı, ağırlığı sebebiyle katı yorumlamalara ve etkili bir koruma sağlaması açısından caydırıcı düzenlemelere tabi olmaktadır.

Devlet ve yetkili idari makamlar, insan yaşamını koruma konusunda sadece kasıtlı öldürmeleri engellemekle değil kendi yetki alanı içerisindeki bireylerin yaşamlarını koruma konusunda yeterli çabayı ve tedbiri göstermek bahsinde pozitif yükümlülüklere sahiptirler. Bu yükümlülükler özellikle tutuklu bulunan, gözaltında olan kişiler, akıl hastalığına sahip olup akıl hastanelerinde tedavi gören bireyler ve askerlik hizmeti altında bulunan kişilerin yaşam haklarının korunması konusunda büyük önem arz eder.

Psikolojik anlamda zor süreçler geçiren yahut çeşitli kötü muameleye dayanamayarak kendi yaşamlarına son verme gayreti içerisindeki bireyleri bu tür girişimlerinden koruma görevi yine devlet ve yetkili idari makama aittir. AİHM bu yükümlülüğü ilk defa 09/06/1998 tarihli LCB/ Birleşik Krallık  davasında verdiği

"Mahkeme, Sözleşme’nin 2. maddesinin birinci cümlesinin, Devlete sadece “kasten” öldürmekten kaçınma yükümlülüğü değil, ancak aynı zamanda kendi yargı yetkisi altında bulunan kişilerin yaşamını korumak için gerekli tedbirleri alma yükümlülüğü de yüklediğini hatırlatmaktadır

(L.C.B/Birleşik Krallık, 9 Haziran 1998) "  kararıyla tespit etmiştir. Asgari bir normal gözetim ve çeşitli rutin muameleler (mahpusun ip olarak kullanabileceği araçların alınması vb.) bu konudaki pozitif yükümlülüklerin en temelini oluşturmaktadır.

Türkiye'ye dair mahkemenin ihlal sonucuna vardığı temel kararlardan birine örnek verecek olursak Kılınç/Türkiye kararını verebiliriz. Psikolojik rahatsızlıkları olmasına rağmen silah altına alınan bir askerin komuta kademesinin çeşitli baskılarına dayanamayarak intihar ettiği -İleri derecede rahatsızlığı bulunmasına rağmen silahlı nöbete verilmiştir- bu davada özellikle tıbbi kontrollerin savsaklanması göze çarpmaktadır. Mahkeme söz konusu kararla genel olarak devletler açısından alınması gereken önlemlerin hususuna da yetkin bir açıklama getirme yoluna gitmişitir.

Mahkeme ayrıca açıkça Avrupa İşkencenin Önlenmesi Sözleşmesi kapsamında İşkencenin Önlenmesi Komitesi’nin 1992 yılında “kişilere gözaltında uygulanan işkence ve diğer ciddi kötü muamele uygulamalarının Türkiye’de yaygın olduğu” ve hatta 1996 yılında “işkence ve diğer ciddi kötü muamele uygulamalarına Türkiye’deki polis kurumlarında yaygın bir şekilde başvurulmaya devam edildiği” yönündeki tespitlerine atıfta bulunduğu bir kararda (Agit Salman/ Türkiye )

"Bireyin gözaltında ölmesi durumunda devlet makamlarının bireye gözaltında yapılan muamele ile ilgi olarak bir açıklamada bulunma yükümlülüğü özellikle katıdır. ...Aslında, tatmin edici ve inandırıcı bir açıklamada bulunma konusunda ispat yükü resmi makamlara aittir."  diyerek gözaltı sürecinde sağlık durumu kötüleşen veya hayatını kaybeden bireylerin bu durumundan devleti birinci derece sorumlu tutmuş ve makul açıklamalar yapma yükümlülüğü ile bu tür olaylarda ispat yükünü idareye yüklemiştir.

Yine Türkiye' ye dair bir kararda Devletin bu tür yükümlülüklerine ilişkin sorumululuklarının aynı zamanda ilgili şahısların dahil edileceği her türlü adli faaliyeti de kapsadığını belirtmiştir. Söz konusu karar 21/11/2000 tarihli Demiray / Türkiye kararıdır. Mevzu bahis olayda gözaltında bulunan şahıs itirafçı olmasının ardından silahların saklandığı yeri göstermek amacıyla çıkılan arazide terör örgütü PKK'nın döşediği mayınların infilak etmesi sonucunda hayatını kaybetmiştir. AİHM bu davaya ilişkin verdiği kararda Ahmet Demiray'ın hayatını korumak için resmi makamların gerekli tedbirler almadığına hükmetmiştir.

AİHM , ilgili tüm makamları söz konusu şahısların vücut bütünlüğüne diğerleri tarafından zarar verilmesi hususunda da sorumlu tutmuştur. Mahkumların hapishane koşullarında birbirlerine verdikleri zararlar bahsi burada tipik örnekler teşkil etmektedir. Mahkeme, şahısların birbirlerine verdikleri zararlarda yeterli önlemlerin alınmadığını tespit eder yahut haberdar olmalarına rağmen gerekli müdahaleyi yapmamış veya müdahale etmede geç kalmış muhafızların varlığını ortaya çıkarırsa ilgili tarafı sorumlu tutabilmektedir.

Özellikle Türkiye'nin karanlık dönemlerinde var olmuş gözaltında  kaybolan kişiler olgusu da AİHM'de Türkiye aleyhine açılan davalarda sık sık tartışılmaktadır. Kayıp ailelerinin doksanlı yıllardan beri süregelen hak arayışları Türkiye aleyhine yapılan AİHM başvurularında vücut bulmaktadır. Bu konuyla alakalı olarak AİHM içtihatları incelendiğinde idari makamların gözaltına alınanların akıbetleri konusunda makul açıklamalar getiremedikleri durumlarda ve cesedin yokluğu halinde, olayın koşullarına ve delillere dayanarak gözaltına alınanın öldüğü farz ederek AİHS m.2'nin ihlali olduğuna karar verebilmiştir. Acar/ Türkiye, Timurtaş / Türkiye ve Ertak / Türkiye kararları bu bahisle incelenmeye değer kararlardır.

Görüldüğü üzere mahkeme , devlet otoritelerini yaptıkları kadar yapmadıkları şeylerden de sorumlu tutmaktadır. AİHM sadece olayın içeriği ile bağlı kalmayıp esas yönünden inceleme yaptığı kadar usul yönünden de incelemelerde bulunarak söz konusu ihlal kararlarının şekillendirmektedir.AİHS m.2'nin ihlaline dair davalarda görülmektedir ki; Kamu otoritelerinın suçun meydana gelmesinden sonra usuli gerekleri yerine getirmeyip soruşturmayı olması gerektiği gibi başlatmadığı , yürütmediği yahut yürütüldüğü süreçte özellikle delilleri gerektiği gibi toplamadığı, kararttığı görülürse bu da ihlal kararını verdiren ve güçlendiren nitelikler arasına girmektedir.

Burak ELİK

Hukuk Fakültesi öğrencisi

İşbu yazı Anayasa Mahkemesi insan hakları bilgi bankasından, Prof. Dr. Durmuş Tezcan'ın 2009 baskı yılı olan insan hakları el kitabından TBB dergisi'nde yayınlanan Serkan Cengiz imzalı "AİHM Kararları ışığında Yaşam Hakkı " adlı makaleden yararlanılarak yazılmıştır.