GİRİŞ

İnsanoğlu dışa dönük maddi yönüyle simetrik ve geometrik bir görünüme sahip iken, içe dönük manevi yönüyle oldukça kompleks ve gel-gitler yaşayabilen yapıya sahip bir varlıktır. Dışsal olarak simetrik yerleştirilmiş  iki el, iki kulak, iki göz, iki ayağa ve geometrik orantılı en ve boya sahip iken; içsel olarak aldığı ani ve acı bir haber nedeniyle bir dakika önce dünyanın en mutlu insanı iken bir dakika sonrasında dünyanın en mutsuz insanı olabilme, vereceği bir karar ile geçmiş hayatından radikal kopma yaşayabilme (Örneğin; din değiştirme, boşanma gibi) özelliğini taşımaktadır. O nedenledir ki insanoğlu her yönüyle ayrı bir bilim dalına konu olmakta ve henüz esrarı çözülememiş bir çok özelliğe sahip bulunmaktadır.

İnsanlar ta ilk çağlardan beridir toplum halinde yaşamaktadırlar/yaşamak zorundadırlar. Zorunlu  ihtiyaçların karşılanmasında iş bölümünün yarattığı kolaylık, her çeşit arzi/semavi felaketler ile insan ve hayvanlardan gelebilecek tehlikelere  karşı koyabilme adına dayanışmanın gerekliliği, nesli devam ettirme içgüdüsü gibi nice faktörler topluluk halinde yaşamının gerekçeleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Topluluk halinde yaşamak aynı zamanda bir takım zaruretleri de beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda kimin, neyi, niçin, nasıl, ne kadar ve ne şekilde  yapacağı ilk aşamada cevaplanması/çözülmesi gereken sorular/sorunlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Toplumlar da bireylerden oluşan bir varlık olduğundan, kahir çoğunluğu mutlu bireyler den oluşan toplum, mutlu bir toplum; mutsuz bireylerden oluşan bir toplum ise mutsuz bir toplum oluşturmaktadır.  Devlet, toplumsal yaşamı düzenleyen kuralları koyan, uygulayan ve denetleyen en üst örgüt olarak tüm bu faaliyetlerin sonucunda bir hedefi amaçlamaktadır: O da bireylerin mutluluğudur. Çünkü barınma, güvenlik ve çalışma gibi maddi ihtiyaçları; inanç, ibadet ve düşünce hürriyeti gibi manevi ihtiyaçları yeteri ölçüde  karşılanan birey mutlu iken, her ne sebeble olur ise olsun bu tür ihtiyaçları yeteri ölçüde karşılanmayan kişiler ise mutsuz bireyler olmaktadırlar.

İşte tam bu noktada karşımıza can alıcı bir soru çıkmaktadır. Yukarıda sözü edilen maddi ve manevi ihtiyaçların toplumu tatmin edecek düzeyde yerine getirilmesine dayanak ve motivasyon teşkil edecek temel değerler neler olmalıdır? Bu sorunun birçok cevabı olmakla birlikte, bu makalede kısaca açıklamaya çalışacağımız söz konusu temel değerlerin öncelikli ikilisi, adalet ve hoşgörüdür.

ADALET

En yalın anlamıyla herkesin hak ettiğini alması demek olan adalet gerek bireysel ilişkilerde gerek toplumsal ilişkilerde hayati öneme haiz bir kavramdır. Bu nedenledir ki tarih boyunca adil insanlar ve adaletle hükmeden devletler her daim hayırla yad edilmişlerdir.  Hatta adalet duygusu o kadar yüceltilmiştir ki birçok dilde onun yüceliğine vurguda bulunan deyimlere rastlanılmaktadır.  Nobel ödüllü ünlü Rus tarihçi Aleksandr Solzhenitsyn adalet için “Justice is a conscience, not a personal consicience but the conscience of the whole of humanity: Adalet bir vicdandır fakat kişisel olmayan tüm insanlığın vicdanıdır” demektedir.   Bizim ülkemizde de bunun en çarpıcı misali tüm mahkeme salonlarında yer alan “Adalet mülkün temelidir” sözüdür. Burada mülkten kasıt devlet’tir, ülke’dir.

Adalet hem bireyler hem de toplumlar için ekmek kadar su kadar gerekli bir ihtiyaçtır. Çünkü gerek bireysel olarak gerek toplumsal olarak haksızlığa uğrayan veyahut da uğradığını düşünenlerin hayatlarında derin bir boşluk, gönüllerinde acı bir burukluk, hatıralarında ise  kapanmayan bir yara oluşmaktadır. O nedenledir ki gerek dini gerek hukuki, gerekse örfi kurallarda adalet her daim vaz geçilmez temel ilke olarak karşımıza çıkmaktadır. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerimin ayetlerinde ve de  Peygamberimizin hadislerinde adaletin önemine dair çokça vurgular bulunmaktadır. Hukuki olarak en temel metnimiz olan 1982 Anayasamızın da gerek başlangıç maddesinde gerekse müteakip maddelerinde (2.,5. Vs.) adalet kavramına atıfta bulunulmuştur. Örfi olarak da adaletli kişinin övülmesi ve adaletsiz kişinin yerilmesi önemli bir toplumsal duyarlılık/yaptırım olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ünlü psikianalist Freud “bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun” demek suretiyle adaletin önemine dikkat çekmektedir. Bir devlet zengin doğal kaynaklara sahip olamayabilir, bir toplumu oluşturan bireylerin hepsi yeteri kadar eğitim ve sağlık hizmetinden faydalanamayabilir bunlardan dolayı da ekonomik refah yönünden diğer ülkelerden geri kalabilir ve bu şekilde hayatiyetini idame ettirebilir ancak bir toplumda adalet duygusu zedelenmiş ve de hukukun gücü yerine güçlülerin hukuku geçerli olmaya başlamış ise o zaman o topluluğun akibetinden endişe duymak gerekmektedir. Zaten tarihe de baktığımızda bir çok devletin yıkılışında da en belirgin faktörün adalet duygusunun temelden sarsılmış olmasını görmek mümkündür.

“Geç gelen adalet, adalet değildir” deyişi ise bize adaletin gecikmeye tahammülü olmayan bir olgu olduğunu göstermektedir. Eskilerin “Bad-el harab-ül Basra” şeklinde vecizeleştirdikleri gibi, geciken adalet bir yönden hiç yoktan iyi olmakla birlikte diğer yönden ise adaletsizliğin müsebbibi birey yönünden kötü niyete veyahut gaflete devlet yönünden ise   sağlıksız bir mevzuata/sisteme delalet etmektedir. Çünkü yitirilen bir canın, yıkılan bir yapının, kesilen bir ormanın çok sonraları bir haksızlık sonucunda meydana geldiğinin tesbiti, bunların birey-şehir ve tabiatta yarattığı menfi tesirleri külliyen izale etmeye yetmeyecektir. Öyleyse yapılması gereken, gerek bireylerin yetiştirilmesinde gerek işleyen sistemde  bu tür sonuçları yaratan sebeblerin sorgulanması ve buna yol açan aksaklıkların giderilmesi olmalıdır.

HOŞGÖRÜ

Müsamaha, tölerans olarak da ifade edilen ve günlük yaşantımızda sıkça kullandığımız; yaptığımız hatalar için mutlak surette karşı taraftan beklediğimiz ancak karşı tarafın hatalarında ise nadiren gereğini yerine getirdiğimiz bir davranış biçimidir hoşgörü…Oysa ki bizim toplumumuza yön veren dinamiklerin başında “kendisine yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapmama”  ile    “merhamet etmeyene, merhamet olunmaz” düsturları gelmektedir. O nedenledir ki hoşgörüyü benimsemiş fertlerden müteşekkil toplumda kötülükler kendilerine kolaylıkla zemin bulamayacaklardır.

Aslına bakılacak olursak tarihi geçmişi itibarıyla Anadolu coğrafyası gerek etnik kökenler için gerekse farklı inançlar için önemli bir sığınak, güvenilir bir liman olagelmiştir.Yunus Emre’nin “Yaradılanı severiz, Yaradandan ötürü”, Mevlana’nın “Ne olursan ol, gel” felsefesiyle yoğrulmuş bu medeniyet, cami-kilise-havranın yan yana bulunduğu bir ortama ev sahipliği yapmıştır. Yine Şeyh Edebali’nin Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’e hitaben söylediği rivayet edilen “insanı yaşat ki, devlet yaşasın” veciz öğüdü de, modern yönetim anlayışının temel argümanlarından biri olan insan odaklılığı, asırlar öncesinden bünyemize enjekte etmiş bulunmaktadır.

Böyle bir anlayışın mirasçıları olarak gerek bireysel yaşamımızda gerek toplumsal yaşamımızda hoşgörüyü hakim kılmak en öncelikli sorumluluklarımızdan biri olmalıdır. Çünkü hoşgörüyü içselleştiremeyen toplumlar öncelikle içte birbirlerine olan sevgi, saygı ve güveni kaybetmeye bunun sonucu olarak da bünyenin direncinin düşmesi suretiyle her türlü iç-dış tehdide açık hale gelmeye aday olacaklardır. Esasen bu hoşgörü eksikliği en çekirdek yapı olan aile ilişkilerinde ayrılık ve boşanmalara, komşuluk ilişkilerinde kavga ve küslüklere, toplumsal ilişkilerde ise huzursuzluk ve anarşiye yol açmaktadır.

Peki bu hoşgörüsüzlüğün tedavisi nedir? Bu sorunun cevabı değerler eğitimidir. Bu değerler aynı zamanda insanı insan eden unsurlardır. Bunlar;  kurallara saygılı olmak, zorluklara karşı sabretmek, bir anlaşmazlık halinde karşı tarafın da haklı olabileceğini düşünmek, muhatabını tatlı dille ikna etmeye çalışmak, farklılıklardan ziyade ortak yönleri ön plana çıkarmak ve yanlış dahi olsa kimsenin bizim gibi düşünmek zorunda olmadığı gerçekliğini kabullenmektir. Bu eğitimin anaokulu düzeyinde başlaması ve de en az öğretim faaliyetleri kadar önemsenmesi gerekmektedir.

Hoşgörülü bireylerin özel hayatlarında daha mutlu oldukları ve de iş yaşamlarında daha başarılı oldukları bilinen bir gerçekliktir. Çünkü aşırı katılık hem çevrede antipati ve kırgınlığa yol açmakta, hem de aşırı gerilen yayın kırılması misalinde olduğu gibi çoğu zaman bu kişiliğe sahip olanı bu vesileyle ulaşmak istediği gayeden de mahrum etmektedir. Tabii ki bundan her türlü hatanın hoş görülebileceği anlamı da çıkarılmamalıdır. Ancak fıtri olarak hataya müsait insanlardan da bir robot gibi disiplinli ve bir melek gibi de günahsız olmasını beklememek gerekmektedir. Sıkılı bir yumruğu ancak tokalaşmak için elimizi uzatarak gevşetebileceği akıldan dur edilmemelidir.

SONUÇ

Kainatın en önemli varlığı olarak kabul edilen insanoğlu fıtraten toplu olarak yaşamaya meyilli olduğundan, gerek kişisel olarak kendisinin maddi ve manevi yönden ihtiyaçlarının karşılanması suretiyle tatmin edilmesi, gerek toplumsal yaşamın gerektirdiği zorunluluklar nedeniyle adil ve hoşgörülü bir dayanışma ve kaynaşma içerisinde olması gerekmektedir. Bunların sağlanması demek aynı zamanda mutlu bireylerden oluşan mutlu bir toplum demektir.

Zaten toplumsal örgütlenmenin en üst mercii olan devletin en temel görevi de bireylerin mutluluğunu sağlamaya yönelik maddi/manevi ortamı oluşturmaktır. Her bireyi  mutlu etme amacını güden bir devletin karşısına çıkacak en önemli sorunlar ise öncelikle bireyler arasında vuku bulabilecek menfaat çatışmalarının önlenmesi veyahut en aza indirgenmesi ikincisi ise vuku bulan çatışmalarının da en kısa sürede en az ekonomik ve sosyal maliyetle çözülmesidir.

İşte burada makalemizin konusu olan hoşgörü ve adaletin önem ve gerekliliği ortaya çıkmaktadır. İlk olarak  çatışmaların önlenmesinde kullanılabilecek en önemli ilaç öncelikle hoşgörü duygusunun toplumun her türlü katmanına yerleştirilmesidir. Nisyan kökünden gelen İnsan doğal olarak hata yapacaktır. Önemli olan, diğer bireylerin bu hataları mümkün olduğunca hoş görmeleri ve hatayı yapana, hatasını anlatmak suretiyle o kişinin hatasını düzeltmesine imkan tanımalarıdır. Hoşgörülememe ve de ikna edememe durumlarında ise yapılacak olan o bireyi gerekli idari ve adli tedbirler için ilgili kurumlara teslim etmek, daha sonra ise durumdan vazife çıkarma saikiyle o hataya yol açan ortamı sebeb-sonuç bağlamında irdelemek suretiyle çözüm önerileri için  sivil toplum olarak insiyatif geliştirmektir.

İkinci olarak vuku bulan çatışmaların çözülmesinde kullanılacak en önemli ilaç, hızlı ve objektif işleyen bir adalet sistemidir. Çünkü ne mazlumun feryat etmesine ne de zalimin yaptığının yanına kar kalmasına yol açmayacak bir adalet anlayışı hükümferma olmadığı müddetçe birey ve toplumların durulması mümkün olmayacaktır. Bu adalet anlayışı ise hem idareciler hem de adliyeciler yönünden iyi yetişmiş, evrensel değerlere bağlı ve kendilerine objektif ve cesur karar alma yönünden her türlü teminatın sağlandığı bir sistemin varlığından geçmektedir. Bu anlayışın hakim olduğu bir ülkede ise hem kötü niyetliler suç işlemeye kolaylıkla cesaret bulamayacak hem de suç işlerse bile bunun kati surette ve tez zamanda karşılıksız kalmayacağından emin olacaklardır.

Sonuç olarak ortalama 70-80 yıllık bir ömre sahip olan insanoğlunun ta çocukluğundan ihtiyarlığına dek yeme içme gibi maddi ihtiyaçlarıyla beraber manevi ihtiyaç olarak tatmin edilmek istendiği iki duygudur; adalet ve hoşgörü…güzel cümleler içinde kullanmaktan öte belki biz adli/idari uygulayıcılar olarak da en fazla fiiliyata geçirmemiz gereken sorumluluğumuzdur; adalet ve hoşgörü…son olarak da maddi yol ve köprüler oluşturmaktan daha öte bir değere sahiptir bireyler ve toplumlar arasında yollar ve köprüler oluşturmak ki, dayanağı olan adalet ve hoşgörü…Nihayetinde son söz Hz Ali’den, “İki şeyin sevabı ölçülmez: Af ve adalet”.

Av. Dr. Erkan BULGAN