Yazılarıma uzun bir zamandan bu yana ara verdim. Zira bir süreden bu yana Amerika’nın önde gelen pragmatistlerinden ve sıra dışı düşünürlerinden olan sembolik etkileşimciliğin ve Chicago sosyolojik geleneğinin kurucusu, değerli sosyolog ve psikolog George Herbert Mead’in önemli eserleri arasında bulunan “Mind, Self, Society/Zihin, Benlik ve Toplum” isimli kitabının Türkçe’ye tercüme edilmesi üzerinde çalışıyorum.

Büyük bir olasılıkla en geç Ekim ayına kadar tamamlanacak ve Dorlion Yayınevi tarafından yayınlanacak olan eser, Mead’in akademik çalışmalarını yürüttüğü Chicago Üniversitesi’nde verdiği “Further Social Psychology/İleri Sosyal Psikoloji” dersine ait ders notlarından oluşmaktadır.

Eser, sosyal davranışçılığın ve davranış psikolojisinin insanın zihinsel süreçlerini anlamada kullanılması hususunda önemli bir çalışma ve hatta bir başyapıt olarak nitelendirilebilir.

Bu yazımın konusunu ve merkezini oluşturan demokrasi kavramına ve kurumuna gelince: hepimizin çok iyi bildiği üzere,   günümüzden çok ama çok eski zamanlarda, bazı insanlar; toplumlarındaki üyelerinin her birinin siyasal yönden eşit, bireysel yönden özgür ve özerk, kolektif olarak egemen ve kendilerini yönetmek için gerekli olan yeteneklerin, kaynakların ve kurumların tümüne sahip kabul ettikleri bir siyasal sistemi oluşturmayı düşünmüşlerdir.

Siyasi tarihin kaydettiği bu ilk düşünce ve pratikler, zaman içinde insanlığı demokrasi adı verilen bir anlayışa ve yönetim biçimine taşımıştır.

Geçen yüzyılın özellikle son yirmi yılından itibaren toplumlar ve devletler; hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, bireysel ve siyasal hak ve özgürlükleri, sahip oldukları ideolojilerden daha üstün tutan bir demokrasi çağına girmişlerdir.

Kuşkusuz, demokrasi, toplumların yaşadığı sorunların bütünü ile çözümlenebileceği ve insanların en değerli özlemlerinin tatmin edilebileceği bir sistem ve yönetim biçimi değildir. Bu anlamda, bir yönü ile yarışmacı bir seçim anlayışına dayanan demokrasi, sadece yöneticilerin başarısız olduklarında değiştirilebilmelerine olanak sağlayan bir sistemdir.

Zira sorunların bütünü ile çözümünü gerçekleştirmek, insanların özlemlerine, beklentilerine tam olarak karşılık vermek, zor ve bazen de olanaksızdır. O nedenle, ikincisini yapmak, yani başarısız olan yöneticileri değiştirmek, demokratik işleyişin ve sürecin özüdür.

Bu bağlamda demek gerekir ki, insanlar, demokrasinin başarısız olan yönetimleri değiştirmek ve yanı sıra istibdat sorununu çözmek konusunda etkili bir araç olduğunu, başkaca sorunların çözümünün mutlak yolu olmadığını öğrendikleri ya da bunun ayırdına vardıkları zaman, toplumlarında, demokrasi bilinci, terbiyesi ve kültürü yerleşmiş, bir sistem olarak demokrasi kurumsallaşmış olacaktır.

Gerçekte demokrasi, yönetenlerin, yaptıklarından dolayı seçilmiş temsilcilerinin rekabet ve işbirliği yoluyla dolaylı olarak hareket eden vatandaşlar tarafından, kamusal alanda sorumlu tutuldukları bir yönetim biçimidir. Ve seçimler, bu sorumluğun iktidarda olanlardan siyaseten hesabının sorulduğu, faturasının ödetildiği bir araçtan ibarettir.

‘Seçimler yolu ile başarısız olan yöneticiler iktidardan indirilip, yerine yenileri getirildiğinde, yönetilenlerin durumlarında iyileşmeler olacağı elbette belli, belirli ve mutlak değildir. Bu sadece iyileşme ve düzelme olacağı yönünde bir umuttan, bir beklentiden, bir arayıştan ibarettir. Nitekim seçimler de, bu umudun, bu beklentinin, bu arayışın demokratik olarak bir işleyişi ve sadece bir aracıdır. Esasen demokrasi, sistem içi bu işleyiş ve arayışlar kurumsallaştığı ölçüde yerleşmiş ve kurumsallaşmış olacaktır.

Yönetilenler tarafından, iktidardakilere yöneltilen tepkiler, eleştiriler, iktidara muhalif örgütlenmeler, oy kullanmada bir önceki seçime göre farklı şekilde kullanılan tercihler, yönetimin başarısızlıklarına demokratik yoldan yapılan bir karşı koymadan ibarettir. Bu nitelikteki eylem ve söylemler, yönetime karşı bir isyan, bir ayaklanma, bir başkaldırma değildir, aksine demokrasiyi diri tutan, iktidara yanlış yolda olduğunu söyleyen eylem ve söylemlerdir. Esasen her iktidarın, kendisine doğru söyleyen bir muhalefete ihtiyacı vardır. Ve demokrasilerde asıl olan iktidardan daha çok muhalefettir, zira muhalefet baskıcı rejimlerde değil, sadece ve sadece demokratik rejimlerde vardır. Dolayısıyla basiretli, sağduyulu, akıllı bir iktidar, kendisine muhalif olanları bastırmaz, aksine onların eylem ve söylemlerine hem imkan, hem de değer verir. Bunlardan yarar sağlar, ders ve dersler çıkarır.

Kaldı ki demokrasi, sadece yarışmacı bir seçim sisteminden ibaret de değildir. Bundan çok daha fazla şey ifade eden bir sistem, bir kurum, bir anlayıştır. Bu bağlamda, demokrasi, yurttaşların bilgi edinme ve haber alma hakkı, örgütlenme hakkı, siyasi faaliyette bulunma hakkı, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, iletişim özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, teşebbüs özgürlüğü, fırsat eşitliği, hak arama özgürlüğü gibi hak ve özgürlüklerinin toplamı ve bunların amasız kullanılması, korunması ve güvence altına alınması için gerekli ve vazgeçilmez olan hukuk, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, yargıç tarafsızlığı gibi kurum ve ilkelerin tesis edildiği bir sistem, bir rejim ve yönetim şeklidir.

Nitekim Amerikalı seçkin siyaset bilimci Prof. Robert A. Dahl “Demokrasi ve Eleştirileri” adlı özgün kitabında, modern siyasi demokrasinin varlığı için – asgari usul – adını verdiği bir liste sunmakta ve bu listede, demokrasinin varlığı için zorunlu olan asgari usulleri aşağıdaki şekilde ifade etmektedir;

Seçilmiş görevliler. Yönetimin izlenecek politika ile ilgili kararları üzerindeki kontrol yetkisi, anayasal olarak seçimle belirlenmiş görevlilere bırakılmalıdır.

Özgür ve adil seçimler. Seçilmiş görevliler, sık aralıklarla yapılan ve zor kullanmanın yaygın olarak görülmediği, adil bir biçimde yürütülen seçimlerle işbaşına gelmelidirler.

Kapsayıcı seçme hakkı. Yönetecek olanların seçiminde her yetişkin oy hakkına sahip olmalıdır.

Mevkii için yarışma hakkı. Seçimle belirlenecek olan tüm mevkiler için bütün yetişkinler seçilebilme hakkına sahip olmalıdır.

İfade özgürlüğü. Vatandaşlar, en geniş anlamıyla siyasal meseleler hakkında, ciddi bir ceza tehdidi altında olmaksızın, rejimin, sosyo-ekonomik düzenin ve yürürlükte bulunan ideolojinin eleştirisi de dahil olmak üzere, kendi düşüncelerini ifade edebilme hakkına sahip olmalıdır.

Alternatif enformasyon. Vatandaşlar, alternatif enformasyon kaynaklarına ulaşma imkanına sahip olmalıdır. Başkaca, alternatif haber kaynakları mevcut olmalı ve bunlar yasa ile korunmalıdır.

Örgütsel özerklik. Yukarıda sıralananlar da dahil olmak üzere, vatandaşlar, diğer haklarını kullanabilmek için, siyasi partiler ve menfaat grupları da dahil olmak üzere, görece özerk kuruluşları ve örgütleri kurma hakkına sahip olmalıdır.

Bir çok teorisyen tarafından benimsenen bu yedi şarta, Phillippe C.Schimitter ile Terry Lyn Karl Journal of Democracy, Vol.2. No: 3’te yazdıkları ‘Demokrasi Nedir, Ne Değildir’ isimli makalelerinde aşağıdaki şu iki koşulu daha eklemektedirler;

Halk tarafından seçilmiş organlar, anayasal yetkilerini seçilmemiş organların (fiili olsa bile) ezici muhalefetine tabi olmadan kullanabilmelidirler.

Eğer ordu mensupları, yerleşik memurlar, ya da devlet yöneticileri seçilmiş kişilerin, özgürce hareket edebilme kapasitelerini sınırlarlar ise, yahut halkın temsilcileri tarafından alınan kararları veto ederlerse, demokrasi tehlikeye girer.

Yukarıda sözünü ettiğim teorik hususların, Türkiye pratiğine uygulanması durumunda söylenmesi gerekenler şunlardır:

1- Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına göre, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, yani milletvekilleri halkın kendisini temsil etmek üzere seçtiği “seçilmiş görevliler”dir. Ne var ki, mevcut anayasal düzene göre, bu görevlilerin iktidarın izlediği politika ile ilgili kararları üzerinde hemen hemen hiçbir denetim yetkileri yoktur.

2- 31 Mart 2019 tarihinde yapılan yerel seçimler sonrası yaşananlar, bu bağlamda İstanbul Belediye seçimlerinin Yüksek Seçim Kurulu kararıyla iptal edilmiş olması, bu kararın Anayasa’nın 79.maddesine ve 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanuna aykırı şekilde kurulun yedek üyelerinin katılımıyla alınması, aynı zarftan çıkan ilçe belediye ve muhtarlık seçimleri sonuçlarının iptal edilmeyerek sadece İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı ve Belediye Meclisi üyeleri seçiminin iptaline karar verilmesi, bu kararın il ve ilçe seçim kurulları tarafından oluşturulan ve Yüksek Seçim Kurulu tarafından onaylanarak kesinleşen sandık kurullarının 298 Sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanuna aykırı şekilde oluşturulduğu gerekçesine dayandırılması, aynı içerikteki itirazlarla ilgili olarak Yüksek Seçim Kurulu tarafından farklı kararlar verilmesi, diğer bir deyişle çifte standart uygulanması, seçimlerin özgür ve adil şekilde yapılmadığını, iktidarın kurul üzerinde baskı kurduğunu, kurulun bu hukuk dışı baskıya karşı direnemediğini göstermektedir.

3- Buna bağlı olarak Yüksek Seçim Kurulu, vatandaş indinde güvenilirliğini yitirmiştir. Demokrasilerde asıl olan iktidarın seçimle değişme olasılığı ve umudu fiilen ortadan kaldırılmış, vatandaşların demokrasiye ve seçime olan inancı ve güveni sarsılmıştır.

4- Bu durum Phillippe C.Schimitter ile Terry Lyn Karl tarafından demokrasinin asgari şartı olarak işaret ve ifade edilen, halk tarafından seçilmiş organların, anayasal yetkilerini seçilmemiş organların muhalefetine tabi olmadan kullanabilmeleri yönündeki ilkeye ve yine yerleşik  memurların ya da devlet yöneticilerinin seçilmiş kişilerin özgürce hareket etme kapasitelerini sınırlandırmamaları gerektiğine ilişkin kurala aykırıdır.

5- Kanun Hükmünde Kararnameler ile kamu görevinden çıkartılanların, haklarında aday olmalarına engel olacak şekilde bir mahkumiyet kararı bulunmaması ve dolayısıyla yasal bir engel olmaması nedeniyle ve Anayasaya ve kanuna uygun olarak adaylıklarının kabul edilmesi ve seçimleri kazanmaları sonrasında adaylıklarının ve kazandıkları seçimlerin iptal edilmiş olması, açıkça Anayasa’nın 67.maddesi hükmüne ve “kapsayıcı seçme hakkı” ilkesine ve genel geçer bir demokratik kural olan “mevkii için yarışma hakkına” aykırıdır.

6-  Yazılı ve görsel basının birkaç istisna dışında tamamı mevcut siyasi iktidarın yanında ve kontrolündedir. Buna göre, vatandaşlar, alternatif enformasyon kaynaklarına sahip değildirler. Sahip oldukları az sayıdaki alternatif haber kaynaklarına ulaşma olanakları ise son derece kısıtlıdır. Dahası bu haber kaynakları yasalar ile de gerektiği kadar korunmamakta, yanısıra RTÜK’unun ceza tehdidi altında yayınlarını sürdürmektedirler.

7- Basın ve ifade özgürlüğü ciddi şekilde tehdit altındadır. Bu bağlamda 136 gazeteci ve medya çalışanı cezaevindedir, çok sayıda gazeteci çalıştığı gazeteden yazdıklarından, çizdiklerinden dolayı kovulmuş durumdadır. Yani basın özgür değildir. İfade özgürlüğü ise ayaklar altındadır.

8- Anayasal bir hak olan toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak neredeyse imkansız durumdadır. Bu hakkın kullanılması İç İşleri Bakanlığı’nın ve Valiliklerin kararlarıyla, hukuka ve anayasaya aykırı şekilde engellenmektedir.

9- Vatandaşlar gerek yasalardan, gerekse anayasadan ve uluslararası sözleşmelerden doğan haklarını kullanabilmek için özgürce örgütlenme hakkından yoksundurlar. Siyasal iktidarın örgüt kurmaktan anladığı, hemen her kurulacak örgütün yasa dışı olmasıdır. Buna göre bugün ülkede “örgütsel özerklik” yoktur.

10- Çok sayıda hakim, savcı ve avukat mesleklerini icra ettikleri için tutuklanmış, mahkum olmuş, mesleklerini icra etmekten men edilmiş durumdadır.

11- Hepimizin ortak güvencesi olan yargı, ne yazık ki, bağımsız ve tarafsız değildir.

Ve bütün bu tespitler, bizim kendi sübjektif değerlendirmelerimiz değildir. Aksine bunlar, mevcut yargı kararlarının etkin iç hukuk yolu olmadığına, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin OHAL’i gerekçe yaparak vatandaşın temel haklarını ihlal edemeyeceğine vurgu yapan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi’nin 01 Haziran 2019 tarihli kararı ile tespit ve ifade edilmiş hususlardır.

Dahası bütün bu hususlar, sadece anılan Birleşmiş Milletler kararı ile değil, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki müzakerelerin askıya alınmasına ilişkin 03 Mart 2019 kararı ile de tespit ve ifade edilmiş olan olgulardır.

Sonuç: Türkiye’nin girdiği bu yol gidilecek, sürdürülecek bir yol değildir. Bu yanlış yoldan bir an önce kurtulmak, demokrasiye, hukuk devletine, bağımsız ve tarafsız bir yargı düzenine, her alanda “amasız” özgürlükler rejimine ivedilikle geri dönmek gerekir. Bu ise “…ceklerden, …caklardan”, özetle “temennilerden” ibaret olan 2019 yılına ait “Yargı Reformu Strateji Belgesi” ile değil, sadece ve sadece anlayışları ve alışkanlıkları değiştirmekle, sağduyuyu, basireti, aklı egemen kılmakla mümkün olabilir.

Bir yurtsever olarak bizim görevimiz iktidara doğruyu söylemek, tekerlek kırıldıktan sonra değil, tekerlek kırılmadan doğru yolu göstermektir.