İngiliz ve Amerikan hukukunda ‘intellectual property’ olarak isimlendirilen ve ‘patent and design patent – trademark – literary property and copyright vb’ olarak çeşitlendirilen ‘fikri mülkiyet’: insan aklının düşündüğü – ki buna ‘teknik’ diyoruz, yine insan yüreğinin hissettiği – ki buna ‘sanat’ diyoruz – daha sonra ifade ettiği fikri ürünleri konu alan ve özünde hak niteliğinde olmakla, hukukun tanıma, koruma ve bu amaçla düzenleme kapsamında bulunan önemli bir dalıdır.

Türkçemizde bulgu belgesi, ihtira beratı anlamına gelen patent; mucitlere, yani buluş yapanlara verilen ve onlara buldukları, icat ettikleri şey üzerinde ticari kullanım hakkı, diğer bir deyişle imtiyaz tanıyan devletçe onaylı resmi belgeye verilen isimdir.

Uygulanmasına ilk kez 15. Yüzyılda İtalya’da başlanılan patent, daha sonra dünyanın ilk yazılı anayasası olan 1787 tarihli Amerikan Anayasasına ‘to promote the progress of science and useful arts, by securing for limited times to authors and inventors the exclusive right to their respeetive writings and discoveries”, yani ‘yazarların ve mucitlerin eserleri ve buluşları üzerindeki özgün haklarını belir­li süreyle korumak suretiyle bilimi ve faydalı eserleri geliştirmek” şeklindeki birinci maddesinin, sekizinci fıkrasının, sekizinci bendine yerleşmiş, daha sonra başka ülkeler tarafından iktibas edilmek sure­tiyle kendisine hukuki güvence bulmuştur. Ulusal düzeydeki bu güvence uluslararası sözleşmelerin imzalanıp yürürlüğe girmesiyle birlikte uluslararası alana taşınmıştır.

Bizim hukukumuzda ‘tekniğin bilinen durumunu aşan ve sanayiye uygulanabilen buluşlar yenidir’ şeklinde tanımlanan ve verilen patent hakkı ile korunan patent; eski dilde icat, yeni dilde buluş dediğimiz şeydir. Yani olmayan bir şeyi var etmek, var olan bir şeyin yerine daha yeni olan, daha işe yarar, daha kullanışlı, daha işlevsel olan bir başka şeyi koymaktır. Buna ‘yenilik’ diyorlar.

İster düşünce üretimi, isterse mal ya da hizmet üretimi alanında olsun ‘yenilik’, eski olanı, kurulu olanı yıkmak, alışılmış olanı, bilineni terk etmek ve yerine başka bir şeyi koymaktır. Hepimizin bildiği üzere, yıkmak geleneksel bir fiildir ve hemen hepimizin yaptığı bir şeydir. Ama her yıkım yenilik değildir. Yenilikten, yeni olandan söz edebilmek için yıktığımızın yerine daha yararlı, daha işlevsel bir şeyi koymamız, ikame etmemiz gerekir. Onun için Avusturya asıllı Amerikalı iktisatçı Joseph Schumpeter yeniliği ‘yaratıcı yıkıcılık ‘ olarak tanımlıyor.

Gelişmek, değişmek isteyen insanlar ve toplumlar yeniliklere açık olmak zorundadırlar. Ne var ki, eskinin özlendiği, arandığı, geri getirilmeye çalışıldığı toplumlarda bu pek kolay olmuyor. Hele hele ‘icat çıkarma’ ya da ‘eski köye yeni adet getirme’ atasözlerinin egemen olduğu bizim gibi toplumlarda, ne yazık ki çok fazla icat da olmuyor, mucit de çıkmıyor.

Keşke çıksa da, biz de Shakespeare’in ünlü ‘Beşinci Henry’ isimli oyununda hikayesini anlattığı, tutkulu ama duyarlı, katı ama duygusal, kusurlu ama ilham verici bir krala dönüşen dik kafalı Prens Hal’ın temenni ettiği gibi ‘Ah ateşten yapılma bir ilham perisi yükselse / Mucitliğin en aydınlık göğsüne” diyebilsek!

Bilge Çetin Altan’ın özlü anlatımıyla aydınlanma sürecini yaşamamış, yaşasa da tam olarak sindirememiş, içselleştirmemiş toplumların en belirgin özelliği tek düzeliktir. Bu gibi toplumlarda hafızlık, yaratıcılıktan önde gelir. Öyle olduğu için de toplumun dinamikleri, özü yaratıcılık olan icat yapmaya da, mucit çıkarmaya da izin vermez. Pozitif hedeflerin ve değerlerin yaratılamadığı bu gibi toplumlar sadece tabu üretir. Bu gibi toplumlarda bireylerin özgürlükleri, mutlulukları kimi zaman ıskalanır, kimi zaman da kitlelerin koşullanmış öfkelerine kurban edilir. Böylesi toplumlarda farklı düşünmek, yeni değerleri, yeni görüşleri savunmak ya ayıplanır ya da yasaklanır. ‘Yerli ve milli olmak‘ asıl olduğu için dünyalı olmak yargılanır.

Bu gibi toplumlarda ne yeteri kadar mal, ne yeteri kadar hizmet ve ne de yeteri kadar fikir üretilir. Mal ve hizmet üretimindeki yetersizlik topluma enflasyon, fikir üretimindeki düşüklük ve kalitesizlik ise entelektüel fukaralık olarak geri döner.

Tıpkı bugün ülkemizde olduğu gibi!

Fikri mülkiyet hakkının, yargı kararı ile ilk kez tanınıp korunması, yaşanmış bir olay sonrasındadır. Şöyle ki; 22 Ağustos 1862 – 25 Mart 1918 yılları arasında yaşayan ve eserleri ile 20. yüzyıl müziğinde, kendi yaşadığı çağın izlenimci ve simgeci ressam ve yazarlarının ülkülerini birçok yönde dile getirmek suretiyle klasik batı müziğinde son derece özgün bir armoni sistemi ve müzik yapısı geliştirerek yeni ufuklar açan Claude Debussy, Paris’te bir akşam arkadaşları ile birlikte ünlü bir lokantaya yemeğe gider. Lokantada bir müzisyen piyanosu ile Debussy’nin ünlü ‘Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’nü seslen­dirmektedir. Yemek sona erdikten sonra Debussy arkadaşları ile birlikte hesap ödemeden lokantadan ayrılırken, yanına yaklaşan garson hesabı ödemeyi unuttuğunu kendisine hatırlatır. Hesabı ödediği­ni söyleyen Debussy, garsonun ısrarı üzerine, lokantada kendi parçalarının çalındığını, bunun için kendisine bir ücret ödenmediğini, lokantadaki hesabını buna mahsup ettiğini ileri sürer. Lokanta sa­hibinin olaya karışması üzerine çekişme büyür ve daha sonra bu ihtilaf Paris Mahkemesinde lokanta sahibinin davacı, Debussy’nin davalı olduğu bir alacak davasına konu olur.

Debussy, aleyhinde açılan davada, lokantanın müşterilerine kendisine ait parçaları çaldığını, bunun için kendisine bir ücret ödenmediği­ni, o nedenle kendisinin de lokantada arkadaşları ile birlikte yediği yemeğin parasını ödemediğini ve kendi alacağı ile lokanta sahibinin alacağını takas ettiğini savunur.

Mahkeme verdiği nihai kararında Debussy’i haklı bulur. Paris Mahkemesinin bu kararı, fikri hakların yargı tarafından kabul edilmesi­nin ilk örneği olarak hukuk tarihindeki saygın yerini alır.

Paris Mahkemesinin bu kararından günümüze kadar geçen yüz yılı aşkın süre içinde, hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde tanınmak ve korunmak suretiyle oldukça mesafe kat eden fikri mülkiyet hakları, mutlak bir hak olarak özel hukuktaki yerini alır.

Kuşkusuz Paris Mahkemesinin bu kararı, İngilizlerin ‘Law tends to follow, rather than to lead’, yani ‘Hukuk liderlik yapmaktan daha çok, takipçilik yapmaya eğilimlidir’ şeklindeki maksimleri ile muhafazakarlığına işaret ettikleri hukukun, liderlik yapmasının az sayıdaki örneklerinden birisidir. Dahası bu karar, asırlar boyunca hukuku ve yargıyı, toplumdaki büyük kötülüklerle mücadelede daha öne geçmemesi gereken bir şekilcilik olarak ve ayak bağı olarak gören çarpık anlayışa karşı verilen somut bir cevap, insanlara ve toplumlara emeğe ve yaratıcılığa saygı duymaları gerektiğini öğreten – kuşkusuz her insana ve her topluma değil- bir karardır.

Paris Mahkemesinin bu kararından günümüzün vazgeçilmez değerleri olan ‘hukuk devleti’, ‘hukukun üstünlüğü’ ilkelerine ulaşılan uzun yolda, insan emeği olarak her türlü fikri yaratıcılığın hukukun koruması altında olmasının önemine vurgu yaparak, hukukun ve yasaların yaşamsal önemi ile vazgeçilmezliği konusunda çarpıcı bir örnek olan Robert Bolt’un ‘Man for All Seasons/Bütün Mevsimlerin Adamı’ isimli eserindeki şu çarpıcı, ders verici, eğitici – elbette herkes için değil, sadece hukuka ve yargıya saygısı olanlar için – diyaloğu hatırlatmak isterim.

Kötülükle savaşmayı kendisine amaç edinen inançlı ve kavgacı genç William Roper, Sir Thomas More’un hukuka olan bağlılığından dolayı öfkeye kapılır ve ona saldırır. More, centilmence kendis­ini savunarak ‘Ne yapacaksın? Şeytanın peşinden koşmak için hukuku mu çiğneyeceksin?’ der. Sert ve kararlı olan Roper, ‘Evet inandığım şeyleri korumak ve yapmak adına İngiltere’deki her kanunu çiğneyeceğim’ diye yanıtlar. More’un yanıtı çarpıcı, daha da ötesi uyarıcıdır. ‘Ve son yasa da yok olduğu zaman, şeytan sana saldıracak: Sen o zaman nereye saklanacak ve kendini nasıl koruyacaksın Roper?’ 

Son bir söz: Şeytanlardan kendimizi korumak için, hukuka, hukukun evrensel ilkelerine bağlı olarak yürürlüğe konulmuş olan yasalara, başkalarının hak ve özgürlüklerine, her koşulda ve her ne pahasına olursa olsun bağlı ve saygılı olalım. Başkalarını da buna uymaya zorlayalım. Zira hukuk hepimizin yegane ortak güvencesidir.