Sayın Mehmet UÇUM, Ulusal yargı ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ilişkisine ilişkin yazısında AİHM kararlarının bağlayıcı olmadığı kanaatinde olduğunu belirtmiştir. Ancak açıkça söylemek gerekirse bu görüşe katılmadığımız gibi hukuk güvenliği ilkesinin de göz ardı edildiğini düşünmekteyiz.

Söz konusu makalede, hukuk denildiğinde akla ilk gelen ilkelerden olan hukuk güvenliği ilkesinden hiç söz edilmemiş olması esasında tüm eleştirilerimizin de özeti niteliğindedir. Yargının milli olma gayesi altında hukuk güvenliği ilkesinin hiçe sayılması, egemenin ve yargının meşruiyetine zarar vermekten öteye gitmeyecektir. Zira toplumdaki adalet ihtiyacını karşılama amacındaki yargı erkinin bu işlevini yerine getirebilmesi için öncelikle hukuki güvenlik ilkesini tesis etmesi gerekmektedir. Bunun başat şartı ise yargı organlarının var olan normlara uygun kararlar vermesidir.

Anayasamızın 2. Maddesinde Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına saygılı bir hukuk devleti olarak nitelendirilmiştir.

Hukuk devletinde adalet, kamu gücünü belirli normlara bağlı olarak kullanan kurumlarca tesis edilir. Bu normlar ise yasama yetkisini haiz organ tarafından kamuya ilan edilen davranış kurallarıdır. Devlet kurumları ve özellikle yargı organı ise bu normları uygulamakla adaletin sağlamayı amaç edinirler. Nitekim, adil yargılanma hakkı da belirlenen normlarla somutlaşır ve devlet, bireylere belirli eylemlerde bulunma veya bulunmama taahhüdü verir. Bu yolla da çerçevesi çizilmiş bir kişi özgürlüğü ve güvenliği mümkün hale gelir.

Ne mutludur ki hukuk devleti olmanın doğal sonuçları olan bu ilkelerin, yargı organlarımız tarafından da benimsendiği görülmektedir.

"Hâkimler kanuna göre adalet dağıtırlar, hâkim kanunu beğendiği veya adil bulduğu için değil, içinde bulunduğu ceza hukuku düzeninde var olan çıkar çatışmalarını ve dolayısıyla irade uyuşmazlıklarını çözmek üzere usulüne uygun olarak konulmuş ve yürürlükte olan beşeri davranış kuralı olan ceza normunu, salt bu niteliğinden dolayı yani usulüne uygun olarak konulmuş "Kanun" olma niteliğinden dolayı uygulamak zorundadır. Normun adalet duygusunu incittiği durumda bile hâkim kanunu uygulamaktan kaçınamaz zira kanun emreder, tartışmaz. (Lex iubeat, non disputet.)

Adaleti gerçekleştirmenin ön şartının pozitif hukuk kurallarının düzenli şekilde uygulanması olduğu söylenebilir. Pozitif hukukun olmadığı, hukukun uygulanmadığı bir toplum yaşamında adaletle ilgili hiçbir unsurun bulunmadığı açıktır. Çünkü düzenli hukuk uygulamasının olmadığı bir hayatta, ne haktan, ne haklılıktan, ne de eşitlikten söz edilebilir. Şu hâlde hukuk uygulaması adaletin zorunlu şartıdır. Soyut ve genel olarak geçerli bir adalet kavramına ulaşmak yolundaki çabaların olumlu sonuçlar yaratmaktan uzak kaldığı da bir gerçektir. (Adnan Güriz, Adalet Kavramının Belirsizliği, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 2008, s. 31-32.)" Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun 14.05.2019 Tarih ve 2017/234 Esas, 2019/418 Karar sayılı kararı

AİHM kararlarına uyma zorunluluğunu Anayasa'nın 90. Maddesinin son fıkrasına dayandırmanın bilgisizlik olduğu bir eleştiri olarak kabul edilebilir. Hatta gerçekten ikna edici bir argüman olsaydı müteşekkir kalınabilirdi. Ancak bu görüşü savunmanın, bilinçli bir çarpıtma olduğu gibi kutuplaştırıcı bir ithamı kabul etmek mümkün değildir.

Anayasamızın söz konusu maddesinin düzenlenmesinin yegane sebebi insan haklarına saygılı hukuk devleti olma idealini gerçekleşmektir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin bir anlaşma olduğu izahtan varestedir. AİHS'İN 46. Maddesi gereği taraf devletler, AİHM kararlarına uymayı taahhüt ederler. AİHM kararları ise sözleşmeye taraf devletlerin ortak iradesi ve amacı gereği AİHS hükümlerini somutlaştırarak hak ihlallerinin önüne geçmeyi amaçlar. Türkiye Cumhuriyeti, AİHS'e taraf olmakla birlikte AİHM kararlarına uymayı da taahhüt etmiştir.

AİHM kararlarına uymak ulusal yargının egemenliğini devretmesi anlamına gelmez. Ulusal yargı organlarımız, insan haklarına saygılı hukuk devleti olma niteliği ve Anayasamızın ilgili maddeleri gereği AİHM kararlarına uygun kararlar verirler. Bir başka söyleyişle, mahkemeler AİHM kararına Anayasa ve Türkiye Cumhuriyeti'nin AİHS'e taraf olma iradesi gereği saygı gösterirler.

Anayasaya bağlı her mahkeme; kararları ne olursa olsun ne kadar eleştirilirse eleştirilsin Türk milleti adına yargı yetkisini kullanan milli mahkemelerdir. Bu yönüyle AİHM kararlarına uysa da uymasa da usulüne uygun kurulmuş her mahkeme millidir. Mahkemelere kararlarının yönüne göre millilik atfetmek yargı bağımsızlığını zedelemekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.

AİHM kararlarının bağlayıcı değil yönlendirici olduğu iddiasında bulunmak esasen mahkeme kararlarının tek yönüne odaklanmak demektir. AİHM kararları, başvuran açısından ihlali ortaya koyarken aynı zamanda bu tür ihlallerin yaşanmaması adına devletlere de yol göstermiş olurlar. Bu yönüyle kararların yönlendirici niteliği açıktır. Ancak sadece yönlendirici boyutuyla incelemek, kararları hukuk politikası bakış açısına sıkıştırmak anlamına gelecektir. Oysa ki kişilere yönelik kararların bir de doğrudan etkisi vardır. Bu etki ise devletlerin ihlal ortadan kaldırmayı taahhüt etmelerinden kaynaklanır. Kararların bu iki unsuru birbiri ile karıştırılmamalıdır. Kararların yönlendirici boyutunu öne çıkararak mahkemelerden mevcut normları yok sayarak yorum yapması talebinde bulunmak demek, yargıyı yasama alanına taşımak demektir. Türkiye AİHS sözleşmesine taraf olduğu sürece kararlarına uymayı kabul etmektedir. Sayın Uçum'un eleştirileri doğrudan hukuk politikasına ilişkin olduğundan bu eleştirilerin yasamaya yöneltilmesinin daha doğru olacağı kanaatindeyiz.

Hukuk kurallarına uyulmasını sadece yaptırım boyutuyla açıklamak, hukuka yönelik ilk akla gelen yaklaşımlardandır. 18.yüzyılda veya öncesinde yaşıyor olsaydık oldukça makul ve saygın bir görüş olarak dahi kabul edilebilirdi. Ancak o tarihten bu yana literatürde sayısız kere sorulduğu üzere hukuk sadece yaptırım boyutuyla ele alınacak olursa; yani sadece yaptırımdan kaçınmak için normlara uyuluyorsa eli silahlı bir çetenin talepleri ile devletin talepleri arasındaki fark nedir?

Sağduyu sahibi her insanın cevap verebileceği gibi bir fark olduğu açıktır. Zira hukuk, aynı zamanda kurumsal bir yapı teşkil eder. Bu yapıyı ortaya çıkaran ana etken ise milli egemenliği mücessem halde ortaya koyan Anayasadır.

Burada ele alınamayacak kadar geniş olan egemenlik, yargı ve hukuk güvenliği arasındaki ilişkiler ağı hukuk felsefesi literatüründe oldukça geniş kapsamda ele alınmış ve alınmaya devam etmektedir.

Egemenliğin tüm ulus adına tesis edilmesinin yegane yolu hukuk güvenliğine dayalı bağımsız yargıdır. Aksi durumda, yani yargının millileşme adı altında hukuk güvenliğini ikinci plana atması durumda artık ulusal egemenlikten değil çoğunluğun egemenliğinden söz etmek gerekir.

AİHM ve AYM kararlarının bağlayıcı olmadığı iddiası insan haklarının korunması birikimine ciddi zararlar verecektie. Zira bu kurumların tesis edilmesinin yegane sebebi devletin egemenlik yetkisini kullanırken insan haklarına saygılı davranmasını mümkün kılabilmektir. Bu özel nitelikleri gereği de temyiz mercii olarak adlandırılmazlar. Ancak bu durum onların kararlarının bağlayıcı olmamasından değil kararlarının doğurdukları etki nedeniyledir. Bireylerin kamu gücü tarafından ihlal edilen haklarının korunması amacıyla somut olaydaki ihalleri tespit eder ve ihlalin ortadan kaldırılması için ilgili mercilere kararını bildirirler.

Bu kurumların kararlarının bağlayıcı olmadığını söylemek, söz konusu kurumları ve bu kurumları hukuk sistemimiz içerisinde var eden hukuk normlarını, yok saymak anlamına demektir. Zira ihlaller ortadan kaldırılmayacaksa bu ihlalleri tespite etmenin anlamı nedir?

İhlal kararlarını ve gerekçelerini eleştirebilir, hatta hukuki olmamakla suçlayabilirsiniz. Ancak AİHM kararlarının bazılarına sadece içeriği veyahut yargılanan kişiden dolayı uyulmayacaksa bu hukuk güvenliği ilkesini ağır bir biçimde zedeler ve adalet duygusuna olan duyguyu ortadan kaldırır.

Sonuç olarak, sayın Uçum'un makalesinde savunduğu üzere ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapan mahkeme, ihlalin tespitine rağmen ihlali ortadan kaldırmadan kararında ısrarcı olursa daha tehlikeli bir durumun ortaya çıkabileceği kanısındayız. Bu karar hukuki güvenlik ilkesinin en temel boyutu olan belirlilik ilkesini zedeler. Çünkü böyle bir durumda, Anayasamızın 2. Maddesi gereği insan haklarına saygılı hukuk Devleti niteliği sağlanamamış olur. Normların mahkemeler için bağlayıcı olmadığını kabul etmek anlamına gelir. Oysaki modern hukuk devletlerinin gelişiminde üzerinde ısrarla durulan nokta egemenin kendi sözlerine bağlılığıdır. pacta sun servanda!

Tüm bu söylenenler esasen ülkemiz ve uygar ülkelerdeki insan haklarına dayalı hukuk sistemlerinde çözüme ulaşmış sorunlara ilişkindir. Eğer bir milli duruş kurulmak isteniyorsa tüm bu birikim üzerine inşa edilmesi gerekmektedir. Tüm bu geleneklere sırtımızı çevirmeden, yargı bağımsızlığı ve hukuk güvenliği ilkesini öncelleyen hukuk politikalarına ihtiyacımız vardır.

Av. Metin BİNGÖL

---

(Söz konusu yazı için bkz.:  https://www.hukukihaber.net/makale/mehmet-ucum-milli-yargi-yetkisi-devredilemez-h440187.html )