Libya ile 27 Kasım 2019 tarihinde İstanbul’da bir Anlaşma imzaladık: “Türkiye Cumhuriyeti ile Libya Devleti Ulusal Mutabakat Hükümeti Arasında Akdeniz’de Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası”.

Anlaşma, 7195 sayılı Uygun Bulma Kanunu’nu takiben 7 Aralık 2019 tarihli ve 30971 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 1815 sayılı Kararla onaylandı. 12 Aralık 2019 tarihli ve 30976 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 1818 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı’na göre, 8 Aralık’ta da yürürlüğe girdi. Ülkemiz Anlaşmanın tescili için BM’ye başvurdu.

Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nın 102. maddesi uyarınca BM üyesi bir devletin, akdettiği uluslararası Anlaşmaları BM Sekreterliğine tescil ettirmesi ve Sekreterliğin Anlaşmayı yayımlamasını sağlaması gerekiyor. Yoksa Anlaşma BM organları önde ileri sürülemiyor. Bu kuralın amacı, her şeyden önce aleniyet ve güvenin sağlanması, gizli anlaşmaların önlenmesi. Dolayısıyla, Türkiye’nin Anlaşmanın tescili için BM’ye yaptığı başvuru, uluslararası anlaşmalar için öngörülen mutad bir prosedür olmanın yanında, Anlaşma metninin gizli olmadığının, metni elde etmek için çıkartılan yaygaranın boşa olduğunun da kanıtı.

Tartışılmakta olan ise, Anlaşmanın uluslararası hukuka uygun olup olmadığı:

BM Genel Sekreteri sözcülerinden Farhan Haq, BM'nin üye devletlerin denizler üzerindeki haklarında bir tutum takınmadığı; ancak kapalı veya yarı kapalı alanlar gibi belirli bölgelerde, üçüncü tarafların çıkarlarının özellikle dikkate alınması gerektiği yönünde bir açıklama yaptı.

Avrupa Birliği (AB) Brüksel’de halen, iki gün sürecek bir Zirve düzenliyor ve Zirvenin konularından biri de bu Anlaşma. Basına bugün (13 Aralık 2019) sızan bilgilerden, Avrupa Konseyi’nin (bu Avrupa Konseyi, kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi değil; AB’nin organlarından biri) konu hakkında açıklaması beklenen metnin taslağında, Anlaşmanın Akdeniz’e kıyısı bulunan üçüncü ülkelerin egemenlik haklarını ihlal ettiği ve BM deniz hukuku'na aykırı olduğu iddialarının yeraldığı anlaşılıyor.

Haydi Anlaşmanın içeriği, ilgili uluslararası metinler ve uluslararası hukuk kuralları ışığında duruma bir bakalım:

1. Anlaşma neyi getiriyor? Anlaşma ile taraflar, Akdeniz’deki karşılıklı kıta sahanlığı (KS) ve münhasır ekonomik bölge (MEB) sınırlarını belirlediler. Anlaşmada, taraflardan birinin MEB’inde başlayıp diğerininkine uzanan doğal kaynakların işletilmesi amacıyla yapılacak modalite Anlaşmaları konusunda tarafların işbirliği yapabilecekleri, ayrıca taraflardan birinin, MEB’inin sınırlandırılması için üçüncü bir Devletle görüşmelere başlaması halinde, bu üçüncü Devletle nihai Anlaşma yapmadan önce diğer tarafı hem bilgilendireceği hem de diğer tarafla görüşmeler yapacağı kaydediliyor. Belirlenen sınırların haritası ile ortay hattın tespiti için kullanılan sınırlandırmaya esas noktalara ait koordinatlar, Anlaşma ekinde yeralıyor. Bu ekler, Anlaşmanın ayrılmaz birer parçası; yani metne dahil kabul ediliyorlar.

Dışişleri Bakanlığı Denizcilik, Havacılık ve Hudut Genel Müdür Vekili Büyükelçi Çağatay Erciyes’in sosyal medyada paylaştığı, Anlaşma sonrası Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki KS ve MEB sınırlarını gösteren harita şu şekilde:

2. Kara sınırımız bulunmayan bir Devletle böyle bir Anlaşma yapabilir miyiz? Evet. Çünkü iki ana kara devletin birbirine karşı kıyıları bulunuyor. Anlaşmayı yasaklayan emredici kural bulunmadığı gibi, teamül niteliğindeki 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) uyarınca da bu mümkün.

3. Anlaşma genel geçerlilik şartlarını karşılıyor mu?

Evet.

Pratikte, uluslararası Anlaşmaların geçersiz sayılmalarına ilişkin olarak, 1969 Viyana Anlaşmalar Hukuku Sözleşmesi (VAHS) temel alınıyor. VAHS uyarınca, uluslararası Anlaşmalarda mutlak butlan (kesin hükümsüzlük) halleri uluslararası hukukun emredici kurallarına (jus cogens) aykırılık, temsilci üzerinde zor kullanılması ve Devlet üzerinde kuvvet veya kuvvet kullanma tehdidi kullanılması ile sınırlı. Yanılma, aldatma, temsilcinin aldatılması, iç hukuk temelli yetkisizlik halleri ise nispi butlan halleri olarak gösteriliyor.

Türkiye ile Libya, iki egemen Devlet. İkisi de BM üyesi. Libya’da bir iç karışıklık mevcut evet, ancak bu, Anlaşmanın geçerliliğini etkilemiyor zira Anlaşma hukuken yetkili kişilerden biriyle; Libya’nın meşru Hükümeti kabul edilen (Yunanistan’ın istenmeyen kişi ilan ettiği, Libya’nın Atina Büyükelçisi de sözkonusu meşru Hükümetin atadığı Büyükelçi) Trablus merkezli Hükümetin Dışişleri Bakanı ile imzalandı.

Anlaşmada taraflar bakımından bir irade sakatlığı, zorlama, yanılma vs olmadığı da açık.

Jus cogens zamana bağlı olarak değişebilse de, bir kuralın emredici sayılması için, VAHS uyarınca, kuralın uluslararası toplumun tümü tarafından benimsenmiş olması ve sözkonusu kuralla çelişen norm bulunmaması gerekiyor. VAHS, jus cogensi listelemiyor. Neler oldukları konusunda tam mutabakatın mevcut olduğu da söylenemez ancak kölelik, işkence ve soykırım yasakları gibi kurallar, bunlara örnek gösteriliyor. Dolayısıyla, Anlaşma jus cogens’e de aykırı değil.

4. BMDHS ihlal ediliyor mu?

Ne Türkiye ne de Libya BMDHS’ye taraf. Türkiye esasen, kabul aşamasında BMDHS için red oyu vermişti.

BMDHS’nin özelliğinin, kural yaratması değil mevcut teamülleri kodifike etmesi olduğu, bu nedenle taraf olmasa da Devletlerin BMDHS ile bağlı olduğu yönünde neredeyse fikirbirliği var.

Ancak bu, taraf olmayan Devletlerin her hal ve karda BMDHS’nin tüm hükümleriyle bağlı olacağı sonucunu doğurmuyor; zira uluslararası hukukta jus cogens hiyerarşik olarak teamüllerden üstte yeralıyor.

Bu durumda, BMDHS’den kaynaklı bir geçersizlik sonucu da doğmamalı.

5. Akdeniz'de bulunan üçüncü ülkelerin egemenlik haklarının ihlali var mı? Üçüncü tarafların çıkarlarının gözetilmesi gerekli mi? Gözetilmiş mi? Anlaşma iyi komşuluk ilkesinin ihlali mi?

Bu sorular hukuk maskesi altındaki siyasi sorular. Hem daraltıcı hem de genişletici anlamda yanlış yortuma/kötüye kullanmaya açıklar.

Sözkonusu sorulara iyi bir yanıt, Dışişleri Bakanlığı’nın 1 Aralık 2019 tarihli ve SC-73 sayılı açıklaması. Sözcü Hami Aksoy, açıklamada şunların altını çizdi:

“Libya’yla imzalanan anlaşma ile Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarımızın batıdaki sınırlarının bir bölümü belirlenmiştir. Bu, başta uluslararası hukuk içtihatlarını oluşturan mahkeme kararları olmak üzere, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin ilgili maddeleri dahil, uluslararası hukuka uygun olarak imzalanmış bir anlaşmadır.

Esasen, tüm taraflar Doğu Akdeniz’de en uzun anakara kıyısına sahip ülke olan Türkiye’nin kıyı projeksiyonunun adalarla kesilmeyeceğinin, iki anakara arasındaki ortay hattın ters tarafında kalan adaların karasuları dışında deniz yetki alanı yaratamayacağının ve deniz yetki alanları hesaplaması yapılırken kıyıların uzunluklarının ve yönlerinin hesaba katıldığının farkındadır. Nitekim, Türkiye bu anlaşmayı imzalamadan önce tarafları hakkaniyet çerçevesinde bir uzlaşı için görüşmelere çağırmıştır ve halen de görüşmelere hazırdır. Ancak, Türkiye’nin uluslararası hukuka dayalı ve hakkaniyeti temel alan bu yaklaşımı karşısında görüşmelere başlamak yerine sadece tek taraflı adımlar atarak Türkiye’yi suçlamak tercihine gidilmiştir. Bu anlayışın altında örneğin Türkiye’nin anakarasının karşısında küçük bir ada olan Meis’e kendi yüzölçümünün 4 bin katı kadar deniz yetki alanı kazandırmaya çalışan maksimalist ve uzlaşmaz Yunan-Rum tezleri yatmaktadır. Bu anlayış, zamanında Mısır’a 40 bin kilometre kare alan kaybettirmiştir.”

6. Uluslararası mahkemelerin tutumu:

BM Uluslararası Adalet Divanı (UAD), Devletler arasında meydana gelen uyuşmazlıkları, uyuşmazlığa taraf tüm  Devletlerin yargılamaya rızası olması kaydıyla görebiliyor. Ülkemizin bu Anlaşma nedeniyle UAD yargı yetkisine tabi olması, rızamız olmadan mümkün değil.

Örneğin, 19 Ağustos 1976'da Yunanistan'ın ülkemiz aleyhine tek taraflı olarak UAD’de açtığı, Ege Denizi kıta sahanlığına ilişkin bir davada UAD, Ocak 1979’da, ihtilafla ilgili yargı yetkisi bulunmadığına karar verdi.

BMDHS ile kurulan BM Deniz Hukuku Mahkemesi’nin ise, BMDHS’ye taraf olmayan Devletler üzerinde yargı yetkisi yok.

7. Peki o zaman sorun ne?

Sorun, Anlaşmanın AB ve çeşitli Devletlerce, siyasi ve ekonomik çıkarlarına aykırı addediliyor olması.

Sorun, Doğu Akdeniz hidrokarbon kaynakları pastasının nasıl paylaşılacağı.

2018’den bu yana, Yunanistan’ın Libya’ya ait olması gereken en az 39.000 bin km2’lik bir deniz alanını fiilen sahiplendiği konuşuluyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nce (GKRY) sondaj çalışmalarına açılan sahalarda bizim, KKTC’nin ve Libya’nın haklarının ihlal edildiği belirtiliyor. Sondaj gemilerimizin temel gönderilme nedeni de esasen bölgedeki haklarımızın korunması.

Bu nedenle, tam da olması gereken taraflar arasında akdedilen bu Anlaşmanın, dış politika açısından da kaydadeğer potansiyel olumlu sonuçları ve özel önemi var. Türkiye ve Libya, Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynaklarının aranması, çıkartılması ve taşınmasında oyun dışı bırakılmaya çalışılırken bu Anlaşmayla oyun kurucu olma iddialarını gösterdiler.

8. Sorunu nasıl bertaraf ederiz?

Hukuk ve diplomasiyle.

Öncelikle, Anlaşmanın geçersizliği iddiası ile ilgili hüküm vermeye zorunlu yargı yetkisi bulunan bir uluslararası yargı mercii yok.

Ancak yine de, Anlaşmanın hukuka aykırılığı iddialarının temelsizliğini, hukuk sınırları içerisinde göstermek gerekiyor. Çünkü bu haksız iddialar, Anlaşmanın geçersizliğine değil ama üçüncü ülkeler ve/veya uluslararası/bölgesel teşkilatlarca alınacak yaptırım kararlarına, can sıkıcı BM tavsiyelerine vb. neden olabilir.

Bu çabalarda, diplomasiden azami ölçüde yararlanılmalı. İyi komşuluk mesela. Nereye çekerseniz oraya gidebilecek, uluslararası arenada içi siyasi saikle doldurulabilecek bir kavram. İyi komşuluğun ne olduğunu, ne olmadığını, uluslararası toplum tarafından da maalesef göz yumulmakta olan, bazı Doğu Akdeniz ülkelerinin çeşitli tasarruflarından örnekler vererek anlatması gereken, diplomasi. 

Muhataplarımıza, ülkemizin bölgenin başat aktörlerinden olduğu, bölgede yürütülen enerji faaliyetlerinden dışlanmaya çalışılmasının uzun vadede herkesin ekonomik zararına malolacağı hatırlatılmalı; enerji pastasının paylaşımında hep birlikte kazanacağımız çözümler üretmenin siyasi ve ekonomik faydaları açıklanmalı; Anlaşmanın kazan-kazan ilkesi önünde engel teşkil etmediği vurgulanmalı.

Bu hususlar yıkıcı değil yapıcı bir söylemle anlatılmalı.

Anlaşmanın haklılığı yönünde bölge halklarını bilgilendirme amaçlı kamu diplomasisi faaliyetlerine ağırlık verilmeli.

BM, Avrupa Konseyi, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), ASEAN (Güney Doğu Asya Ülkeleri Birliği), Afrika Birliği başta, uluslararası ve bölgesel teşkilatlar nezdinde bilgilendirme faaliyetleri düzenlenmeli.

Çatışmaların, uluslararası ihtilafların nihai galipleri, ordularını oraya buraya salıp sert güç kullananlar değil; diplomasi, hukuk, bilim/teknoloji ve zekayı etkili kullanan Devletler.  Sert gücünü sadece ve sadece bu dört unsur yetersiz kaldığında, “voltran”ın beşinci unsuru olarak sahaya süren Devletler.

Bu denli çetrefilli bir konuda ilgili makamlarımızın yetkililerince daha detaylı analizlerin yapılmakta, genel şartlar altında olumlu bir gelişme olan Anlaşmanın sorunsuz uygulanabilmesi için gerekli önlemlerin alınmakta olduğuna inanıyorum.

Müzakerelerinin uzun zamandır sürdüğü; ancak Libya’daki iç durum nedeniyle yeni sonuçlanabildiği dile getirilen Anlaşmanın, imza aşamasındaki başarıyı sürdürüp sürdüremeyeceğini de, bu nedenlerle, zaman gösterecek.