Depreme denizin ortasında, balık tutarken yakalandım. Eşim, gömleğimi değiştirmek için bir AVM'de, kızımız ise bakıcısıyla birlikte evde... Yaşadığımız korku, panik, dehşet, bir an önce üç farklı noktadan hareket ederek buluşmaya çalışmak, iletişim kurmak, ses duymak, ne olduğunu, ne kadar olduğunu anlamaya çalışmak gibi şeyleri sanki bir tek bizim başımıza gelmiş gibi etrafa anlatmanın, bu yazıya konu etmenin kaybettiğimiz insanlarımıza, canlarımıza saygısızlık olduğunu düşünüyorum. Bizim yaşadığımız x duygu hangi can kaybının önüne geçebilir veya konuşulur olabilir... Hissettiğimiz herhangi bir şey hangi canımızdan daha kıymetli olabilir... Kimse ölmese belki şöyle korktuk, böyle hissettik diyebilir, bencil özelimizi anlatabilirdik. Ama bunu burada yapamayız.

Zeki Müren Parkı'nın içinde Baro'nun bir tesisi var. Tesisin etrafı çadırlarla, enkaz veya yıkım kararı çıkmış binalarla dolu. Günaşırı oraya gidiyorum. Etrafa bakıyorum. Döner kuyruğu oluyor. Lokma dağıtılıyor. Varillerde ateşler yakılıyor. Yardımlar bir basket sahasının içinde tasnif ediliyor. Evsiz, belki de anasız babasız kalan çocuklar halı sahada öğretmenler/pedagoglar ile oyunlar oynuyor, etkinlikler yapıyor. Resim yapıyor çocuklar. Rahatsız etmeden uzaktan bakıyorum, yine de neşeli resimler yapıyorlar. Canlı renklerle neşeli resimler. Bir köpekçik, bir bebeğin oyuncağını kapıp götürüyor. Annesi peşinden koşuyor, yakalayamıyor. Ben de koşuyorum, o oyuncak kurbağayı ben de yakalayamıyorum. Gitti çocuğun oyuncağı. Belki uyku arkadaşıydı. Her yer çatlamış, yarılmış bina dolu. Enkazdan düğün fotoğrafları, dava dosyaları, Atatürk resimleri çıkıyor. En yaşama dair şeylerin üzerinde ölümün gölgesini görüyoruz. En sevinçli renklerin üzerinde toprak var, beton var. Avukat beklemeyi iyi bilir. Meslekten bilir. Talep eder. Devamlı talep eder. O yüzden reddedilmeyi de çok iyi bilir. Ama bu iş öyle değil. O enkazın kaldırılmasını hiçbirimiz bekleyemedik. Yaşam talebinin reddinin ölüm olmayacağı bir gün olsun diye bekledik, mucizeler haricinde olmadı. Bilemedik.

Çaresizlik ve boşluktan başka bir şey hissedemiyorum. Kimsenin gözünde beş kuruşluk değerimizin olmadığını, eğer olsaydı '99 depreminden bugüne ilaç için bir adım atılması gerektiğini, bu depremden sonra da paranın insandan daha önemli olduğu gerçeğinin değişmeyerek yeni bir depremde aynılarını yaşayacağımızı biliyorum. Belki diyorum; İzmir, yani güzel İzmir, duyarlı, bilinçli insanların kenti İzmir şu felaketten sonra kendi canına sahip çıkar. Ve belki diğerleri de... Belki. Enkazdan çıkartılan avukat arkadaş, 'kafamda deniz kumu vardı' diyor. Yıkılan binanın inşaatında çalışan işçiler, 'ilk depremde yıkılacağını biliyorduk' diyor. Belki diyorum, bir dahakine ölmeyiz. En iyi yaptığım şeyi yapamıyor, öfkelenemiyorum bile. 

Dedim ya, ne hissetiğimin de aslında bir önemi yok. Belki bu yazıyı yazmanın da bir anlamı yok. Hiçbir zaman; çiçek kokuları taşıyan, yüzümüzü yalayan bir ilkbahar rüzgarı bütün bu enkazı siler atar, bizi bu kara kıştan çıkarır mı diye romantik umutlar besleyen bir insan olmadım ama öyle çaresizim ki; çiçek kokuları taşıyan, yüzümüzü yalayan bir ilkbahar rüzgarı bütün bu enkazı siler atar, bizi bu kara kıştan çıkarır mı dersiniz? En azından köpekçiğin kapıp götürdüğü o kurbağayı geri getirsin. Getirmez mi?


Av. Erdem Oktar / Avukados