Hiyerarşi, siviller arası insan yönetiminde pek önem taşımaz ise de kamu yönetiminde büyük önem taşır, adeta “vazgeçilmez unsur” olur. Hiyerarşide üstün astı atamasında genellikle aile, dostluk, yakın arkadaşlık, politika, deneyim ve ehliyet önem taşır. Bunlardan aile, ileri gitmiş ülkelerde realistlerce hiçbir sıraya oturtulmaz iken adına “Patrimonyal bürokrasi” de denilen yönetim şekli, Osmanlı İmparatorluğunun gerileme devrinden başlayarak ülkemizde ve özellikle bazı belediyelerde zaman zaman belli oranlarda ilk sıralara oturtula gelmiştir.  

Aile bağlarını önceleyerek atanan akrabaların, denenmedikçe farkına varılamayacak ehliyetsizlikleri ile akrabası olan üstünden alacağı gücü kendi zaaflarıyla da birleşince zaman içerisinde ortaya çıkan bilgisizlik ve otorite eksikliği kamu yönetiminde kaosa yol açmakta ve acı fatura, atanana değil atayana ve en üzücü olanı da o memleketin halkına çıkmaktadır. Atayanın da pişmanlığına yol açan bu zararın telafisi de mümkün olmamaktadır. Birkaç ay sonra astın başarısı yerine başarısızlığı görülüp bunu devam edeceği anlaşılsa dahi toplumdaki “...binmek bir ayıp, inmek ayrı bir ayıp” deyimi doğrulanırcasına güven erozyonuna uğramamak için astın bu başarısız çalışması devam ettirilmektedir. En önemlisi de ast, görev yeri değiştirildiği veya görevinden uzaklaştırıldığı takdirde iş hayatındaki bu değişimin getireceği sosyal çalkantı, akrabalık nedeniyle aile içine de sıçrayacağından; yakın akrabasını iyi niyetle atayan üstün, iş hayatında zehir olan 8-10 saatini bu “zehir”den kurtarması artık pek mümkün olmadığından astın çalışması “ucu açık bir şekilde” devam ettirilmektedir.

Bu arada kamunun, halkın uğradığı ve uğrayacağı zarar düşünülmemekte, 1789 Fransız Devrimi öncesinde, yönetimin çok kötü olduğunu ve reform yapacağını söyleyerek iktidarı ele geçiren Robespierre gibi yöneticilerin, hataları ve zaafları nedeniyle çok ta fazla bir şey yapamayacağını anlayınca mevcudu muhafaza etmek için ifade ettikleri “yanlışları değiştirdik” nidaları sadece sözde kalmaktadır. Çünkü “yanlışı yapanlar” değişse de “yapılan yanlış icraatlar” ile “yanlış yapılan kitle” aynı kalmakta, artık koltuk, halka hizmet ve reform için araç değil, bu kez “elden bırakılamayacak” amaç olarak görülmeye başlamaktadır.     

Aynı zamanda sosyolog olan yöneticilerin de daha iyi bileceği üzere sosyolojinin laboratuvarı görünürde mekân olmadığından ve olamayacağındandır ki, pozitif bilimlerin aksine “Tarih, sosyolojinin laboratuvarıdır.” denir. Bu laboratuvarda geçmişte meydana gelen olaylar ve sonuçları birer deney olarak addedilir. Bu deneylerden ders çıkaranlar fatura ödemezler ve ödetmezler. Çünkü faturayı önceki denekler ödemiştir. Hem de belki çok acı şekilde… Ders çıkarmayan, önceki deneyleri okumayan, dinlemeyen, bilmeyen, inanmayan, dolayısıyla “Amerika’yı yeniden keşfetmek!” isteyenler ise acı faturaları kendileri ile birlikte belki farkında olmasalar veya istemeseler bile yönetilenlere de ödetirler. Sonuçta olan her zamanki gibi yine halka olur, büyük şehirlerin veya ülkelerin arasında kalan coğrafyalara olur.

Ve hele insanlar, akademik kariyerine, uzmanlığına, aklına, deneyimine ve sorunlar karşısında soğukkanlı ve çözümcü tavır takınıp takınmadığına bakılmaksızın; dini, mezhebi, siyasi partisi, dünya görüşü ve memleketi gibi yapay kavramlara göre sınıflandırılmaya devam edildiği takdirde, ekonomik yönden de gittikçe zayıflamaya devam ederek “küçük ülke” veyahut “küçük şehir” kalmaktan kurtulamazlar.

Yöneticilerin başarılı olabilmesi ve dolayısıyla yönetilenlerin mutluluk ve kalkınmışlıklarının artırılabilmesi için, “tozu halının altına süpürmeden” yönetimde “lokal anestezi” yerine “genel anestezi” yapmaları, memleketi krallarla değil kurallarla, hem de rasyonel akılla yönetmeleri gerekir.

Aksi halde “patrimonyal bürokrasi” deyimi, yalnızca akraba ağırlıklı olmakla kalmaz, yakın arkadaş ve dostları da aynı ağırlıkta kapsamaya başlar.

Memleketin sonu “hüsran” da olsa!

...

Mustafa IŞILDAK

Emekli (AÜHF son sınıf öğrencisi)