GİRİŞ

Kendi kaderini tayin hakkı, uluslararası alandaki en çok tartışılan konulardan biridir. Günümüzde dünyanın birçok yerinde yaşayan ve etnik, dilsel veya dinsel bakımdan farklı topluluklar kendi kaderini tayin hakkını oluşturur. Bir ulusun kendi kaderini tayin etme bakımından ortaya çıkan tartışmalar yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden günümüze değin devam etmekle birlikte kendi kaderini tayin hakkı, yeni uluslararası toplumun önemli kavramlarından biridir. Kendi kaderini tayin hakkı, toplumların temel yaşam şekillerini yeniden şekillendirmiş ve tanımlanmasında da yeni bir sürecin başlatıcısı olmuştur. İdeolojik kökenlere ilişkin belirlemeler kavramı bakımından çok yönlü olmasına karşın belirsiz bir hal alır.

İnsan haklarına ilişkin belgelere bakıldığında kendi kaderini tayin hakkına yer verildiği görülmektedir. Söz konusu bu hak, yalnızca bir insan hakkı şeklinde değerlendirilse de devletlerin söz konusu bu hakkı her zaman kötüye kullanabileceğine yönelik endişe etmiştir. Kendi kaderini tayin hakkı, uluslararası ilişkilere dahil edilmekle birlikte farklı yollarda yorumlanmış ve tartışma konusu olmuştur. Uluslararası hukukta önemi ayrı olan kendi kaderini tayin hakkı, bu hak uyarınca ulusun özgürlüğü bakımından sömürge altındaki uluslar için önemi büyüktür. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının söz konusu olduğu hallerde bu hakkın sömürge yönünden bağlamıdır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının uluslarası hukukun temel ilişkileriyle ilişkili olması, ulusların müdahaleye maruz kalmaksızın kendi kaderini belirlemesini sağlar. Bunun yan sıra ülkelerin içişlerine karışmama ve kuvvet kullanmama ilkeleri ile yakından ilgili olması nedeniyle kendi kaderini tayin ilkesi, ekonomik ve siyasal bakımdan da önemi vardır.

I. KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI

1. Kendi Kaderini Tayin Hakkının Tarihi Gelişimi

İnsanların kendi işleri hakkında kendi kararlarını verme hakkına sahip olduğu görüşü, insan türünün doğuşundan beri var olmuştur. Ancak bu gerçeğin resmi ifadesi Fransız Devrimi ile başlar. Bu hak, 19. yüzyılda Avrupa'da ulusal kimlik bilincinin Rusya'daki burjuva milliyetçiliği ve sosyalist güçler aracılığıyla büyümesinin bir sonucu olarak modern ulus-devletlerin ortaya çıkışı olarak devam etti. Bütün bunlar, sömürgeleştirilmiş uluslar hala Avrupa'nın sömürge güçlerinin gölgesindeyken gerçekleşti. Birinci Dünya Savaşı sırasında, kendi kaderini tayin terimi, İngiltere ve Fransa gibi İtilaf Devletleri tarafından Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde kullanıldı[1].

Azınlık grupları gibi çeşitli azınlık gruplarına göre avantaj elde etmek için bir propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra bu prensibin içeriği günümüz uluslararası hukukunda bildiğimiz şekli almaya başlamıştır. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson, kendi kaderini tayin hakkının güçlü bir savunucusu oldu ve 1918'de kendi kaderini tayin konusundaki meşhur on dört makalesini Kongre'ye sundu[2].

Wilson ayrıca "kendi kaderini tayin etme" terimini kullandı. Wilson'ın bu terim hakkındaki görüşleri ve metni eleştirildi. Buna rağmen uluslararası hukukta "kendi kaderini tayin" ilke olarak önem kazanmaya başlamıştır. Ona göre, kendi kaderini tayin hakkı, temelde bireylerin kendi hükümetlerini özgürce seçme hakkıdır. Woodrow Wilson'a göre, uluslararası düzeyde kendi kaderini tayin hakkının 4 yönü vardır[3].

Bunlardan ilki, her bir halkın kendi yönetimi altında yaşayacağı hükümeti seçme hakkı, ikincisi ise Orta Avrupa devletlerinin yeniden şekillenmesidir. Ulusal talepler doğrultusunda ve üçüncüsü ülke değişiklikleri ile ilgili sorunların çözümünde kullanılabilecek bir kriterdir. Sonuncu ama bir o kadar önemli sömürge egemenliği altındaki halkların iddialarının sömürge devletlerinin çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde çözümünü dikkate almak şeklindedir. Kendi kaderini tayin ilkesini destekleyen Bolşevikler bu konuda çok ilerlemişlerdi[4].

İsteyen her etnik grubun ayrılma ve bağımsızlık hakkına sahip olduğunu ileri sürdüler. Lenin, Bolşevikler arasında kendi kaderini tayin hakkının önde gelen savunucularından biriydi. Ancak Lenin ilhak etmeye karşı çıktı; ilhak konusundaki görüşünü şu şekilde ifade etmiştir: “İlhak, küçük veya zayıf bir ulusun aşikar ve hatasızdır. rızalarını ve arzularını ifade etmeden isteyerek daha güçlü bir devlete katılma. Bu, ister Avrupa'da isterse denizaşırı uzak ülkelerde olsun, zorla ilhak edilen veya ülke sınırları içinde tutulan ulusun dahil edilme zamanına ve gelişme veya geri kalmışlık düzeyine bakılmaksızın ilhak ve hükümsüzdür."[5]

Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda kurulan Milletler Cemiyeti, 1. Dünya Savaşı'nda mağlup olmuş Almanya ve Türkiye kolonilerini er ya da geç bağımsızlığa kavuşturma amacı ile onları sisteme dahil etmekle görevlendirilmiştir. Milletler Cemiyeti'nin dağılmasıyla yerini İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler aldı. Ulusal özgürlük ve bağımsızlık talepleri, savaşta kazanan tarafta olan devletler de dahil olmak üzere tüm kolonilerde ortaya çıktı. BM 1945'te şekillendiğinde, "kendi kaderini tayin hakkı" uluslararası arenada yerini aldı. Bu nedenle, bu terimin BM Antlaşması'na dahil edilmesi şaşırtıcı değildir. Yine de, bazı araştırmacılara göre, kendi kaderini tayin hakkının BM Antlaşması'na girişi, BM'nin yapmak istediği açık bir girişim değildir. Bazı eyaletler, ABD ve İngiltere tarafından 14 Ağustos 1941 tarihli Atlantik Bildirgesi'nde ilan edilen “kendi kaderini tayin hakkını” BM Antlaşması'na dahil etme konusunda isteksiz davrandılar[6].

Sömürge ulusların haklarının gerçekten önem kazanmaya başladığı dönem Milletler Cemiyeti'nin ve Wilson, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki görüşlerdi. Ancak, kendi kaderini tayin kavramı Milletler Cemiyeti'ne dahil edilmedi. Aslında, Milletler Cemiyeti Paktı'nın 10. maddesi, Lig'e üye devletlerin toprak bütünlüğüne atıfta bulundu. Ulusların kendi kaderini tayin hakkına aykırıdır. Anılan 10. madde şöyledir: “Dernek üyeleri, tüm Dernek üyelerinin toprak bütünlüğüne ve mevcut siyasi bağımsızlığına saygı göstermek ve onları dışarıdan gelecek herhangi bir saldırıdan korumakla yükümlüdür[7].

Sömürge ulusları kendi bağımsızlıkları için mücadele ederken, kendi kaderini tayin hakkı açık bir hak haline geldi ve yeni kurulan BM bu hakkı tanıdı. Sonuç olarak bu hak, BM Antlaşması'nın en önemli maddesi olan 1. maddenin 2. fıkrasında yer almıştır. O zamandan beri bu hak, BM tarafından sayısız beyan ve diğer metinlerde defalarca onaylandı. Özetle, slogan olarak başlayan kendi kaderini tayin düşüncesi, uluslararası hukukta bir ilke sonra bir hak haline geldi. Ancak, bu hakkın tam olarak ne olduğu belirsizliğini korudu. Aynı zamanda birçok yönü de içerir. Bu hakkın kesin ve tartışılmaz tek yönü, dış güçlerin ve koloninin egemenliği ile ilgili yönüdür[8].

Kendi kaderini tayin kavramı günümüzde demokratik yönü ile daha fazla önem kazanmıştır, ancak kavram hala belirsiz kriterlerle yasal-politik bir temelde yer almaktadır. Kendi kaderini tayin, uluslararası arenada ilk ortaya çıkışından 1945 Birleşmiş Milletler Antlaşması'na kadar siyasi bir ilkedir; 1945'ten 1960'da Sömürge İdaresi Başkanlığı Altındaki Ülkelerin ve Halkların Bağımsızlık Bildirgesi'ne kadar yasal bir ilke olarak varlığını sürdürdü. Bu tarihten Soğuk Savaş'ın sonuna kadar yasal ve siyasi bir hak haline gelen kendi kaderini tayin kısaca, dünyanın tüm ulusları için; İç anlamda bir hak, dışarıda bir ilke olduğu söylenebilir.

Birleşmiş Milletler kararlarının ışığında, kendi kaderini tayin ilkesinin, en azından sömürge yönetimi altında yaşayan uluslar için bir hak haline geldiği söylenebilir. Öte yandan, kendi kaderini tayin belgesi başvuruları da dikkate alınmaktadır. Tercihi göz önüne alındığında, bunun yalnızca sömürgeleştirilmiş uluslara özgü bir hak olmadığı da görülecektir. Aynı zamanda, farklı topluluklara karşı ciddi insan hakları ihlallerinin olduğu bu tür topluluklar için kendi kaderini tayin hakkıdır[9].

Kendi kaderini tayin hakkı konusundaki tartışmanın ana konusu, kendi kaderini tayin hakkının ayrılma hakkını içerip içermediğidir. Kendi kaderini tayin hakkının ayrılma hakkını içerip içermediği her zaman tartışılmıştır. Kendi kaderini tayin hakkı genellikle olumlu bir ilke olarak görülürken, ayrılma hakkı olumsuz ve yıkıcı bir ilke olarak görülüyordu. Uluslararası hukuka göre, kendi kaderini tayin hakkı, toprak bütünlüğü ilkesi sınırları içinde geçerlidir[10].

Toprak bütünlüğü ilkesi, 20. yüzyılda uluslararası hukukun bir ilkesi haline geldi. Bu ilkenin ilk kabulü Milletler Cemiyeti Paktı'nın 10. maddesiydi. Söz konusu madde ile üye devletler, birbirlerinin toprak bütünlüğüne saygı göstermeyi taahhüt etmişlerdir. Aynı ilke daha sonra Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın 2. maddesinin 4. paragrafında ifade edildi. BM uygulamalarına baktığımızda bu konu Genel Kurul tarafından 1514 ve 2625 sayılı BM Genel Kurulu kararlarında açıklığa kavuşturulmuştur. Genel Kurul kararı 1514 açıkça mevcut durumdan ayrılmayı yasaklamıştır. Buna göre, "ülkenin toprak bütünlüğünü ve ulusal bütünlüğünü kısmen veya tamamen yok etme girişimleri, BM Antlaşması'ndaki ilkelerin hedefleriyle bağdaştırılamaz[11].

Dostane İlişkiler Bildirgesi'nin 8. maddesinde, toprak bütünlüğü ilkesi Kendi kaderini tayin ilkesine göre daha fazla ağırlık verilmiştir. Buna göre, "Her devlet, başka bir devletin ulusal ve toprak bütünlüğünü kısmen veya tamamen yok etmeye yönelik eylemlerden kaçınacaktır. Temsilci bir hükümeti varsa, Devletin milli ve ülke bütünlüğünü ihlal edecek şekilde kendi kaderini tayin hakkının varlığı kabul edilemez. deniyor. Tüm nüfusu temsil eden bir hükümetle mevcut bir devleti terk etme hakkının reddedildiği anlaşılacaktır[12].

2. Kendi Kaderini Tayine İlişkin Uluslararası Hukukta Yer Alan İlkeler

Kendi kaderini tayin hakkına ilişkin uluslararası hukuk ilkelerini tartışmadan önce, önemli bir konunun ele alınması gerekir. Kendi kaderini tayin, iki eşit derecede temel çelişkili argümandan oluşur. İlk argüman, devletlerin egemen eşitliği, toprak bütünlüğü ve içişlerine karışmama ilkeleridir. Bu, uluslararası hukuka göre, içişlerine güç kullanmayı veya müdahale etmeyi reddederek bağımsız bir devletin egemenliğine saygı gösterme yükümlülüğünü gerektirir. İkinci argüman öncelikle kendi kaderini tayin hakkının varoluş sebebini ve özünü ele alır. Diğer bir deyişle, ikinci argüman ulusların yönetmedikleri yerde kendilerini yönetme hakkına sahip olduklarıdır[13].

Bir bölgenin sakinlerini o eyaletten ayrılmanın mümkün olup olmadığı sorusuna cevap vermeye zorlar. Uluslararası kabul görmüş bir devlette yaşayan bir topluluğun kendi kaderini tayin hakkı talebi, doğal olarak o devletin toprak bütünlüğünün sağlanmasıyla çelişir. Bugün uluslararası hukukta kendi kaderini tayin hakkının bu kadar önemli olmasının nedeni, bu hakkın uluslararası hukuktaki bazı temel ilkelerin bir uzantısı veya ifadesi olmasıdır. Başka bir deyişle, devletlerin egemen eşitliğinin, toprak bütünlüğünün ve içişlerine karışmama ilkelerinin bir uzantısı veya ifadesidir. Bu ilkeler bir şekilde birbirine bağlıdır. Her ikisinin tanımı ve uygulaması, diğerinin tanımlanmasında ve uygulanmasında önemli bir role sahiptir. Bu ilkelerin her biri ve kendi kaderini tayin hakkının kendisi bir dizi soruna, çelişkiye ve nihayetinde sorunlu ilkelerin yorumlanması ihtiyacına neden olur. Örneğin, son zamanlarda önemi giderek artan bir soru; Uluslararası hukukta insani müdahale hakkı varsa, bu hakkın içişlerine karışmama ilkesiyle çatışması nasıl engellenir[14].

Uluslararası hukukun kişileri her şeyden önce devletlerdir ve uluslararası hukuk, devletlerin egemen eşitliği ilkesine dayanır. Bu ilkeler bildiğimiz şekliyle uluslararası hukuku oluşturur. Dahası, kendi kaderini tayin hakkı da BM Şartında yer almaktadır. Ove Bring'e göre bu ortak durum, uluslararası hukukta yeni ilkelerin gelişiminin de bir işaretidir. Yani bu aynı zamanda devletlerin aksine kendi kaderini tayin ve ulusların eşit hakları ilkelerinin gelişiminin bir işaretidir. (BM Antlaşması'nın 1 (2) ve 55. maddelerinde belirtildiği gibi). İkincisinde (BM Antlaşması'nın 55. maddesi), uluslararası ekonomik ve sosyal dayanışma ilkeleri de açıklanmaktadır. Bring'e göre, bu, tüm ulusların eşit kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğu ve kendi kaderini tayin hakkı elde edildiğinde, diğer devletlerin o devletin içişlerine karışmama sorumluluğuyla görevlendirildiği anlaşılmalıdır. Bu genel bir görüştür ve Higgins 1. ve 55. maddeler "Her iki içerikte de bir devletin insanlarının haklarının diğer devletlerin veya hükümetlerin müdahalesinden korunacağı açıkça belirtilmiştir.

Hakkın kapsamı ve "ulus" teriminin tanımını çevreleyen karışıklık nedeniyle "ulus" ve "azınlık" arasında bir ayrım yapılmış ve uluslararası hukukta kendi kaderini tayin hakkının uygulanamayacağı kabul edilmiştir. Bu açıkça başka bir tanım sorununa yol açar. Mesele şu ki, "ulus" ve "azınlık" tanımlarının sınırlarının nereye çekileceği net değildir. Tüm bunlara rağmen, kendi kaderini tayin hakkı, en azından siyasi açıdan değil, azınlık haklarını tanımak için kullanılır[15].

Devletlerin eşit egemenliği ilkesi, BM Antlaşması'nın 2 (1) ve 78. maddelerinde açıkça belirtilmiştir. (İkincisi, 78. Madde, vesayet sistemi ile ilgili olduğu için bugünün durumuyla pek alakalı değildir). Bununla birlikte, sorun Güvenlik Konseyi'nin bazı üye devletlerine geldiğinde, 27/3. maddede kararlaştırıldığı gibi, usul karşıtı konulardaki Güvenlik Konseyi kararlarını veto etme yetkisine sahip beş ayrıcalıklı daimi üye vardır[16].

3. Kendi Kaderini Tayin İlkesinin Muhtevası

Kendi kaderini tayin hakkına ilişkin uluslararası hukuktaki en önemli ilke ve metinleri inceledikten sonra, şimdi bu hakkın çeşitli özelliklerini açıklamak yerinde olacaktır. Bu noktada, kendi kaderini tayin hakkının uluslararası hukukun diğer genel ilkeleri ile birlikte kullanıldığını bir kez daha vurgulamak yerinde olacaktır. Bu, devletlerin egemen eşitliği, toprak bütünlüğü, güç kullanımının yasaklanması ve içişlerine karışmama ilkelerini tamamlar[17].

Kendi kaderini tayin hakkının önemli bir özelliği, diğer devletlere ve uluslararası topluma karşı bağımsız bir devlet olma arzusu anlamına gelen dış görünüşüdür. Kendi geleceğini ve devletlerarası statüsünü, başka bir güce veya devlete bağımlı olmaksızın belirli bir topraklarda yaşamını sürdüren ve ortak özelliklere sahip bir milletin belirlemesi, dışarıdan kendi kaderini tayin etme anlamına gelir. Kendi kaderini tayin etmenin dış yönü faaliyet gerektirir ve diğer devletlere ulusların bağımsızlığa ulaşma isteklerini destekleme ve buna izin verme yükümlülüğü getirir. Bu karşıdan bakıldığında, kendi kaderini tayin, sömürgecilikten göçün dışsal bağlamı gibi görünmektedir, insanların ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimlerini ideal bir demokratik hükümet yoluyla diledikleri gibi kullanma hakkına içkin bir doğaya sahiptir. Dahili kendi kaderini tayin, belirli ortaklıkları olan bir topluluğun, herhangi bir dış baskı olmaksızın istediği bir hükümet biçimini seçme özgürlüğüdür. Bu oy hakkının daha çok siyasi yönetim biçimi ile ilgili olduğu ve özellikle devlet ve yönetim biçimlerinin belirlenmesinde milletlere özgürlük tanıma şeklinde olduğu görülmektedir[18].

Bağımsız bir devletin gelişimini ve ulusların kendi kaderini tayin hakkını tartışırken, Dostane İlişkiler Deklarasyonu gibi BM kararlarına hitap eden yasal bir kurum da içişlerine karışmama ilkelerine hitap eden yasal bir kurumdur. Bu hakkın içeriği göz önünde bulundurulduğunda hem uluslararası hem de ulusal anlamda görüş ayrılığı olmadığı belirtilmektedir. Bu ifadeden kast edilen, herkesin bu hakkı oluşturan bakış açıları ve yapı taşları üzerinde hemfikir olduğu, ancak bu unsurların hizmet etmek istedikleri menfaatlere göre bazen farklı bir ışıkta yorumlandığıdır[19].

Sonuç olarak, kendi kaderini tayin hakkının, sömürgeleştirilmiş uluslara bağımsızlık verme bağlamının ötesinde uygulamaları olduğu konusunda fikir birliği vardır. Bu sadece Dostane İlişkiler Beyanı ile değil, aynı zamanda İnsan Hakları Komitesi ve devlet uygulamaları ve beyanları tarafından desteklenmektedir. Fakat bir kez daha, aksi tezahür eden post-kolonyal çağda, bu hakkın kapsamı kimin hangi niyetle tartıştığına bağlıdır[20].

Zamanla, bu ilke uluslararası hukuk düzenine ve temel ilke olarak BM hukukuna, bir devletin başka bir devlete karşı tehdit veya güç kullanma yasağı şeklinde dahil edilmiştir. BM Antlaşması'nda ifade edildiği üzere kişilerin eşit hakları ve kendi kaderini tayin hakkı ile madde 2/1’deki devletlerin egemen eşitliği arasındaki bağlantı önemlidir. Antlaşmanın hem BM şemsiyesi altında hem de dışında uygulanması, güç kullanımının kısıtlayıcı yorumunun çok ötesine geçerek güç yasağı ilkesinin gelişmesine yol açmıştır[21].

Siyasi ve ekonomik kendi kaderini tayin ve güç kullanımı meseleleri BM çalışmalarında defalarca ele alındı ​​ve bu konularda çok sayıda karar ve farklı metinler vardır. Dostane İlişkiler Beyanı buradaki en önemli metindir. BM'nin temel ilkelerinden biri olan, uluslararası barış ve güvenliğin önemi ve devletler arasında dostluk ilişkileri geliştirme ve işbirliğinin önemi ve bu amaca ulaşmanın yolları, deklarasyonun ne hakkında olduğuna dair uzun ve ayrıntılı bir giriş sağlar. Bölgesel bütünlük ve devletlerin egemen eşitliği, kendi kaderini tayin hakkı, güç kullanımının yasaklanması ve ulusların tabi kılınması, tabi kılma, boyun eğme ve sömürgecilik tartışılan konulardan bazılarıdır[22].

Bu hakkın perspektifi, İkiz Uluslararası Sözleşmeler adı verilen bu iki sözleşmenin kendi kaderini tayin hakkına ilişkin ikinci paragraflarında da bulunabilir. "Milletler, karşılıklı çıkar ilkesine dayalı uluslararası ekonomik işbirliği ve uluslararası hukuktan kaynaklanan herhangi bir yükümlülüğün etkisi altında kalmadan, doğal zenginliklerini ve kaynaklarını kendileri için özgürce kullanabilirler". Doğal Kaynaklar üzerinde Daimi Egemenlik doktrini, tüm devletlerin doğal zenginliklerini ve kaynaklarını kendi ulusal çıkarları doğrultusunda kullanma hakkını ve devletlerin ekonomik bağımsızlığına saygıyı kapsar[23].

4. Hukuki Metinler ve Diğer Düzenlemeler

İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra dünyada yaşanan siyasi gelişmeler ışığında kendi kaderini tayin hakkının gelişimini görmek gerekiyor. Önce Doğu-Batı ayrışması şekillenmeye başladı, sonra Kuzey-Güney bölünmesi olarak bilinen şeye dönüştü. II. Dünya Savaşı'nı izleyen birkaç on yıl içinde, kendi kaderini tayin ilkesinin kapsamı, BM Antlaşması kabul edildiğinde hiçbir BM üye devletinin beklemediği bir yöne doğru kaymaya başladı. Afrika-Asya devletlerinin ilk konferansının Bandung'da yapıldığı 1955'te tarihi bir olay gerçekleşmiştir. Bu konferans, katılımcı devletler arasında güçlü bir dayanışma duygusuna sahiptir; sömürgeciliğe, emperyalizme ve ırkçılığa karşı; Bağımsızlık mücadelesi, dünya barışı, sosyal ve ekonomik işbirliği için genel bir yönelim olarak tanımlandı. Yukarıdaki hedefler göz önüne alındığında, birlik, dayanışma ve uzlaşma ruhu genellikle Bandung ruhuyla ifade edildi. Bu gelişmeler ve tarihte ilk defa Afrika-Asya devletlerinin güçlü duruşu ve kararlılığı, kendi kaderini tayin hakkının gelişmesinde önemli bir dönüm noktası olmuştur[24].

Bu iki uluslararası sözleşmenin ilk maddesi şöyledir: Bütün ulusların kendi kaderini tayin hakkı vardır. Bu haktan hareketle, siyasi statülerine özgürce karar verebilir ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimlerini özgürce sürdürebilirler. Uluslararası hukuka ve karşılıklı menfaat ilkesine dayalı uluslararası ekonomik işbirliğinden kaynaklanan herhangi bir yükümlülükten kaynaklanan istisnalar dışında, tüm uluslar doğal zenginliklerini ve kaynaklarını kendi amaçları için serbestçe kullanabilir. Milletler geçim kaynaklarından asla mahrum edilemez. Kendilerini ve yargı yetkilerini yönetemeyen ülkelerin sorumluluklarını üstlenenler de dahil olmak üzere, bu sözleşmeye taraf Devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesine katkıda bulunmalı ve Sözleşme hükümlerine bağlı kalarak bu hakka saygı göstermelidir[25].

Kendi kaderini tayin hakkının yalnızca sömürgeleştirilmiş uluslara bağımsızlık verilmesi bağlamında olup olmadığı sorusu, uluslararası hukukun insan hakları alanına yansır. Bu alandaki hakkın içeriği uluslararası hukukun bir yansıması gibi görünmektedir. Sömürge İdaresi Kapsamındaki Ülkelerin ve Halkların Bağımsızlık Bildirgesi dahil olmak üzere çok sayıda BM Kararı, bu hakkın uluslararası hukukta olduğu gibi yorumlanması için de doğal olarak eşit derecede önemlidir. Uluslararası hukuk komisyonunun görüşü, kendi kaderini tayin hakkının evrensel bir uygulama olduğu yönündedir. Ancak en önemlisi, BM İnsan Hakları Komitesinin uygulanmasıdır. Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi kapsamında kurulan bu komite, sözleşmenin 1. maddesinin tercümesinde kendi kaderini tayin hakkını yorumlamıştır[26].

Birleşmiş Milletler Şartına (2625 (XXV) Genel Kurul Kararı, 1970) göre Devletler, devletler arasında Dostane İlişkiler ve İşbirliği Uluslararası Hukukunun İlkelerine İlişkin Beyanname, başlığından da anlaşılacağı gibi bildiride, kendi kaderini tayin, ilgili ulusların özgür iradesini dikkate alarak, sömürgeciliği sona erdirmenin ve uluslar arasındaki dostluk ilişkilerini ve işbirliğini güçlendirmenin bir yolu olarak tanımlandı. Eşit halk ilkesi ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı başlıklı bölümde şu maddeler yer alıyor: Uluslararası hukukta büyük önem taşıyan bu bildirge, kendi kaderini tayin hakkını koruyan en önemli hukuki araçlardan biridir. Önemine birçok faktör katkıda bulunur[27].

Kendi kaderini tayin hakkı ve ilgili uluslararası hukuk kuralları hem Güvenlik Konseyi'nde hem de Genel Kurul kararlarında defalarca tartışıldı. Dostane İlişkiler Bildirgesi ve Sömürge Yönetimine Bağlı Ülkelerin ve Halkların Bağımsızlık Bildirgesi, ayrı bir hukuki yapıya sahip en önemli kararlardan ikisidir, ancak BM'de dikkat çeken tek kararlar değildir. Öncelikle belirli durumları ve belirli çelişkileri dikkate alan birçok karar vardır. Ayrıca, çoğu zaman belirli bir ulus veya belirli durumla bağlantılı olmayan hakları veya bakış açıları hakkında da ifadeler vardır[28].

II. KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI VE UYGULAMA ALANI

Kendi kaderini tayin ilkesi, uluslararası hukukun diğer ilkeleriyle bağlantısız düşünülemez. 2625 sayılı Devletler Arası Dostane İlişkiler Bildirgesinde yer alan uluslararası ilişkilerde güç kullanımının yasaklanması, diğer devletlerin içişlerine karışmama, anlaşmazlıkların barışçıl çözümlenmesi, devletlerin egemen eşitliği, yükümlülüklerinin yerine getirilmesi gibi ilkeler iyi niyet ve diğer devletlerle işbirliği, kendi kaderini tayin ilkesine dayanmaktadır. kısıtlamalar yaratır. Farklı değer ve çıkarların ifadesi olan farklı ilke ve normlar birbirinden ayrı olarak değerlendirilirse karşıt sonuçlar çıkarılabilir. Bu konuda yapılacak çalışmalarda bu ilke ve normlar güncel olaylara ve diğer önemli hukuki faktörlere uyarlanmalı ve olası sonuçları dikkate alınmalıdır[29].

2625 Sayılı Devletlerarası Dostane İlişkiler Bildirgesi, kendi kaderini tayin hakkının, egemen ve bağımsız devletlerin toprak bütünlüğünü ve siyasi bağımsızlığını kısmen veya tamamen bozacak herhangi bir eyleme izin verecek şekilde yorumlanamayacağını belirtmektedir. İlke üzerindeki sınırlama, istikrarlı bir sosyal ve yasal sistem kurmak için geniş bir arzudur. Ancak, toprak bütünlüğü sınırlaması her durumda ileri sürülemez. Beyanname çerçevesinde, toprak bütünlüğü koruması yalnızca temsili bir hükümete sahip devletlere verilmektedir. Bir ülkede insan haklarının sistematik olarak ihlal edildiği durumlarda bu ilkenin korunamayacağı ileri sürülmektedir. Toprak bütünlüğü ilkesi zorbalara, diktatörlere veya totaliter hükümetlere karşı bir kalkan olmamalıdır[30].

Özellikle etnik çatışmaların yaşandığı durumlarda kanlı çatışmaları önlemek için bölünmenin dikkate alınması gerektiğini savunan görüşler de vardır. Bu görüşe göre, grupların heterojen bir durumda bir arada yaşaması imkansız hale gelmişse, ayrı ayrı birden fazla homojen durumda yaşamaları (bu nüfus transferini gerektirse de) ve grupları ayırma seçeneği daha iyi olacaktır. Özellikle grupların bölgesel olarak yoğunlaştığı yerlerde birlikte yaşamaya karşı oldukları düşünülebilir. Bölünmeyi savunanların argümanı, genellikle çatışan tarafları birbirinden ayrı tutmanın gerginliği ve düşmanlığı azaltacağı yönündedir[31].

Bir ulusa siyasi bağımsızlığının verilip verilmeyeceği evrensel olarak uygulanabilir nesnel kurallar meselesi değil, daha ziyade meydana geldiği sırada bağımsız olarak incelenecek olan her olayın gerçekleriyle ilgilidir. Böyle bir siyasi kriterle, örneğin bir Polonya ve Bohemya bağımsız olarak kabul edilir, ancak bu nitelik beyaz olmayan insanlar için reddedilebilir[32].

Kendi kaderini tayin hakkı, halkların bir hakkıdır ve çeşitli uluslararası belgelerde tanınan haklardan biri olmasına rağmen, uluslararası hukuk, devletlerin toprak bütünlüğüne daha fazla vurgu yapmaktadır. Ancak, bu ifadeden uluslararası hukukun kendi kaderini tayin etme ilkesini tamamen dışladığı sonucuna varılmamalıdır; Sınırlı da olsa ulusal grupların kendi kaderini tayin hakkını tanır. Toprak bütünlüğü ilkesi, uluslararası güvenlik ve istikrarın sağlanması ve korunmasında önemli görüldüğünden, kendi kaderini tayin ilkesinin ayrılığı teşvik edecek şekilde yorumlanmamasına özen gösterilmektedir[33].

Ne olursa olsun, devlet uygulamaları, kendi kaderini tayin hakkı üzerindeki toprak bütünlüğü sınırlamasının bazı durumlarda göz ardı edilebileceğini ortaya koymaktadır. Bir devletin toprak bütünlüğüne verilen önemin, Bangladeş'in Pakistan'dan ayrılması ve Singapur ile Belize'nin Malezya'dan ayrılmasının tanınması, Irak'ın kuzeyindeki Kürtler için güvenli bölge kurulması, insan hakları büyük ölçüde ve sistematik olarak ihlal edilmektedir[34].

Kendi kaderini tayin ile ilgili alınan tüm kararlarda bu hakkın toprak bütünlüğünü bozmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Ancak sömürge dışında var olan bir devlette yaşayan etnik grupların bu hakları kullanarak ayrılması eyleminde benimsenecek tutuma ilişkin net bir uygulama bulunmamaktadır. Biafra'nın Nijerya'dan ayrılması konusunda bu hukuka aykırı görülürken, yaklaşık 40 yıl sonra Kosova'nın Sırbistan'dan ayrılmasında bir sakınca görmemiştir[35].

Ayrılma hakkının anayasal olması gerektiğini iddia edenlerin temel nedeni, ayrılığı hukukun üstünlüğüne saygılı hale getirerek şiddet olasılığını ve demokratik sürecin yıkımını azaltmasıdır. Bununla birlikte, liberal demokratların ayrılma hakkını yasallaştırma önerisinden ayrılmayı kolaylaştırmak istediği sonucuna varılmamalıdır, daha çok asıl amaç toprak bütünlüğünü korumak ve ayrılmayı zorlaştırmaktır. Ayrılma konusunda anayasal bir düzenlemenin bulunmaması, genellikle anayasanın devletin bütünlüğünü korumaya hizmet etmesine ve toprak bütünlüğü ilkesine aşırı vurgu yapılmasına yol açar. Bu nedenle, uzak bir olasılık gibi görünse bile, ayrılma hakkını barındıran liberal demokratik anayasalar, azınlık milliyetçilerinin taleplerinin dikkate alınmasını ve şiddetle bastırılmasını engelleyebilir. Literatürde ayrılık tartışmalarına ilişkin üç tür teori öne çıkmaktadır. İlk ikisi temel haklar teorileridir. Ulusal kendi kaderini tayin teorileri ulusların ayrılmasını ve kendi devletlerinin kurulmasını desteklerken, seçim teorileri yalnızca belirli koşullar altında herhangi bir bölgesel gruba ayrılmaya izin verir. Uluslararası hukukun da etkisi altında olan iyileştirici-hak teorileri, ayrılmanın gerekçelendirilmesi gerektiğini öngörmektedir[36].

En önemli ve en çok kullanılan liberal ulusal kendi kaderini tayin teorisi, rejeneratif haklar teorisidir. "Haklı sebep" olarak da adlandırılan bu teoriye göre, ulusal bir topluluğun meşruiyeti, bireylerin haklarına saygı duyulmasına bağlıdır. Bireysel haklara saygı duyulursa, ulusal kendi kaderini tayin hakkı talep edilemez ve ayrılma hakkı reddedilir. Ayrılma veya ulusal kendi kaderini tayin hakkı, yalnızca ciddi ve kalıcı insan hakları ihlalleri olduğunda ve başka seçenek kalmadığında ortaya çıkar[37].

Düzeltici haklar veya haklı neden teorilerinde ayrılmanın iki önemli nedeni vardır: Birincisi, ayrılan grup sistematik ayrımcılığın, sömürünün veya geniş bir insan hakları ihlalinin kurbanıysa ve diğeri, bir grubun yoğunlaşmasıdır. Belirli bir bölge işgal edilmiş veya yasa dışı yollar bir devletle birleşirse ayrılma hakkı doğar. Yenileyici haklar teorisinin konusu milletler değil bireylerdir, bu nedenle ulusal toplulukların haklarından çok bireysel haklarla ilgilenir. Aynı teorinin daha radikal bir versiyonuna göre, kendi kaderini tayin, insan haklarına saygının iyileştirilmesi için kabul edilir[38].

Düzeltici haklar teorisinin önde gelen teorisyenlerinden Allen Buchanan'a göre, biri birincil haklar teorileri, diğeri ise iyileştirici haklar teorileri olmak üzere iki ana ayrılık teorisi vardır. İyileştirici haklar teorisine göre, eğer bir grup adaletsizliğe maruz kalmışsa veya soykırım tehlikesi altındaysa ve grubun insan haklarının sistematik bir şekilde ihlali söz konusuysa, ayrılma hakkı son çare olarak meşrudur ve bu bir koruma hakkıdır[39].

Buchanan, son çalışmalarında bunlara yeni bir durum ekler. Bu yeni duruma göre, devlet azınlıklara sınırlı özyönetim veren anlaşmaları ihlal etmekte ısrar ederse, o millete tek taraflı ayrılma hakkı verilecektir. Örneğin, bir devlet anayasasında, bir sözleşmedeki özel bir hüküm gibi, özel bir kendi kaderini tayin hakkı verilmişse ve devlet bu hükmü sistematik olarak ihlal ediyorsa, bu, ayrılık için bir gerekçe olabilir. Buchanan'ın teorisinde, ekonomik ayrımcılık da ayrılık için önemli bir gerekçe olarak görülürken, zamanla değiştiği fikri nedeniyle kültürlerin korunmasına çok az değer atfedilir. Buchanan'a göre, liberaller kültürel olarak çoğulcu devletlere değer vermelidir, çünkü kültürel kendi kaderini tayin adına ayrılık sonsuz bölünmeye yol açabilir. Ek olarak, kültürel ayrımcılığın ciddi insan hakları ihlallerine yol açması muhtemeldir[40].

BM şartı md. 2/7 paragrafında yer alan bu ilkenin içeriğini belirlemede bazı güçlüklerle karşılaşılmaktadır. Bu ilke, kendi kaderini tayin ilkesinin uygulanmasında bir dizi yasal kısıtlama yaratır. Devletler, bu hak söz konusu olduğunda, dışarıdan kendi kaderini tayin hakkına sahip olan sömürgeci ve yabancıların hakimiyetindeki insanlara doğrudan yardım edebilirler. Bu durumda, kendi kaderini tayin hakkına sahip bir kimsenin içişlerine karışmama ilkesi, hakları tehlikeye girdiğinde uygulanamaz hale gelir. Ayrıca her geçen gün gelişen uluslararası insan hakları olgusu, egemenlik ve içişlerine karışmama gibi geleneksel yapı ve anlayışların zayıflamasında rol oynamaktadır[41].

Uluslararası toplum uzun zamandır uluslararası ilişkilerde güç kullanımını yasal olarak kabul etti. Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın kuruluşuna kadar veya ihtiyatlı bir ifadeyle yirminci yüzyıla kadar savaş, devletler arasındaki sorunları çözmek için son derece doğal bir hak olarak görülüyordu. İlke olarak güç kullanımının genel yasağı, BM Şartı'nı sağlamıştır. BM şartı 2/4. Paragraf, örgütün üyelerinin uluslararası ilişkilerde herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne ve siyasi bağımsızlığına karşı veya BM hedefleriyle herhangi bir şekilde bağdaşmayan herhangi bir tehdit veya güç kullanmaktan kaçındığını belirtir[42].

Bir istisna olarak, şartın 51. maddesinde, bireysel ve toplu savunma hakkının kullanılması ve VII. Kolektif eylem şeklinde güç kullanımına bölüm çerçevesinde izin verilir. Böylece BM md. 2/4 güç kullanımına ve tehditlere karşı genel bir yasak getirildi. Kendi kaderini tayin için güç kullanılması halinde güç kullanma yasağının ihlal edilip edilmediği tartışma konusu olmuştur. Günümüzde sömürge rejimi altındaki toplumların kendi kaderini tayin ilkesine uygun olarak bağımsızlıklarını kazanma mücadelesi, devletin iç güvenlik sorunu olarak değil, kullanımın yasaklanması ilkesi kapsamında değerlendirilmektedir. Pek çok devlet, sömürge devletlerine ve ırkçı rejimlere karşı mücadele eden insanlara yardım etmek için güç kullanımını savunmuştur[43].

Bağımsızlık hakkı verilen sömürge topluluklarının bunu başarmak için güç kullanıp kullanamayacağı sorusuna BM tüzüğünde net bir cevap bulmak zordur. Ancak 1974 yılında BM Genel Kurulu tarafından "Saldırının Tanımı" ile kabul edildiği düşünülebilir. Sosyalist blok ve BM bünyesindeki üçüncü dünya ülkeleri, dışarıdan kendi kaderini tayin yetkisine sahip halkların da olduğu görüşünü benimsemiştir. Bu hakları kullanmak için güç kullanmaya yetkili organ meşru müdafaa olduğu için bunun BM şartına uygun olduğu iddia edilmiştir. Bu devletlere göre sömürgecilik sürekli bir saldırıdır. Bu nedenle, sömürge gücüne karşı silahlı kuvvet kullanılması BM şartını ihlal etmez[44].

SONUÇ

Kendi kaderini tayin hakkının tam kapsamı net olmasa ve duruma bağlı olarak siyasi öneme atfedilebilse de, uluslararası kamu hukuku ve insan hakları hukukunda meşru bir hak oluşturuyor gibi görünmektedir. Kendi kaderini tayin ilkesinin getirdiği ikilemleri bugünün dünyasında çözmek kolay değil. Açıktır ki, kendi kaderini tayin hakkının daha kısa ve faydalı bir tanımına ihtiyaç vardır. Ancak böyle bir tanıma ulaşmak önünde. Bu anlamda, kendi kaderini tayin hakkının tanımına ilişkin konular, bu çalışmanın ilk aşamalarında ortaya çıkmıştır. İlk karmaşık konu, kendi kaderini tayin hakkının çelişkili iki yüzü olmasıdır. Bir yandan kendi kaderini tayin hakkı; bağımsızlık, bölgesel bütünlük, birlik, bir devletin içişlerine karışmama hakları öte yandan, kendi kaderini tayin hakkı, milletlerin kendi kaderlerini belirledikleri anlamına gelir.

Bu hakkın iki taraflı bir perspektife sahip olması, çeşitli görüş farklılıklarını ve çelişkilerini ortaya çıkarmaktadır. Sonuç olarak, belirsiz ve siyasi nitelikte olan kendi kaderini tayin pratiğinde ve devletlerin bu konudaki kararlarında devasa tutarsızlıklar var. Kendi kaderini tayin hakkını yansıtan belgeler, bu konuda çelişkili kanıtlar içermektedir. Ayrılıkçı hareketlere karşı mücadele ve ülkelerin toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini desteklemek için daha demokratik bir temele dayanmalı ve ulusların kaderi kendi kontrolleri altında tutulmalıdır. Azınlık grupları kalıcı olarak barındırılmalı ve izolasyonu önlemek için önlemler alınmalıdır. Dahası, azınlıkların özel hakları kurumsallaştırılırsa, kimlikleri tanınır ve merkezi hükümetin karar alma mekanizmalarına daha fazla katılmalarına izin verilirse ayrılıkçı olaylarla daha az yüzleşilir.

Av. Rıdvan ÖZEN

KAYNAKÇA

Asker, Ali: Kırım: Zorla Statü Değişikliği, Eko Avrasya Dergisi, Sayı 27, 2014.

Bilener, Tolga: Ukrayna Dış Politikasını Etkileyen Unsurlar, Karadeniz Araştırmaları, C. 13, S. 13, 2017, s. 115. Cavid Abdullahzade, “Self-Determinasyon ve Ayrılma Açısından Kırım Sorunu, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, S. 19, 2014.

Çiftçi, Selda: Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma Yasağı, Genç Hukukçular Hukuk Okumaları Birikimler, İstanbul, 2016.

Dayıoğlu, Ali: Uluslararası Hukukta Ayrılma Hakkı Anlamında Self-Determinasyon İlkesi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Örneği, Sosyal Bilimler Dergisi, C. 10, S. 1, 2017.

Ercan, Murat: Uluslararası Hukuk Normları Bağlamında Kırım Meselesi: Self Determinasyon Mu? İlhak Mı?, International Journal of Social Sciences, S. 36, 2015.

Kılıç, Doğan: Self Determinasyon İlkesinin Azınlıklar Açısından Değerlendirilmesi, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 12, S. 1-2, 2008.

Kılıçoğlu, Gökmen: Halkların Kendi Kaderini Tayini İlkesinin Bir Hak Olarak İleri Sürülmesi: Azerbaycan Açısından Dağlık Karabağ Örneği, İstanbul Üniversitesi, 2012.

Kurubaş, Erol: Kuzey Irak’ta Olası bir Ayrılmanın Meşruluğu ve Self-Determinasyon Sorunu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C. 59, S. 3, 2004.

Özkural, Nergiz: Avrupa Birliği ve Rusya’nın Güç Alanları Arasında Kalan Ukrayna’da Yaşanan Halk Ayaklanmaları: Turuncu Devrim ve Meydan 79 Devrimi, Elektronik Siyaset Bilimi Araştırmaları Dergisi, C. 6, S. 1, 2015.

Şahin, Mustafa: Avrupa Birliği’nin Self-Determinasyon Politikası, Nobel Yayın Dağıtım, 1. Baskı, Ankara, 2000.

Uz, Abdullah: Teori ve Uygulamada Self-Determinasyon Hakkı, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, C. 3, S. 9, 2007.

Zengin, Emrah: Uluslararası Hukukta Kendi Kaderini Tayin İlkesi ve Kırım’ın İlhakı’nın Bu Çerçevede Değerlendirmesi, İstanbul Üniversitesi, 2019.

------------------

[1] Kurubaş, Erol: Kuzey Irak’ta Olası bir Ayrılmanın Meşruluğu ve Self-Determinasyon Sorunu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C. 59, S. 3, 2004.

[2] Kurubaş, 2004.

[3] Kılıçoğlu, Gökmen: Halkların Kendi Kaderini Tayini İlkesinin Bir Hak Olarak İleri Sürülmesi: Azerbaycan Açısından Dağlık Karabağ Örneği, İstanbul Üniversitesi, 2012.

[4] Kılıçoğlu, 2012.

[5] Dayıoğlu, Ali: Uluslararası Hukukta Ayrılma Hakkı Anlamında Self-Determinasyon İlkesi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Örneği, Sosyal Bilimler Dergisi, C. 10, S. 1, 2017.

[6] Dayıoğlu, 2017.

[7] Dayıoğlu, 2017.

[8] Kılıç, Doğan: Self Determinasyon İlkesinin Azınlıklar Açısından Değerlendirilmesi, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 12, S. 1-2, 2008.

[9] Kılıç, 2008.

[10] Şahin, Mustafa: Avrupa Birliği’nin Self-Determinasyon Politikası, Nobel Yayın Dağıtım, 1. Baskı, Ankara, 2000.

[11] Şahin, 2000.

[12] Uz, Abdullah: Teori ve Uygulamada Self-Determinasyon Hakkı, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, C. 3, S. 9, 2007.

[13] Uz, 2007.

[14] Uz, 2007.

[15] Ercan, Murat: Uluslararası Hukuk Normları Bağlamında Kırım Meselesi: Self Determinasyon Mu? İlhak Mı?, International Journal of Social Sciences, S. 36, 2015.

[16] Ercan, 2015.

[17] Dayıoğlu, 2017.

[18] Çiftçi, Selda: Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma Yasağı, Genç Hukukçular Hukuk Okumaları Birikimler, İstanbul, 2016.

[19] Çiftçi, 2016.

[20] Asker, Ali: Kırım: Zorla Statü Değişikliği, Eko Avrasya Dergisi, Sayı 27, 2014.

[21] Asker, 2014.

[22] Bilener, Tolga: Ukrayna Dış Politikasını Etkileyen Unsurlar, Karadeniz Araştırmaları, C. 13, S. 13, 2017, s. 115. Cavid Abdullahzade, “Self-Determinasyon ve Ayrılma Açısından Kırım Sorunu, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, S. 19, 2014.

[23] Bilener, 2014.

[24] Şahin, 2000.

[25] Şahin, 2000.

[26] Özkural, Nergiz: Avrupa Birliği ve Rusya’nın Güç Alanları Arasında Kalan Ukrayna’da Yaşanan Halk Ayaklanmaları: Turuncu Devrim ve Meydan 79 Devrimi, Elektronik Siyaset Bilimi Araştırmaları Dergisi, C. 6, S. 1, 2015.

[27] Özkural, 2015.

[28] Özkural, 2015.

[29] Çiftçi, 2016.

[30] Dayıoğlu, 2017.

[31] Dayıoğlu, 2017.

[32] Özkural, 2015.

[33] Özkural, 2015.

[34] Dayıoğlu, 2017.

[35] Zengin, Emrah: Uluslararası Hukukta Kendi Kaderini Tayin İlkesi ve Kırım’ın İlhakı’nın Bu Çerçevede Değerlendirmesi, İstanbul Üniversitesi, 2019.

[36] Zengin, 2019.

[37] Zengin, 2019.

[38] Dayıoğlu, 2017.

[39] Dayıoğlu, 2017.

[40] Bilener, 2014.

[41] Çiftçi, 2016.

[42] Çiftçi, 2016.

[43] Dayıoğlu, 2017.

[44] Kılıçoğlu, 2012.