Demokrasinin olmazsa olmazı, yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığıdır. Demokrasinin olduğu bir devlette; yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirinden ayrılması ve bu güçlerden her birinin diğerinden bağımsız olması gerektiği görüşü Fransız düşünür Montesquieu tarafından ortaya atılmış ve kuvvetler ayrılığı ilkesi olarak adlandırılan bu sistem demokratik devlet yönetiminde bir model olarak kabul görmüştür.

Anayasamızın başlangıç bölümünde; Kuvvetler ayrılığı ilkesinden söz edilerek, aynen:  “Kuvvetler ayrılığının, devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu” belirtilmiştir.
 
Kuvvetler ayrılığı ilkesinin esas gayesi, yargının bağımsızlığının sağlanmasıdır. Yasama, yürütme ve yargının birbirini etkilememesi esası üzerine kurulmuştur. Yargı bağımsızlığı, doğal olarak, yalnız yasama ve yürütme organlarına karşı değil, yargı organlarına karşı da bağımsızlığı içerir.

Bağımsız ve güçlü bir yargı, demokrasinin korunması ve geliştirilmesinin ana hedefidir. Yargı bağımsızlığı aynı zamanda, anayasa ve uluslararası sözleşmelerin de bir gereğidir. Bu itibarla da, yasal düzenlemelerin, bu anlayış içinde hazırlanması ve uygulamanın da bu kriterler esas alınmak suretiyle gerçekleştirilmesi gerekir.

Siyasetçilerin, zaman zaman, yürütme organının, millet iradesiyle seçildiğini, bu itibarla da, yargı organlarının millet iradesiyle seçilmediğini açıklayarak, millet iradesiyle seçilenlere itibar edilmesi gerektiği yolunda açıklamalar yaptıklarını görmekteyiz. Bu görüş ve anlayışın bir yasal ve hukuki değerinin bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Anayasamızda, meclisin teşkil tarzı bellidir: Anayasamızın yedinci kısmının son hükümlerindeki 175. maddesi, Anayasa değişikliğinin nasıl gerçekleşeceğini düzenlemiştir. T.B.M.M. Genel Kurulda, Anayasa değiştirme teklifinin kabulü, Meclis üye tam sayısının beşte üç çoğunluluğunun gizli oyuyla mümkün olduğunu, ayrıca, anayasa değişikliğinin halk oyuna sunulmak suretiyle gerçekleşeceğini açıklamıştır. Anayasada yargı bölümündeki düzenleme de, halkın iradesiyle yürürlüğe girmektedir. Demek istediğim o dur ki, yürütme organı nasıl halkın iradesiyle oluşuyorsa, yargı bölümü de halkın iradesinin sonucu olduğundan, bu konudaki tartışmaların ve sözlerin bir anlamının olmadığı ortadadır. Kaldı ki, demokrasi, çoğunluk rejimi değil, çoğulcu bir rejimdir. Çoğunluğun oyu ile iktidar olursun, iktidar olduktan sonra sadece oyunu aldıklarının iktidarı değil, oyunu almadıklarının da iktidarı olman gerekir. Bu anlayış demokrasinin bir gereğidir. Bu itibarla, siyasal iktidarların vatandaşlar arasında bir ayırım ve ayrıştırma yapma hakkı yoktur.          
         
Anayasamızın 138. maddesi, mahkemelerin bağımsız olduğunu, ”Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz” demektedir. Anayasamızdaki bu düzenlemeye bağlı olarak, ülkeyi yönetenlerin, anayasanın özüne ve sözüne bağlı olması ve bu konuda yapılacak yasal düzenlemelerin de, Anayasanın 138.maddesinin özüne ve sözüne uygun olarak gerçekleştirilmesi gerekir. Aksine bir düzenleme ve anlayış anayasaya aykırılık teşkil eder ve anayasayı ihlal suçunun maddi ve manevi unsurlarını oluşturur.

Günümüzde, siyasetçilerin yaptıkları açıklamalar sonucu, bazı insanlar hakkında soruşturma kovuşturmaların açıldığını, bu insanların tutuklandıklarını görmekteyiz. Özellikle, bazı davalarda, cadı avı örneği, suçsuz bir kısım insanlar hakkında yapılan soruşturma kovuşturma sonucu, insanların uzun süre tutuklu kaldıklarını yapılan yargılamalar sonucunda, bu insanlara, yasa ve hukuka aykırı olarak büyük cezalar verildiğini, ancak anayasa mahkemesinin verdiği kararla, bu şahısların tahliye edildiklerini, yargılamanın yenilenmesi yolu sonucu beraat ettiklerini gördük. Bu davalar görülürken bazı siyasetçilerin yargıyı etkileyen açıklamalar yaptıklarını, hatta adeta bu insanların mahkûm olmaları için büyük bir çaba içine girdiklerini de gördük ve yaşadık. Oysa anayasamız hiçbir organın, makamın, merciin, kişinin, mahkemelere emir ve talimat veremeyeceğini, telkin ve tavsiyede bulunamayacağını öngörmekteydi. Peki, nerde kaldı bu anayasa hükmü? Eğer ülkemiz bir hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ilkesinin uygulandığı bir ülke ise, herkes bu kurallara uymakla kendini yükümlü hissetmelidir. Ülkeyi yönetenlerin, Anayasaya, yasalara ve evrensel hukuk kurallarına uyma hususunda herkese örnek olması gerekir. Ancak uygulamada, ülkeyi yönetenlerin, iyi örnek olması bir yana, kötü örnek olmada adeta birbiriyle yarış haldedirler. Bir siyasetçi, kendi canı istediği gibi hareket etmeyi değil, tamamen hukuka bağlı kalıp ona göre hareket etmeyi savunmalı, yetkilerini hukuka bağlı olarak kullanmalı ve hukuk devleti ve hukukun üstünlüğünün uygulanması için büyük bir çaba sarf etmelidir. Özetle, hukuk devletinde, hukukun üstünlüğü ilkesi gereği, hiçbir kimsenin, kendisini yasaların üstünde görmesi gibi bir anlayışı benimseyerek yasalara, anayasaya ve evrensel hukuk kurallarına uymama hakkını kendisinde bulmaması gerekir.

Açıkçası, yürütme organı, yasamaya ve yargıya hükmediyorsa orada demokrasiden söz etmek mümkün değildir.

Zaman zaman, siyasetçiler, suç isnat edilen şüphelilerle ilgili olarak yaptıkları açıklamalarda, bunlar şöyle ve böyle şu kadar cezalandırılacaklar diye beyanda bulunmaktadırlar. Bu açıklamalar, ceza hukukunun temel prensibi olan; bir şahıs mahkûm oluncaya kadar masumdur anlayışına aykırılık teşkil etmektedir. Belki bu açıklamalar siyaseten yapılmakta olup, daha ziyade, toplumdaki tansiyonu düşürmek içindir denilebilir. Ancak böyle bir açıklamanın hukuken doğru olduğunu söylemek mümkün değildir. Suçlu hakkında soruşturma ve kovuşturma devam etmekte iken, bütün deliller toplanmadan, dosyanın içeriği bilinmeden yapılan bu açıklamalar, bütünüyle yargıyı etkilemeye yönelik olmaktadır. Hiç bir kimsenin böyle bir hakkı olmamalıdır. Bilmem ki, bu siyasetçiler, kendilerini birer ceza hukukçusu yerine mi koyuyorlar?

Kaldı ki, yasal düzenlemelerimiz yargı görevi yapanları, yargıyı etkilemenin suç olduğunu kabul etmektedir.

TCK MADDE 277- 
(1) Bir davanın taraflarından birinin veya bir kaçının veya sanıkların veya davaya katılanların, mağdurların leh veya aleyhinde, yargı görevi yapanlara emir veren veya baskı yapan veya nüfuz icra eden veya her ne suretle olursa olsun adı geçenleri hukuka aykırı olarak etkilemeye teşebbüs eden kimseye iki yıldan dört yıla kadar hapis cezası verilir. Teşebbüs iltimas derecesini geçmediği takdirde verilecek ceza altı aydan iki yıla kadardır.

BASIN KANUNU MADDE 19
-  Hazırlık soruşturmasının başlamasından takipsizlik kararı verilmesine veya kamu davasının açılmasına kadar geçen süre içerisinde, Cumhuriyet savcısı, hâkim veya mahkeme işlemlerinin ve soruşturma ile ilgili diğer belgelerin içeriğini yayımlayan kimse, iki milyar liradan elli milyar liraya kadar ağır para cezasıyla cezalandırılır. Bu ceza, bölgesel süreli yayınlarda on milyar liradan, yaygın süreli yayınlarda yirmi milyar liradan az olamaz.

Görülmekte olan bir dava kesin kararla sonuçlanıncaya kadar, bu dava ile ilgili hâkim veya mahkeme işlemleri hakkında mütalaa yayımlayan kişiler hakkında da birinci fıkrada yer alan cezalar uygulanır.”

Geçmişten günümüze, yargının bağımsız olmasını yıllardır savunuyoruz. Ancak yargının bağımsız olması için gerekli olan yasal düzenlemeleri bir türlü gerçekleştirmedik. Siyaset mahkeme salonlarına girmemeli deyip durduk. Ancak, bu konuda hiçbir yol alamadık. Siyasetçiler, yargıya müdahale etmemeli derken, yargı da siyasetin içine girmemelidir. Hâkim ve savcının siyaseti, yargılamayı usul ve esas yönünden yasa ve hukuka uygun olarak yapmak, dosyadaki delilleri objektif bir şekilde incelemek ve değerlendirmek,  adil yargılama kurallarına uymak suretiyle doğru ve adaletli karar vermek olmalıdır. Açıkçası hâkim ve savcı verdiği kararlarla konuşmalıdır. Bunun dışında doğrudan siyaset yapmak istiyorsa, istifa etsin ve istediği siyasi partiye girip siyaset yapsın!

Anayasamızın 159. maddesi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun teşkil tarzını düzenlemiştir. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kurulur ve görev yapar demektedir. Bu itibarla da, bu kurulun teşkil tarzının, bu maddenin özüne ve sözüne uygun bir şekilde teşkil edilmesi gerekir. Ancak, bu kurulun teşkil tarzının bu maddenin içeriğine uygun olarak kurulduğunu söylemek mümkün değildir. Zira bu kurulun başkanı Adalet bakanı, adalet bakanlığı müsteşarı kurulun tabii üyesidir diyor. Adalet Bakanı siyasetçi, müsteşar da, siyasetçi olan bakan tarafından görevlendirilen kişidir. İşin başında, bu kurula siyaset girince, nerde kaldı mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı?

Bütün sorun, yargının bağımsız olmamasından kaynaklanmaktadır. Birçok Avrupa ülkesinde, H.S.Y.K.da, adalet bakanı ve adalet bakanının tayin ettiği müsteşar, bu kurulda yer almamaktadır. Yargı bağımsız olunca, idarenin eylem ve işlemlerine karşı idare mahkemesine ve Danıştay’a başvurmak suretiyle, idarenin eylem ve işlemlerinin denetimi mümkün olur. Aksi takdirde, yargı denetim görevini yapamadığı gibi idarede keyfilik anlayışı hâkim olur. Keza yasama organının çıkardığı kanunların anayasaya, yasalara, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uygun olup olmadığını tespit için anayasa mahkemesine başvurulmaktadır. Bu yol kapanırsa, kuvvetler ayrılığı prensibi ortadan kalkar. İşte o zaman hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ve demokrasi denilen anlayış bütünüyle yok olur gider.

Anayasamız, Türk Ceza Kanunu, Basın Kanunu, yargıyı etkilemenin suç olduğunu, bu itibarla da, ülkeyi yönetenlerin, öncelikle, yasalara uymaları gerekirken, onların yasalara uymadığını, hatta yasaları yok saydığını görmekteyiz. Oysa ülkeyi yönetenlerin varlıklarını, hukuk devletine, hukukun üstünlüğü ve demokratik hukuk devletine borçlu olduklarını unutmamaları, bunun sorumluluğunun idraki içinde hareket etmeleri gerektiğini, herkesten daha özenli olmalarını, görülmekte olan davalar hakkında fikir yürütmek, yorum yapmak gibi mahkemeleri etkileyecek tutum ve davranışlardan kaçınmaları gerekir.

Yargı bağımsızlığını önemseyen, bazı seçkin hukukçu ve düşünürlerin, özlü sözlerini siz okuyucularıma sunuyorum.

“Kral olmasına kıralım. Bunda kuşku yok ama her aklıma geleni de yapamam,”Ferdinand ll,

“Kuvvetsiz adalet aciz, adaletsiz kuvvet de zalimdir.”Pascal,
 
“Yasaların bittiği yerde zülüm başlar.”L.Chatlam.
 
“Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun.”Freud.
 
“İnsanlar ancak adaletle doyrulur. ”Emerson.
 
“Bir rejim, halkın adalete inanmaz bir hale geldiği noktaya gelince o rejim mahkum olmuştur.” Montesquieu.

“Eğer yargı gücü, yasama ve yürütme güçlerinden ayrılmazsa özgürlük söz konusu olmaz.” Montesquieu                                                                                                                                                                                                 

Yazımı, şu sözlerle sonlandırmak istiyorum. Öncelikle ülkeyi yönetenler ve yönetilenler olmak üzere herkes yasalara uymalı, Hiçbir kimse kendisini yasaların üstünde görmemeli, kuvvetler ayrılığı ilkesi gereği, yargı bağımsızlığı mutlaka sağlanmalı, herkes yargıya inanmalı ve güvenmeli, güvenilmez yargı anlayışından uzaklaşılmalı ve hiçbir güç ve organ yargıyı etkilememelidir.

Güzel ve yaşanabilir bir Türkiye özlemi ile…
 
                                                                                                                    
Av. Aziz CANATAR
                     

(Bu köşe yazısı, sayın Avukat Aziz  CANATAR tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)