TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ BAŞKANI AV. R. ERİNÇ SAĞKAN’IN 2022-2023 ADLİ YIL AÇILIŞ KONUŞMASI 

Sayın Cumhurbaşkanım,

Sayın Avukat, Yargıç ve Savcı Meslektaşlarım, Değerli Konuklar, Kıymetli Basın Mensupları,

Sayısı 160 bini geçen avukatların meslek örgütleri olan baroların çatı örgütü Türkiye Barolar Birliği adına hepinizi saygı ile selamlıyorum. Ben bu konuşmayı yaptığım sırada binlerce avukat; memleketin dört bir yanında, adliyelerde, duruşma salonlarında, karakollarda ve keşif mahallerinde adaletin tesisi için iliksiz ve düğmesiz cübbeleriyle kutsal mesleğimizi icra ediyorlar. Yüzlercesi, bu konuşma bittiğinde adaletten başka kimsesi olmayanların yanında karakol ifadesini bitirmiş, hayatı tehlikede olan bir kadın için koruma kararı aldırmış, devletten başka kimsesi olmayan bir çocuğun müdafii olarak duruşmasından çıkmış olacak. Bu ülkede adaletin gerçek anlamda tesisi için mevcudiyet gösteren her bir meslektaşıma sizlerin önünde bir kez daha teşekkür ederim. Onlarla aynı mesleği icra etmenin onurunu yaşamadığım tek bir gün dahi yok.

Kurucu başkanımız, hocamız, üstadımız merhum Av. Faruk Erem’in başlattığı ve geçmişi on yılları bulan bir gelenekle, Türkiye Barolar Birliği’nin her adli yıl açılışında aldığı söz; yargı sisteminin içinde bulunduğu durumu açıklıkla ortaya koyan, sorunları tespit eden ama çözüm yöntemlerini de gösteren ve yargının kurucu unsurlarından olan savunmanın, zorluklar karşısında sorumluluk yüklenmekten kaçınmayacağını vurgulayan birer politika belgesi niteliğindedir. Yargı sistemimizin içinde bulunduğu durumu ortaya koymak, bizler için hem bir gelenektir hem de 1136 sayılı Avukatlık Kanunu ile Türkiye Barolar Birliğine verilen “hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak, bu kavramlara işlerlik kazandırmak” hükmünden gelen kanuni bir sorumluluktur. Bu konuşmanın, tarihi yükümlülüğümüzün ve kanuni sorumluluğumuzun gereği olduğunu vurgulamak isterim.

Türkiye Barolar Birliği Başkanlarının önceki adli yıl açılış konuşmalarına baktığımız zaman, ülkemizde yargı alanına dair sorunların yeni olmadığını, köklerinin derine ve eskiye dayandığını; ne var ki, bu sorunların ortadan kaldırılması için sistemli politikaların üretilemediğini görmenin getirdiği üzüntüyü ve kaygıyı yaşıyoruz.

Üstadımız, Başkanımız Eralp Özgen, Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmamasına vurgu yaptığında ve memleketteki hukuk fakültesi sorununu “diploma makinesi” olarak tanımlayıp bu sorunun ivedilikle çözülmesi gerektiğini söylediğinde sene 1998’di ve ülkede sadece yirmi altı hukuk fakültesi vardı. Bugün Türkiye’de seksen dokuz hukuk fakültesi, her sene binlerce mezunu çoktan tıkanmış bir sistemin içine atmaktadır. Başkanımızın o tarihte dikkat çektiği Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmaması sorununa ise, bugün bir de bazı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının tanınmaması eklenmiştir.

Hatırasını kalbimizde yaşattığımız Başkanımız Özdemir Özok’un, ülkemizde yargının bağımsız olmadığına ve ivedilikle bu bağımsızlığın sağlanamaması halinde ülkemizi çok daha zor günlerin beklediğine ilişkin uyarısını dile getirmesinin üzerinden bugün itibariyle yirmi sene geçti. Bugün işte tam da Başkanımızın muazzam bir öngörüyle tarif ettiği “o zor günlerin” içinden geçiyoruz.

Kıymetli Başkanımız Vedat Ahsen Coşar, tutuklamanın istisna olmaktan çıkıp kurala ve erken infaza dönmesindeki tehlikeye dikkat çektiğinde sene 2010’du. Aynı konuşmada, zorunlu müdafilik kapsamında görev alan avukatların ücretlerinin avukatlık asgari ücreti düzeyine getirilmesine vurgu yapmıştı. Aradan geçen on iki senede, tutuklamanın bir tedbir değil cezalandırma aracı olarak kullanıldığı çok sayıda örnekle halen karşı karşıyayız. Ayrıca emeklerinin karşılığı her geçen gün eriyen avukatların, bugün Anayasa’daki angarya yasağının sınırlarında dolaşan CMK ücretlerine gösterecekleri en ufak bir tahammüllerinin kalmadığı aşamadayız.

Önceki TBB Başkanı Metin Feyzioğlu; yargıya güvenin, tarihin en düşük seviyesine indiğini ve bu durumun Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını tehdit edecek derecede tehlikeli bir hale geldiğini vurgulayalı beş sene oldu. Bizzat kendisinin cümleleriyle: Layık olanın layık olduğu göreve gelmesi demek olan “liyakat ilkesi”, “iktidardaki kişilere sadakat” tercihiyle yer değiştirmiştir.

Görüleceği üzere, adli yıl açılışlarında yargı sistemindeki sorunları dile getirmek ve ülkemiz için yaklaşmakta olan tehlikelerin erken uyarısını vermek; kanundan doğan, hukuktan yükselen ve omuzlarımıza yüklenen ağır ancak hayati sorumluluğumuzdur. Öyle ki, üstadımız Eralp Özgen’in 1999 adli yıl açılış konuşmasında, o günkü ifadesiyle “Fethullahçılar diye tanınan tarikatın” asıl gayesinin Türkiye Cumhuriyeti olduğuna dikkat çekmesinin üzerinden yirmi üç; haklılığının ispatının üzerinden ise altı yıl geçti. Ülkedeki yargı sorunlarının fotoğrafını çekmenin ve avukatların sorunlarını tarihe not etmenin sırası şimdi bendedir.

Bugün yargı alanına ilişkin ülkemizdeki en önemli başlık; yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanması ile hukukun üstünlüğünün tesis edilmesidir. Ülkelerin refahının kalıcı ve istikrarlı bir şekilde artırılması ve artan refahın tüm toplum kesimleri arasında adil bir biçimde paylaşılması, ancak hukukun üstünlüğü prensibine dayanan, hak ve özgürlükleri yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığıyla güvence altına alan demokratik hukuk devletlerinde mümkündür.

Ülkemizin de tarafı olduğu sözleşmeler aracılığıyla parçası olduğu pek çok uluslararası kurum, Türkiye’deki insan hakları ihlallerini kaygıyla karşıladıklarını çeşitli vesilelerle dile getirmektedir. Gerek temsilciler düzeyinde yapılan açıklamalarda gerekse kurumsal raporlarda Türkiye’de başta ifade özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı olmak üzere öne çıkan çeşitli ihlal alanları tespit edilmektedir. Bu durum, Birleşmiş Milletler bünyesinde faaliyet gösteren çeşitli insan hakları mekanizmalarının raporlarında ve Avrupa İnsan Hakları Komiseri ile Venedik Komisyonu gibi Avrupa Konseyi organlarının rapor ve değerlendirmelerinde vurgulu bir şekilde yer almaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde (AİHM) derdest halde bulunan 70 binden fazla başvurunun %22’sini Türkiye’ye karşı açılmış davalar oluşturuyor. Türkiye Cumhuriyeti, maalesef ki, AİHM’de hakkında en çok dava açılan ve ihlal kararı verilen ülkeler arasında sayılmaktadır. Açıklanan son istatistiklere göre 2021 yılı içerisinde Türkiye hakkında 78 karar verilmiş olup, bunların 76’sında en az bir ihlal bulunmuştur. Bu ihlallerin 31’i ifade özgürlüğüne, 29’u özgürlük ve güvenlik hakkına, 22’si adil yargılanma hakkına ilişkindir. Üzülerek ifade etmek durumundayım; AİHM’in 2021 yılında verdiği 85 ihlal kararının 31’i Türkiye hakkındadır. Türkiye ifade özgürlüğü bakımından hakkında en çok ihlal kararı verilen ülkedir ve toplamda verilen ifade özgürlüğü ihlallerinin üçte birinden fazlası Türkiye’ye ilişkindir.

AİHM ve Bakanlar Komitesi, Türkiye’nin AİHM kararını uygulamaması nedeniyle, mahkeme tarihinde Azerbaycan’dan sonra ikinci kez ihlal prosedürü başlatmış; AİHM’in 11 Temmuz 2022 tarihinde açıklanan kesin kararıyla Türkiye’nin AİHM kararını uygulamadığına karar verilmiştir. Bu çok ağır bir tablodur. Türkiye Barolar Birliği olarak AİHM kararlarının derhal uygulanmasını; hukukun üstünlüğü ilkesinin, Anayasa’nın 90/5. maddesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 46/1. ve 19. maddelerinden doğan taahhütlerimizin gereği olarak gördüğümüzü ifade etmek isterim.

Adalet Bakanlığı 2019 yılında yaptığı bir bilgilendirmede; ceza ve tutukevlerinde 2016 yılında 354, 2017 yılında 487, 2018 yılında 169 ve 2019’un ilk dört ayında 143 avukatın bulunduğunu ifade etmiştir. Sonraki yıllara ilişkin verilere erişemiyoruz ancak bugün ceza ve tutukevlerinde hâlâ çok sayıda avukat bulunuyor. Bunlar arasında adil yargılanma haklarının ihlal edildiğine bizzat şahit olduğum Soma maden katliamında, Çorlu’daki tren kazasında hayatını yitirenlerin, çevre mücadelesi veren köylülerin, emeğinin hakkını arayan işçilerin, Aladağ’da yurt yangınında ölen çocuklarımızın ailelerinin avukatlığını yapan meslektaşlarımızın da olduğunu biliyoruz. Tabii ki, hiçbir meslek grubu yargıdan muaf değildir; ancak, yargı süreçlerinde, salt mesleki faaliyetlerin veya demokratik hak kullanımının mahkemeler tarafından kriminal bir vaka olarak değerlendirilmesini kabul edilemez bulduğumuzu, yeni adli yıl açılışında bir kez daha dikkatinize sunuyoruz.

Kısa adıyla “İstanbul Sözleşmesi” olarak bilinen Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden çekilme yönündeki Cumhurbaşkanı Kararı ise, gerek sözleşmenin temel amacı olan kadına yönelik şiddetle mücadele perspektifi bakımından gerekse insan haklarına dair bir uluslararası sözleşmeden Türkiye Büyük Millet Meclisi iradesi olmaksızın çekilmiş olmak bakımından bir dönüm noktasını işaret etmektedir. Ancak, daha da önemli olan husus; Anayasa’nın 90. ve 114. maddelerindeki açık düzenlemelere rağmen, Danıştay’ın iptal talebini reddeden kararıyla birlikte yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı sorununa, yargının etkililiği ve Anayasasızlaşma sorunlarının da eklenmesidir.

Toplumsal barışın kurulup korunmasından ekonomik ilerlemeye kadar çok sayıda etki alanı olan ve bu anlamda önemli bir rolü ve sorumluluğu bulunan yargının bağımsızlığına ilişkin meseleler, dün olduğu gibi bugün de ve maalesef çok daha derin bir şekilde hepimizi kaygılandırıyor. Yürütmenin temsilcilerinin başkanlık ettiği Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) yapılanması, kuvvetler ayrılığı ilkesinin varlığını sorgulanır hâle getirmektedir. HSK’ nın üye seçim yöntemi de dahil olmak üzere mevcut yapılanmasının hakimlik teminatını sağlamaktan uzak olduğunun bilincindeyiz. Bağımsız ve tarafsız yargılama ancak hâkimlerin, hâkimlik teminatı olarak bilinen güvencelerinden tam manasıyla yararlanabilmeleri ile mümkün olacaktır. Hâkimlerin güvencede olmadığı bir yargının bağımsız olabilmesi de mümkün değildir. Esasen yukarıda temel hak ve özgürlüklere ilişkin ortaya koymaya çalıştığımız olumsuz tablonun temelinde, yargı bağımsızlığının tam olarak tesis edilememiş olması yatmaktadır.

Yargının kurucu unsurlarından biri olan ve savunmayı temsil ederek adaletin bizzat varlık sebebi olan avukatlar, görevlerini işte bu tablo içerisinde yerine getiriyorlar. Kısaca bahsettiğim makro düzeydeki sistem sorunlarına ek olarak biz avukatların; senelerdir çözülmeyi bekleyen, barolar ve TBB olarak dile getirdiğimiz ancak sistemli olarak görmezden gelinen meslek sorunlarımız da artık katlanılamaz hale gelmiştir.

Bugün ülkemizde avukat sayısı 167.059, stajyer avukat sayısı ise 29.165’dir. Bu sayıya, avukat yanında çalışanlar ile avukata ihtiyaç duyan vatandaşlar da eklendiğinde, avukatların yaşadığı sorunlar, adalet sistemini ve milyonlarca kişiyi doğrudan etkilemektedir ve ivedilikle ortadan kaldırılması, hayati bir gerekliliktir.

Bu çerçevede, 4 Haziran 2022 tarihinde 81 ilimizin barosu ile tarihi bir uyarıda bulunduk. O gün tüm delegelerimizle birlikte ifade ettiğimiz şekliyle;

İhtiyaç durumu gözetilmeden, Baroların ve yargı erkinin görüşü alınmadan açılan hukuk fakülteleriyle birlikte gerçekleşen nicel artış, mesleki faaliyet alanlarının genişletilmesi bir yana, daha da daraltılmasıyla birlikte ortaya çıkan katlanılmaz gelir kaybı, söylem, eylem ve fiillerle mesleğin itibarsızlaştırılmasına dönük çaba ile avukata dönük şiddetin artması mesleğimizi çok büyük bir tehdit altına sokmuştur.

Türkiye Barolar Birliğinin ve Baroların, bugüne kadar, mesleğimiz için yakıcı hâle gelmiş sorunların çözümü için yaptığı uyarı ve teklifler göz ardı edilmiş; mesleğin sorunlarını çözme iradesi gösterme gerekliliğinin aksine, günbegün, içinde bulunduğumuz krizi derinleştirecek yeni politikalar uygulamaya sokulmuş; kaotik bir hâl alan adalet sisteminde, avukatlar intihara sürüklenmiş ve mesleklerini icra ettikleri her türlü kamusal alan, avukata yönelen şiddetin suç mahalleri haline gelmiştir.

Bugün buradan bir kez daha vurgulamak isterim ki; bu ülkede “diploma makinesi” hukuk fakültesi sorunu vardır. Sermayenin hukuka tercih edilmesine son verilmeli ve YÖK kararı ile bir gecede hiçbir gerekçe gösterilmeden yeniden 125 bine düşürülen hukuk fakültesi başarı sıralaması şartı ivedilikle 50 bin sınırına yükseltilmelidir. Yeni tek bir hukuk fakültesi daha açılmamalı, mevcut fakültelerin nitelikli eğitim verebilmeleri için YÖK akreditasyonu koşulları ile üniversite kontenjanları, ihtiyaç analizleri yapılmak suretiyle üniversiteler ve yargı erkinin tüm bileşenleriyle görüşülerek belirlenmelidir.

Bir kez daha altını çizmek isterim ki; bu ülkede avukatlar artık kendi hayatlarına son verdikleri bir çıkmaza sürüklenmekte, dosyalarıyla veya müvekkilleriyle özdeşleştirildikleri için tehdit edilmekte, saldırıya uğramakta ve hatta öldürülmektedir. Temmuz ayında katledilen meslektaşımız Servet Bakırtaş’ın acısı içimizde yanan bir ateştir. On beş gün önce açıklanan sınav sonuçlarıyla hukuk fakültesine yerleşen binlerce öğrencinin bu haberi aileleri ve sevdikleriyle kutladıklarını hepimiz biliyoruz. Ancak, dört yılın ardından fakülteden mezun olduktan sonra bu neşe ve heyecandan eser kalmayacağını; bunun yerini gelecek kaygısının, karamsarlığın ve ekonomik bir kaos içerisinde sömürünün alacağını biliyoruz. Bu gerçekliğe dayanarak, Türkiye Barolar Birliği olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne avukatların yaşadıkları sosyo-ekonomik sorunlar, avukata yönelik şiddet ve avukat intiharlarının araştırılması için Meclis araştırma komisyonu kurulması talebimizin tam da 5 Nisan Avukatlar Günü’nde reddedildiğini, bir kez de buradan, tüm ilgililerin gözlerinin içine bakarak hatırlatmak isterim.

Kaldı ki, demokratik tercih ve hizmette rekabet gerekçesiyle uygulamaya konulan ve yaklaşık 170 bin meslektaşımın ve barolarımızın tamamının karşı çıktığı çoklu baro uygulaması burada ifade ettiğim sorunların çözümüne yönelik en küçük bir katkı da sunamamıştır.

Maalesef sizlere sunduğum bu acı tablo gerçek. Yurttaşlarımızın savunma hakkının etkin kullanımı için, hukuk fakültesindeki eğitimin niteliğinden stajyer avukatların kamu destekli özlük haklarına, İnsan Hakları Eylem Planı’nda düzenlendiği halde hayata geçirilmeyen kamu avukatlarının özlük haklarındaki iyileştirmeden başta mesleğinin ilk yıllarındakiler olmak üzere tüm meslektaşlarımızın ekonomik sorunlarının çözümü için gerçek bir savunma reformuna ihtiyacımız var. TBB ve barolar olarak bugüne kadar yaptığımız çalışmalar ile bu reforma her düzeyde katkı sunmaya hazır olduğumuzu buradan bir kez daha belirtmek isterim. İlk adım, yakın zamanda Resmî Gazete’de yayınlanacak olan CMK zorunlu müdafilik ücret tarifesinin AAÜT ile eşitlenmesi suretiyle atılmalıdır. Son defa vurgulamak isterim ki; İnsan Hakları Eylem Planı’nda da yer aldığı halde düzenleme yapılmayarak angarya seviyesinde kalan ücretlerle meslektaşlarımızın bu hizmeti sürdürebilmesi artık kesinlikle mümkün değildir.

Burada yargı sistemimizin sorunlarını ve onun kurucu unsurlarından olan savunmanın içerisinde bulunduğu olumsuz tabloyu ortaya koymaya çalıştım. Ancak vurgulamak isterim ki; bugün özetlediğim hukuk sistemimizin içinde bulunduğu durum, sadece “yargıya işi düşmüşlerin” meselesi değildir. Yargının bir bütün olarak kalitesinin artırılması, sadece avukatlarla ya da yargı camiasıyla sınırlı bir “meslek sorunu” da değildir. Yargıda yapılacak reform, toplumsal, siyasal ve hatta ekonomik alandaki sorunların çözümünün en temel ön koşullarından biridir. Öyle ki, hukukun üstünlüğünün, yargı bağımsızlığının ve yargının hesap verebilirliğinin sağlandığı bir hukuk sistemi; “insan onuruna yaraşır bir gündelik hayat akışının” güvencesidir. Çünkü biliyoruz ki; güçlü, bağımsız ve tarafsız bir yargı olmadan demokrasi olmayacağı gibi; evrensel hukuk ilkeleri üzerinde yükselen güçlü bir savunma makamı olmadan gerçek anlamda bir hukuk devleti de söz konusu olamaz.

Ancak bizler hukukçuyuz, hukuk devleti ve mesleğimiz uğruna mücadele umudumuzu kaybettiğimiz, tarihte görülmemiştir. Bize bu umudu ve hüzne doygun bir coğrafyada Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet payidar kılacak hukuk devletini yeniden, eskisinden daha sağlam şekilde tesis etmenin azmini, kararlılığını ve cesaretini veren, mavi gözlü Selanikli bir yetimdir.

“Adalet Mülkün Temelidir” yazılan her mahkeme salonu ve eşitliğin, hakkaniyetin, adaletin, bağımsız yargının ve insan onurunun öğretildiği her hukuk fakültesi salonu, Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasıdır.

Bizler bugün mirasına sahip çıkmak için cübbelerini yeri geldiğinde barınak, yeri geldiğinde yıkılması mümkün olmayan çatı, yeri geldiğinde de tahakkümün karşısında kalkan yapan avukatlarız. Kılavuzumuz, pusulamız, güneşimiz Cumhuriyet’in kurucu değerleri ve Atatürk ilke ve devrimleridir. Hukuk sistemimizin içinde bulunduğu kara tabloya rağmen hukuk devleti, adalet ve evrensel insan hakları için hiç yılmadan mücadele etme azmimiz de tam da bu sebepledir. Çünkü onun dediği gibi; “umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır”. Biz de umudunu hiçbir zaman kaybetmeyenlerden olacağız.

Yeni adli yılın güzel ülkemize hayırlı olması temennisiyle,

Saygılarımı sunuyorum.