Gitmeye değer yerlerin kestirmesi yoktur.” Paulo COELHO

...

Hepimizin bildiği üzere, meşruiyet, yönetenlerin eylem ve işlemlerinin, yani yürüttükleri siyasanın, yönetilenler tarafından onaylanması ve desteklenmesidir. Bu tanıma göre meşruiyet yasaya ve hukuka uygun olmayı kapsayan ve fakat bunları da aşan, devletin ve siyasal rejimin varlığının ve egemenliğinin, bu egemenliği kullanan siyasi iktidarın otoritesinin, yönetilenler tarafından tanınması ve buna itaat edilmesidir.

Yönetimle ilgili bir kavram olan ve aynı zamanda siyasal alanı da kapsayan kriz, yönetim zaaflarını ve zayıflıklarını bilememekten, dışarıdan gelen tehdit ve tehlikeleri öngörememekten ve dolayısıyla zamanında ve etkili şekilde önlem almamaktan veya alamamaktan kaynaklanan olağanüstü bir durumdur. Kötü bir durumdur ve elbette istenilen bir durum değildir. Bununla birlikte, kriz, yönetimin aksayan taraflarını, zaaflarını ve zayıflıklarını ortaya çıkarması yönünden yararlı yönleri de olan bir olgudur. Yeter ki, yöneten konumunda olanlar bu zafiyeti görebilsinler, krizi yönetebilsinler, kendilerini değişime, yenilenmeye tabi tutmak suretiyle krizden ders alsınlar ve bu suretle krizi yararlı hale getirebilsinler.

Benim bu yazıyı yazmaktan amacım, çağımızın yaşayan en önemli düşünürlerinden birisi olan Jurgen Habermas’ın, sosyolojik ve siyasal çalışmalarından birisi olan kapitalist toplumların karşı karşıya oldukları veya daha henüz olmasalar dahi, bir gün karşılaşmaları olası bulunan kriz eğilimleri konusundaki görüş ve değerlendirmelerini sizinle paylaşmaktır.

Bu paylaşımda ben ağırlıklı olarak, İngiliz siyaset bilimci David Held’in Türkçeye çevrilmemiş olan ‘Political Theory and The Modern State/Siyasal Teori ve Modern Devlet’ isimli kitabında yer alan ve David Held’in John B.Thomson ile birlikte kaleme aldıkları ‘Crisis Tendencies, Legitimation and The State/Kiriz Eğilimleri, Meşruiyet ve Devlet ’ isimli makalenin genişletilmiş ve düzeltilmiş versiyonu olan ‘Legitimation Problems and Crisis Tendencies/Meşruiyet Problemleri ve Kriz Eğilimleri’ isimli makaleyi izleyeceğim.

Habermas’ın krizler üzerine olan çalışması, kendisinin ‘geç kapitalizm’ olarak nitelendirdiği sosyolojik ve siyasal olgunun incelenmesi üzerinedir. Habermas’a göre çıkış noktası alt sistemler olan, yani ekonomik, siyasal ve sosyo-kültürel nedenlere bağlı bulunan ve sistem krizleri olarak isimlendirilen iki çeşit kriz vardır: ‘Ekonomik Kriz’, ‘Rasyonalite Krizi.’ Bu krizler de kimlikleri temelinde ikiye ayrılır: ‘Meşruiyet Krizleri’ ve ‘Motivasyon Krizi.’

Habermas’a göre, günümüzde kapitalist toplumlar bu dört ihtimalden birisi olan kriz eğilimlerinin tehdidi ve tehlikesi altındadır. Bu durum aslında kapitalist toplumun temel çelişkisinin kaçınılmaz bir sonucudur. Öyle ki, diğer faktörler eşit olduğunda, ya tüketilebilir değerler gerekli miktarda üretilmediği için ekonomik kriz vardır; veya gelecekteki rasyonel kararlar gerekli miktarda alınmadığı için rasyonalite krizi vardır; veya genel motivasyon gerekli miktarda üretilmediği için meşruiyet krizi vardır; ya da faaliyet motivasyonunun anlamı gerekli miktarda yaratılamadığı için motivasyon krizi vardır. Buradaki gerekli miktarda ifadesi, alt sistem ürünleri anlamında ölçüyü ve miktarı ifade eder: ki bunlar ‘değer, idari karar, meşruiyet ve anlam’dır.

Habermas, Marks’ın gelişmiş kapitalist toplumların krize eğilimli oldukları yönündeki görüşüne katılmakla birlikte, bu krizin ekonomik alandan daha ziyade düşünce ve siyaset alanında ortaya çıkacağı, bu bağlamda, devletin ekonomik sorunları çözse dahi, meşruiyete ve motivasyona dair sorunlarla ve krizlerle karşı karşıya kalacağı düşüncesindedir. Yine Marks’ın kapitalizmin sonunu ekonomik krizin getireceği yönündeki öngörüsüne karşı çıkan Habermas,  geç kapitalist ülkelerde devletin bu çeşit bir krizi geciktirmek ve önlemek için araya girebileceğini ve bunda da bir ölçüde başarılı olabileceğini ileri sürer. Ona göre burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket edecek ve onun gücünün dayandığı ekonominin dengede kalmasını sağlamayı tercih edecek olan devletin bu politikası, toplumsal dengeyi bozacak, böylece ekonomik kriz ertelenmiş olacak ve fakat bu durum beraberinde meşruiyet krizini getirecektir.

Nitekim İngiliz siyaset bilimci Andrew Heywood, Liberte Yayınları tarafından Türkçeye çevrilerek ‘Siyaset’ adıyla yayınlanan ‘Politics’ isimli özgün eserinde, Habermas’ın kapitalist toplumlarda sadece halkın rızasını kazanarak siyasi istikrarı sağlamayı zorlaştıran bir dizi kriz eğilimlerini tanımladığına işaret eder. Heywood’a göre, bu gerilimin merkezinde kapitalist birikimin mantığı ile demokratik siyasetin serbest bıraktığı halkın baskısı arasındaki çekişmeler ve çatışmalar vardır. Esasen meşruiyet krizinin temelini sınıf çıkarları arasındaki çelişki oluşturur. Zira Habermas’a göre, kapitalist ekonomiler, kar peşinde koşma güdüsünün dayattığı acımasız bir yayılmacılık üzerine kuruludur. Bu hususa işaret eden Heywood devamla şunları yazar: ‘Ne var ki, böyle bir sistem içinde meşruiyeti inşa etme çabası dahilinde siyasi ve toplumsal hakların yaygınlaşması, sisteme yönelik aynı şiddette baskıları da beraberinde getirir. Özellikle halkın da katıldığı demokratikleşme süreci, toplumsal eşitlik yönünde olduğu kadar, toplumsal refah yönündeki taleplerin de çoğalmasına yol açar. Buna bağlı olarak devletin iktisadi ve toplumsal hayatta sorumluluklarının artması ve vergilendirme ile kamu harcamalarında görülen büyük artış, kar düzeylerini sınırlamak ve teşebbüsü kösteklemek suretiyle kapitalist birikimi engellemeye başlar. Habermas’a göre, kapitalist demokrasiler, hem sosyal güvenlik ve refah siyasaları yönündeki talepleri, hem de kişisel çıkara dayalı piyasa ekonomisinin ihtiyaçlarını kalıcı bir biçimde karşılayamaz duruma düşerler. Bu durumda, bir yandan halktan gelen baskılara karşı koymaya, diğer yandan ekonomik çöküş riskini göze almaya zorlanan bu yapıdaki toplumlar için meşruiyetin tesis edilmesi giderek daha da zorlaşır ve hatta sonunda imkansız hale gelir.

Habermas’ın meşruiyet krizleri üzerine olan görüşlerinin özelliği, hem onun değişik türdeki kriz eğilimlerine olan vurgusunu, hem de kriz fikrinin yer değiştirmesi üzerine olan çözümlemelerini kapsar.  Bu konudaki en büyük zorluk, meşruiyet ile motivasyon krizi arasındaki farklılığın son derece belirsiz olmasıdır. Sonra gelen pozisyon, iki tip krizin bağlı olduğu, sırasıyla ‘genelleşmiş motivasyon’ ve ‘eylem-motivasyonu anlamı’ arasındaki ‘nadir kaynakların’ açık olan ayrımının eksikliğini içerir. Habermas bunları her ne kadar ayrıntılı olarak ortaya koymuş ise de, yine de meşruiyet ve motivasyon krizleri tamamen iç içe geçmiş durumdadır. Bu bağlamda meşruiyet krizi ‘genelleştirilmiş motivasyon’ krizidir. Bu kriz geleneksel ‘eylem-motivasyonu anlamının’ baltalanmasına bağlı bir krizdir. Motivasyon krizi ise, ‘kitle sadakatinin’ çökmesinin içindeki sorunların yarattığı krizdir.

Habermas’a göre sosyal bütünleşme, ‘konuşulan ve hareket edilen konuların sosyal olarak bağlantılı olduğu sosyal kurumlara’ yollamada bulunur. Sosyal sistemler burada ‘sembolik olarak yapılanmış hayat dünyaları’ olarak tasavvur edilmiştir. Birisi, bu perspektiften ‘toplumun normatif yapılarını, yani değerlerini ve kurumlarını tematikleştirebilir.’ Bu durumda olaylar ve durumlar ‘sosyal bütünleşme işlevlerine bağlı oldukları açıdan’ analiz edilebilir. Habermas, toplumun yeniden üretim kapasitesinin doğrudan doğruya başarılı sosyal bütünleşmelerle bağlantılı olduğu hususunda hemfikirdir. Toplumdaki bozukluklar, toplumun varlığını sadece sosyal bütünleşme tehdit edildiğinde tehlikeye sokar, yani ‘normatif yapıların rızai temelleri fazlaca zayıfladığı zaman toplum anomik, yani amaçsız hale gelir.’ Yine Habermas, egemen kültürel değer sistemleri ile bireyler tarafından günlük yaşamlarında üretilen anlamlı yapılar arasındaki farkı kabul eder.

Sosyal teorinin bütün düzeylerinde egemen normatif buyruklar/nizam – bunlar meşruiyeti sağlamaya dahildir – ve ‘anlamın çerçeveleri’ ve toplumdaki insanların saikleri arasındaki ayrımın korunması hususu son derece önemlidir. Zira sosyal bütünleşme, siyasal düzenin tanınan değeri, yani meşruiyet paylaşılan duygu kuşağına bağlı olduğu zaman, göreceli olarak istikrarlı olan her toplum için gerekli bir şart değildir. Açıkça, bazı gruplar normatif olarak bir toplumun yeniden üretmesini sağlamak için hükmeden siyasal kültürle bütünleşmiş durumdadır. Açıkçası, bazı gruplar toplumun yeniden üretilmesini sağlamak için hükümetin siyasal kültürüyle normatif bir şekilde bütünleşebilirler. Toplumun çoğunluğunun ahlaki onayı bu konuda sorun oluşturmaz. Bununla birlikte, böyle bir durum gelecekte, mesela savaş zamanında olabilir ve bu durumda egemen gruplar bunu onaylayabilir. Sistemler teorisinden çok sayıda fikir ve varsayım, – eylem teorisinden, yapısalcılıktan ve genetik yapısalcılıktan olan kavramların birleşiminde – onun çalışmasında genellikle tatminsiz ve çözülmesi zor bir tarzla iç içedir. Bu kavramlar, sosyal birleşme ve meşruiyet analizleri için uygun bir çerçeve sağlamazlar: sosyal istikrarla ilgili teoriler için içselleştirilmiş değer – norm – ahlaki uzlaşma teoreminin’ ve bunların kalıntılarıyla bağları olmayan kavramların geliştirilmesi gerekir. Burada ihtiyaç duyulan şey, eylemin üretimi ve yeniden üretimi için daha yeterli bir teoriye olan ihtiyaçtır.

Ekonomik krizin temelinde ‘kriz eğilimlerinin değer yasası – yani ücretli emeğin sermayeyle değişimindeki yapısal olarak zorunlu dengesizlik – tarafından belirlendiğini ileri süren Ortodoks tez’ bulunur. Habermas, ekonomik krizin doğasına dair Ortodoks çözümleme ile ilgili eleştirilerinde ‘artan üretkenlikle ve hükümetin planlama işlemleriyle ilgili belirli ampirik veri olmaksızın böyle bir kriz ihtimalinin saptanamayacağını’ ifade eder.  Ona göre, ‘bu veriler krizin yalnızca ekonomik yönden çözümlenmesinin yeterli olmayacağını gösterir. Ekonomik krizden sakınmak, ancak devletin faaliyetlerini artırmasıyla mümkündür. Ne var ki, devletin bu yöndeki faaliyetleri giderek rasyonellik krizi başlığı altında tartışılan kendi kriz eğilimlerini üretir.

Habermas’a göre rasyonellik krizi, ‘meta üretiminin anarşik ve planlanmamış doğasının, çeşitli politik emirleri sonucunu doğuracak şekilde yönetsel sisteme geçirilmesinden kaynaklanır.’ Bu durum devlet ve birikim sürecinin karşılıklı rollerinin bir sonucudur. Öyle ki, kolektif bir kapitalist gibi davranan devlet, bir yandan birikim sürecini korurken, diğer yandan yatırım serbestliğini ortadan kaldırmadığı için, rekabet eden bireysel sermayeler kolektif iradeyi oluşturamaz. Bu durumda, sermayenin parçalanmış çıkarları, rekabetçi politik kararların alınması yönünde baskıda bulunur. Bu da toplumun genel çıkarlarına ters düşer. Buna bağlı olarak, devlet tutarlı ve istikrarlı planlama tedbirleri alamaz, alsa dahi bunları yürütemez ve dolayısıyla rasyonellik açığına, diğer bir deyişle rasyonalite krizine sürüklenir.

Habermas genel olarak bu tespitlere katılmakla birlikte, bunlara karşı üç yönden itirazda bulunur. Bu itirazlardan birincisi, devletin çelişkili bir çevreye kendisini uyarlama yeteneğinin veya yeteneksizliğinin önceden yargılanamayacağına yöneliktir. İkincisi, devletin kendi çatışan politika seçeneklerini kendi alıcılarına sunmak suretiyle, sınırlı da olsa muhtemel bir uzlaşma alanı açma olanağına sahip bulunduğu hususudur. Üçüncüsü ise, devletin bilinçli olarak kendi amaçlarını ve alternatiflerini üretebilme yeteneğine sahip olduğuna ve dolayısıyla önceden öngörülemeyen sorunların tuzağına düşmeyeceğine ilişkindir.

Habermas’ın motivasyon kriziyle ilgili tespit ve değerlendirmelerine geçmeden önce, motivasyon kavramı üzerine bazı açıklamalarda bulunmakta yarar vardır. Şöyle ki, psikolojinin, sosyo-psikolojinin, sosyolojinin, fizyolojinin ilgi alanına giren motivasyon kavramının sözlük anlamı ‘bir şeyi veya bir şeyleri yapmaya karşı duyulan arzudur’. Yani motivasyon, bir şeyi veya bir şeyleri yapmak konusunda bizi harekete geçiren enerjidir. Bu enerji, bireysel veya toplumsal tercihleri, arzuları, dürtüleri, merakları, ihtiyaçları, ilgileri kapsar. Buna göre ve günlük kullanımı bağlamında, motivasyon, insanın bir şeyi veya bir şeyleri yapmasının nedenini oluşturur. Zira motivasyon kavramı, insan davranışını tetikler, yönlendirir ve devam ettirir. Esasen Latince olan bu sözcüğün kökeni, Latincede ‘harekete geçmek’ anlamına gelen ‘movere’sözcüğüdür.

Geç kapitalizmin genel gelişiminin ve özelde devletin daha önceden sosyo-kültürel alanın özel kaynaklarına artan saldırısının motivasyon oluşumunun kalıplarını önemli derecede değiştirdiğini ileri süren Habermas’a göre, bu eğilimin sürmesi bir motivasyon krizine yol açacak ve bu kriz devletin karşılayamayacağı taleplerle sonuçlanacaktır. Zira geç kapitalist toplumlarda başlıca motivasyon sendromu, Habermas’ın nitelemesiyle bir ‘burjuva özelciliği’dir. Burada özelcilikle kastedilen husus, toplumsal sistemin çıktılarına yönelik yüksek ilgi, karar ve meşrulaştırma süreçleriyle ilgili girdiye yönelik düşük ilgidir.  Esasen Habermas’ta bu motivasyon yöneliminin sistematik olarak çöktüğünü ileri sürer.

Habermas’ın pozisyonu, özde ileri kapitalizmin genel gelişmesi ve özelde devletin vaktiyle özel alana saldırısının artmasıyla birlikte motivasyon formasyonu modelini epeyce değiştirmiştir. Bu eğilimin devamı, onun görüşüne göre, mevcut taleplerin ve taahhütlerin yerinden oynatılmasına öncülük edecektir. Habermas bu konuları ‘meşruiyet krizleri’ başlığı altında analiz etmemiş, fakat ‘motivasyon krizleri’ başlığı altında analiz etmiştir. Habermas’ın ‘Ben motivasyon krizini, sosyo-kültürel sistemin sonucunu/çıktısının, bir tür yolla devlet ve sosyal emek sistemi için işlevsiz hale geldiği zaman konuşurum.’ demesi ondandır.

Motivasyon krizinin incelenmesi karmaşıktır. Motivasyonun iki büyük modeli kapitalist toplumlarda sosyo-kültürel sistem tarafından üretilir,  Habermas’a göre bunlar, medeni ve aileye ait mesleki şeyler üzerindeki özel mülkiyet hakkıdır. Medeni şeyler üzerindeki özel mülkiyet hakkı, siyasal sistemdeki sonucunu bireysel çıkar içinde doğurur ve bunlar performansı yönlendirir ve sürdürür, ancak bu, bir ölçüde de olsa küçük bir katılımı talep eder. Aileye ait mesleki şeyler üzerindeki özel mülkiyet hakkı, bir yandan aile odaklı davranışsal model merkezli dinlenme ve boş zaman üzerine ve diğer yandan statü rekabetine doğru kariyer çıkarı odaklı destekte bulunur. Her iki model de, sistemin kendi mevcut kurumları altında sürmesi için gereklidir. Habermas, bu motivasyonel temellerin kavranabilen kriz eğilimlerini bir yolla sistemli olarak aşındıracağını ileri sürer. Bu argüman iki tezi içerir: (1) Bu motivasyonları üreten gelenekler aşınmış olmalıdır; (2) Normatif yapıların gelişmesinin mantığı aşınmış yapıların işlevsel olarak ve eşit şekilde yer değiştirmelerini önler.

İleri kapitalizmin motivasyonel modelleri, Habermas’ın görüşüne göre, geleneksel kapitalizm öncesi unsurların karışımı (mesela eski sivik etik, dini gelenek) ve burjuva unsurları (mesela sahiplenen bireycilik ve faydacılık) tarafından üretilir. Üstü kaplamalı bu verili gelenek tezleri iki parça halinde analiz edilir: (a) burjuva öncesi motivasyonel modellerin bileşenleri aşınmış olmalıdır; (b) burjuva ideolojisinin çekirdek yönleri sosyal gelişme tarafından aynı şekilde yıkılmış bulunmalıdır. Habermas, bu tezlerin sadece geçici şekilde ve deneme olarak teklif edilebileceğini kabul eder.

Geleneksel dünya görüşlerinin (burjuvazi öncesi) erozyon süreci, genel rasyonelleşme sürecinin etkisi olarak ileri sürülebilir. Bu süreç, başkaca şeyler arasında, hayatın bütününün yorumlanmasının kaybedilmesi ve ahlakın subjektifliğinin ve göreceliğinin artışı içinde sonuçlanır. Bu tezlerle ilgili burjuva ideolojisinin çekirdek unsurları yıkılmış olmalıdır. Habermas bu hususta üç fenomeni inceler: ‘başarılı ideoloji, sahiplenilen bireycilik ve değişen değere yönelik oriyantasyon.’ Sonsuz rekabet ve başarı arayışı fikri, insanların pazarın kapasitesi içindeki nadir değerlerin adil paylaşım kaderini tedricen yitirmeleriyle yıkılmıştır. Zira devletin aşırı müdahalesi dağıtım sorunlarını öne çıkarır, mesela, eğitim düzeyinin artması mesleki fırsatla koordine edilemeyen özlemleri uyandırır. Kolektif amaçların sadece rekabetçi izolasyon içinde hareket eden özel bireyler tarafından gerçekleştirilebileceği inancı olan sahiplenilen bireycilik, devletin gelişmesiyle, onun çelişkili işlevleriyle, taşra hayatının sosyalizasyonun maliyetini ve amaçlarını zorlamasını baltalamıştır. Ek olarak, değişim değeri oriyantasyonu nüfusun büyük bölümlerinde zayıflamış, (mesela müreffeh müşteriler, öğrenciler, suçlular ve hastalar, işsizler) artık bunların hayatlarını değişim değerleri için emekleri (ücretleri) vasıtasıyla yeniden üretmeleri, ‘pazarın sosyalizasyon etkilerinin zayıflamasıyla’ birlikte zorlaşmıştır.

İkinci tez, yani normatif yapıların gelişmesinin mantığı aşınmış yapıların işlevsel olarak ve eşit şekilde yer değiştirmelerini önler tezi de ikiye ayrılır.  Bunlar (a) burjuva ideolojisi geleneğinden kalan bakiye şeyler üzerindeki özel mülkiyet hakkı tarafından yok edilenlerin yerini alan unsurları üretemez, zira (b) burjuva ideolojisinden kalan yapılar motivasyon oluşumuyla daha hala ilgilidir. Habermas (a) ile ilgili olarak çağdaş egemen kültür formasyonunun üç unsuruna eğilir: ‘bilimsellik, auratik (kişinin bireysel enerjisi ile ilgili olması) sonrası veya temsili sanat sonrası ve evrensel ahlak.’ O, bütün bu alanların içinde gelişme mantığının bulunduğunu, normatif yapıların artık şeyler üzerindeki özel mülkiyet hakkını baltalayan ve ekonomik ve siyasal sistemdeki eşitsizlikleri potansiyel olarak tehdit eden şeyin gelişen bu ilgiler olduğunu düşünür.

Ancak şeyler üzerindeki özel mülkiyet hakkının baltalanması bir motivasyon krizinin oluşmasını mutlak olarak gerektirmez.  Eğer motivasyon ekonomik ve siyasal sistem için gelişmekte olan yapıların işlevsizliği tarafından üretilmiş ise, krizden sakınmanın bir yolu, sosyo-kültürel sistem ile siyasal-ekonomik sistemin birbirlerinden ayrılmaları olabilir, böylece sonraki (görünürde) artık öncekine bağlı olmaz. Habermas’ın ileri sürdüklerinin temeli, bireylerin artan şekilde üreteceği motivasyon normunun sosyal realitelerin rasyonel doğrulanmasını talep etmeleri üzerinedir. Bir tarafta, eğer bu tür bir doğrulama sistemin meşrulaştırma mekanizmaları tarafından sağlanamazsa veya diğer tarafta değer dağıtımın üzerinden satın alınamazsa, sistem kendisini sürdürmek için yeterli bir motivasyon bulamayacaktır ve bu durumda muhtemel sonuç bir değer krizinin doğması olacaktır.

Bu veri ve kabullere göre, Habermas’ın ulaştığı sonuç, kendi verili kriz eğilimlerine göre, kapitalizmin mevcut şeklini sürdüremeyeceği yönündedir. Eğer Habermas’ın argümanları doğru ise, bu durumda kapitalizm bir tür ‘Cesur Yeni Dünya’ya evrilmeyeceği gibi, altında yatan sınıf çelişkisinin de üstesinden gelemeyecektir. Kapitalizmin altında yatan sınıf çelişkisinin üstesinden gelmesi, Habermas’a göre yeni bir organizasyon ilkesinin benimsenmesini gerektirir. Bu tür bir ilke katılımcı demokrasi sistemi içine yerleştirilmiş olan evrensel ahlak kapsamındadır ki, bu retorik irade oluşumu için bir fırsattır.

Habermas’ın şu andaki görüşü ise, ileri kapitalizmin dönüşüm şansları sorunları hakkında inandırıcı şekilde karar vermenin hiçbir yolunun olmadığı yönündedir.  O, ekonomik krizin sürekli olarak önlenme ihtimalini gözden uzak tutmaz; ona göre eğer durum buysa, kendisini sermaye kullanımı baskısı olarak ileri süren çelişkili direktif zorunlulukları bir dizi başka kriz eğilimlerini üretir. Bu, ekonomik krizlerden sakınılacaktır demek değildir, ancak Habermas’ın ifade ettiği gibi ‘mantıken gerekli’ hiçbir nedenin sistemin neden krizlerin etkilerini onların kendilerini tek bir alt sistem içinde açıkça belli ettikleri halde hafifletmemesinin orada bulunmasındandır. Tek bir alt sistem içindeki krizlerin kontrol edilmesinin sonuçları, sadece birinin diğeriyle çelişmesi durumunda yer değiştirmenin ve dönüşümün genişlemesinin başarılmasıdır. Sunulan, kriz eğilimlerinin tipolojisidir, onların gelişmesinin mantığıdır ve kesinlikle sistemin kimliğinin sadece bireysel anatominin maliyetiyle korunabileceği varsayımıdır.

Devlet faaliyetlerinin ekonomide ve diğer sosyal alanlarda artışı, çağdaş kapitalizmin en karakteristik özelliklerinden birisidir. Ekonomik krizlerden sakınılmasının yararı, hükümetin ve devletin üretim maliyetlerinin artmasındaki payı omuzlamasıdır. Ancak devletin kararları sadece ekonomik değerlendirmelere dayanmamaktadır. Devlet bir tarafta birikim sürecinin sürdürülmesi görevine sahip iken, diğer tarafta belirli bir ‘kitle sadakati’ düzeyini korumak zorundadır. Sistemin fonksiyonel olması amacıyla, yasalara, kurallara vs.ye genel bir itaat olmalıdır. Yine bu itaat sınırlı bir ölçüde cebirle güvence altına alınabilir, toplumlar liberal ilkelere göre hareket etmek iddiasındadır, temsili demokrasi adalet, eşitlik ve özgürlük ilkelerine bağlı bir inancın varlığının yaygın olduğu bir sisteme daha çok bağlıdır. O nedenle, kapitalist sistem birikim sürecine destek olacak şekilde bir yol izlemeli ve aynı zamanda yaptığının üstünü örtmek için kendisinin dürüst ve adil imajını koruyacak şekilde hareket etmelidir. Eğer kitle sadakati tehdit altındaysa, meşruiyet krizine doğru bir eğilim var demektir.

Geç kapitalizmde, idari sistemin geleneksel olarak özel alana tahsis edilmiş olan alanlara doğru genişlemesiyle, sosyal kader sürecini sevmeyi aydınlatmak amacıyla açıklayıcı bir ilerleme vardır. Devletin ekonomiye, eğitime ve başkaca şeylere olan aşırı müdahalesi, devletin ilgisini, tercih etme, planlama ve kontrol etme sorunlarına yöneltmiştir. Buna bağlı olarak ‘devlet eli’, ‘liberal kapitalizmin elinden’  daha fazla görünür ve anlaşılır olmuştur. Hayatın çok daha fazla alanı genel nüfus tarafından politize edilmiş olarak görülmüş, yani onun (hükümet aracılığıyla) potansiyel kontrolü altına girmiş şekilde kabul edilmiştir. Bu gelişme, sırayla her zamankinden daha fazla devlet üzerindeki talepleri, mesela, kararlar üzerindeki katılımı ve müzakereyi teşvik etmiştir. Meşruiyet krizinin altında yatan nedeni, Habermas, açıkça sınıf çıkarları arasındaki çelişkiyi tercihan: ‘nihai analizde…meşruiyet eksikliğinin kaynağı sınıf yapısıdır’ şeklinde açıklar. Oysa devlet, sistemli olarak diğerinin avantajına hareket ederken bir sınıfın bağlılığını korumalıdır. Devletin faaliyeti genişler ve onun sosyal realiteyi kontrol rolü daha saydam hale gelirken, bu sistematik ilişkinin maruz kalacağı büyük bir tehlike vardır. Bu tür bir maruz kalma, sadece sistem üzerindeki talepleri artırabilir. Devlet bu taleplere sadece daha ileri tehlikeli gösteriler, bunun doğasının demokratik olmaması durumunda kayıtsız kalabilir. Şimdiye kadar ki argümanlar, sadece ileri kapitalist devletin deneyimlerinin meşruiyet problemleriyle baş edebileceğini göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, Batı kapitalizmi kendi yolunu meşruiyet zorluklarının (mali siyasa, hizmet tedariki vs. vasıtasıyla) dışından satın alabilecek güce sahip olarak sürdürmüştür. Devlet üzerindeki talep, onun malları teslim etme yeteneğini geçerken, kriz böylece yaratılmış olur. Kendi argümanını tamamlamak amacıyla, bundan dolayı ve bunu göstermek için, Habermas, ileri kapitalizmin karşı karşıya olduğu krizleri merkezi bir şekil olarak ‘sosyal kimlik’ krizinde arar.

Peki! Siyasi istikrarı, egemenliği, rejimin varlığını güvence altına alan en önemli etken olan meşruiyet tehlikeye girdiğinde ne yapmak gerekir?

Bu konuda iki yol vardır: Birincisi, otokrat veya totaliter bir yolla toplumu bastırmak suretiyle kitleleri siyasetin dışında tutmak, bireyleri ifade araçlarından yoksun bırakmaktır. Ki bu, meşruiyet veya ekonomik veya rasyonalite veya motivasyon krizini fırsata çevirmekten ve yönetmekten aciz basiretsiz siyasal iktidarların tercih edeceği bir yoldur ve sonu hüsrandır.

Ne yazık ki, krizler içinde seyreden Türkiye’nin tercih ettiği yol budur. İkincisi ise, Türkiye’nin çok uzağına düştüğü geniş kapsamlı bir siyasi, sosyal ve ekonomik değişimin yolunu tutmak, demokratikleşmeyi kurumlaştırma yönünde adımlar atmak, bireysel özgürlüklerin alanı genişletmek ve bunları güvence altına alacak şekilde tahkim etmek, hukuku egemen kılmak, yargı bağımsızlığını sağlamaktır.

Zira değişim, hem bireysel, hem de siyasal hayatın en önemli özelliklerinden ve her türlü krizi aşmaya yarayan fırsatlarından birisidir. Demokratikleşme, hak ve özgürlüklerin alanını genişletme, hukuku egemen kılma, yargı bağımsızlığını tesis etme de, bunu sağlamanın en etkili araçlarıdır. Esasen Paulo Coelho’nun dediği gibi ‘Gitmeye değer yerlerin kestirmesi yoktur.’ Demokrasiye, özgürlüğe, hukuka, yargı bağımsızlığına giden yolun da kestirmesi yoktur. Hiç dolanmadan, oraya buraya sapmadan, onu bunu suçlamadan ve dahi yalpalamadan, o yolu yürümek, o yolda gitmek gerekir