Her merhaba yeni bir vedanın başlangıcıdır. Hayatta hiçbir şey kalıcı değildir’ BUDA

Akşam oldu. Güneş arkasında tatlı bir kızıllık bırakarak bizim buraları terk etti. Dünyanın başka yerlerine gitti. Yavaş yavaş karanlık çöktü. Evdeyim. Dışarıda, Bilkent’in tepelerini, ağaçlarını, binaların duvarlarını döven uğultulu, sert bir rüzgar var. İnce ince yağmur yağıyor. Hava temiz. Az önce odamın penceresini açtım. Temiz havayı içime çektim. Yağmura dokunmak için elimi pencereden dışarıya çıkardım. Yağmur suyuyla ıslanan elimle yüzümü yıkadım, yanağımı okşadım.

Sonra çalışma masamın başına geçtim. Yazmaya başladım. Hem yazıyor, hem de Bob Dylan’ı dinliyorum. Şarkının adı ‘Blowin’ in the Wind 

2000’li yılların başında en gözde şarkıcılardan biri olan, bana göre geçen zamanın eskitemediği Bob Dylan’ın  ‘Bir adama, adam dememiz için ne kadar yol kat etmesi gerekir’ diye sorarak başladığı şarkısının özeti şu; ‘sen adam olmak için çalış, yollar kat et, denizleri aşıp geldikleri için yorulan güvercinlerin kumlarda dinlenmelerini seyret, top güllerinin sesini dinle, insanların ağlamalarını duy, güzelliğini görmek, sonsuzluğunu anlayabilmek için gökyüzüne bak, dağları döven denizin dalgalarını hayal et, insanların özgürlük için verdikleri mücadeleyi düşün, bazı şeyleri görmemek için günde kaç kez başını başka yönlere çevirdiğini anımsa, ama unutma, bütün bunlar ve daha başkaca şeyler rüzgarla beraber uçar gider.

Top gülleleri de, denizler aşan ve sonra gelip kumlarda uyuyan güvercinler de, hemen her gün baktığın gökyüzü de, dağların eteklerindeki kayalıkları döverek yıkayan denizin dalgaları da, duydukların da, gördüklerin de, okudukların da, yazdıkların da rüzgarla beraber uçar gider.

Sadece bunlar değil, Homeros’un İlyada’da yazdığı gibi insanlar da, rüzgarla ve zamanla birlikte uçar gider. Yani ‘… Rüzgarın yerlere saçtığı yapraklar gibidir insan kuşakları. Yapraklar gibidir çocukların da; yapraklar gibidir sana coşkuyla övgüler yağdıran, ya da seni lanetleyen ya da gizli gizli kınayan yahut alaya alan insanlar da; yapraklar gibidir sen göçüp gittikten sonra seni anlatacak olanlar. Onların tümü ilkbaharda doğarlar, sonra rüzgar gelir, yere savurur onları, sonra orman yenilerini üretir yerlerine. Kısa ömür her şeyin ortak yazgısıdır, ama öyleyken sen her şeyden kaçıyorsun ya da her şeyin ardından gidiyorsun, sonsuza dek varlığını sürdürecekmiş gibi. Oysa bir süre sonra gözlerini yumacaksın. Çok geçmeden mezara dek seni izleyen birisi ağlayacak arkandan, belki başkaları da…

Romalıların bilge hükümdarı Marcus Aurelius, bütün bunları, yani her şeyin rüzgarla beraber uçup gittiğini bildiği için şöyle yazmış ‘Düşünceler‘ isimli kitabında ; ‘… Kimi şeyler doğma, kimileriyse ölme telaşında; doğmakta olan şeyin bir parçası şimdiden ölüyor, ya da çoktan öldü bile; ama bu sonsuz akış ve dönüşüm dünyayı sürekli olarak yeniler, tıpkı artsız aralıksız akıp giden zaman ırmağının sonsuzluğu yenilemesi gibi. Hiçbir şeyin durmadığı bu ırmakta, hızla akıp giden şeylerin hangisine değer verebilir insan? İnsanın; daha uçarken görüp gönül verdiği bir serçenin, ona sevdalanır sevdalanmaz, kanat çırparak gözden yitip gitmesi gibi. Her birimizin yaşamı, kandan soluk vermek ve havadan soluk almaktan başka bir şey değildir. Tıpkı havayı ciğerlerimize çekip sonra onu geri vermemiz gibi, daha dün ya da önceki gün sahip olduğumuz tüm soluma gücünü onu aldığımız kaynağı geri veriyoruz şimdi…

Bütün bunları yazdıktan sonra oturdum düşündüm biraz. Dünyaya benimle beraber gelen, hatta benden sonra gelen insanların kaçının göçüp gittiğini düşündüm. ‘Olgun başaklar gibi biçilir yaşamımız, biri var olurken, biri yok olur gider’ dedim içimden. İyilik ve adaletin benden yana olduğunu düşündüm. Yakında rahatlayacaksın, huzura kavuşacaksın, zira her şeyi unutacaksın; herkes de seni unutacak dedim kendime. Hiç kimse, yaşadığın ve yaşayacağın hiçbir şey, senin kendi kişisel ilkelerine, dünya görüşüne, içindeki sonsuz özgürlük anlayışına, hep hissettiğin yaşama sevincine, hayata duyduğun aşka, kendinle olan barış haline göre yaşamanı engelleyemez dedim. Tanrı seni bugüne kadar pek çok felaketten korudu, bundan sonra da korumaya devam edecek, Tanrı’nın, doğanın yasalarına, ters düşen ve düşecek olan hiçbir kötü şey gelmez senin başına, rahat ol dedim. Her şey olacağına varır, olan ve olacak olan her şey de hayır vardır diye telkinde bulundum kendime. Ve şunu asla unutma dedim; ‘peteğe yararlı olmayanın, arıya da yararı olmaz.

Gün ışıyınca kendine, Marcus Aurelius’un güne başlarken kendisine söylediklerini söyle ve o şekilde başla her güne dedim. Yani şunları; ‘Bugün meraklılarla, vefasızlarla, kaba, kıskanç bencil, kötü insanlarla karşılaşacağım. Bütün bu kötülükler bu insanların başına, iyiyi ve kötüyü bilmedikleri için geliyor. Ama iyinin doğasını kavramış ve onun doğru; kötünün doğasını kavramış ve onun yanlış olduğunu bilen, yanlış yapan kimsenin doğasını kavramış ve onun, benimle aynı kandan, aynı tohumdan geldiği için değil, benimle aynı zihni paylaştığı için akrabam olduğunu bilen insanların hiçbirisinden zarar gelmez bana. Hiç biri beni dürüst olmayan bir işe bulaştırmayı başaramaz; akrabam olan hiç kimseye ben öfkelenemem, nefret edemem onlardan. Çünkü birbirimize yardım etmek için doğduk biz…

‘… Ama öte yandan, hayat açma kapama düğmesi gibidir. Bir gün geliyor, – tık – diye gidiveriyor insan. Bu yüzden Apple cihazlarına açma kapama düğmelerini koymaktan hoşlanmadım hiç‘ diyor genç yaşında ‘tık‘ diye kanser olup vefat eden Steve Jobs.

Hayat da, zaman da, insanlar da, başka şeyler de öyle; ‘tık‘ diye geçip gidiyor yanından, yakınından veya uzağından. Her şey geçici yani. Dün seninle birlikte olanların hiçbirisi onun için bugün senin yanında değiller. Günü geldiğinde, son kullanma tarihi dolduğunda, birileri açma kapama düğmesine dokunuyor ve ‘tık‘ diye bitiveriyor pek çok şey. Yani rüzgarla uçuyor, rüzgarda uçuyor, rüzgar gibi geçiyor, rüzgar alıp götürüyor.

Ama öyle de olsa; ‘Ne geçmiş tükendi, ne yarınlar, / Hayat yeniler bizleri.’