Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır…Bu da gösterir ki, zaman mekân, insanla mevcuttur.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü-Ahmet Hamdi Tanpınar

...

İki Ahmet Hamdi Tanpınar var. Biri şairdir, diğeri romancı. Şair Tanpınar, hem romantiktir, hem de kullandığı dil ve üslup itibariyle sembolisttir. Romancı olarak ise olağanüstü gerçekçidir.

Ben şair Tanpınar’ı ortaokul öğrencisi iken tanıdım. Ve onu ilk okuduğum “Bursa’da bir eski cami avlusu,/Küçük şadırvanda şakıyan su; / Orhan zamanından kalma bir duvar…/ Onunla bir yaşta ihtiyar çınar /…/ İsterdim bu eski yerde seninle / Baş başa uyumak son uykumuzu,/Bu hayal içinde…/  Ve ufkumuzu / Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk, / Havayı dolduran uhrevî ahenk. / Bir ilâh uykusu olur elbette / Ölüm bu tılsımlı ebediyette,/ Belki de rüyası büyük cetlerin, / Beyaz bahçesinde su seslerinin.” diyen “Bursa’da Zaman” isimli şiiriyle sevdim.

Tanpınar’ın bu şiirinde sembol olarak çınar ağacını kullanması boşuna değildir. Bunun nedenini diplomat ama daha çok edebiyatçı olan Oğuz Demiralp, Tanpınar üzerine yazdığı “Kutup Noktası” isimli eserinde şöyle ifade ediyor: “Çınar eril ögedir. Azalmayan yaşama erki, dirimin tükenmez erkidir. Kalın, uzun gövdesi, ‘pençe pençe yapraklarıyla ‘heybetli’ ve güçlüdür. Ancak ihtiyardır çınar. ‘Her çınarda bir dede edası vardır’. Gel gelelim, yaşlılık ve dirimsel güç birbirinin tümleyicisi olurlar çınar gövdesinde. Çünkü yaşlılık deneyim ve bilgidir, çınar bilge ağaçtır: ‘yedi yüz yıllık hikayemizi anlatır bize’, ‘Akıl öğreten serhat gazileri’ gibidir. Gururludur, ‘bir dağ sükuneti vardır’ çınarda. Görmüş geçirmiş, derinleştikçe yükselmiş Osmanlı çınar. bir yüzünden bakılınca dirim ağacıdır, öbür yüzünden bakılınca bili ağacı. Osmanlı imgeleminde çınar verimli uzun bir ömrün simgesidir.(..)Yaşamdır, sürekliliktir.

Tanpınar’ın bütün şiirlerini okudum daha sonra. Ama en çok, ne dışında kalabildiğimiz, ne de içinde olabildiğimiz bir kavram olan zamana karşı, biraz çekingen, biraz tereddütlü, biraz tedbirli bir bakış ifade eden, hem üslubu, hem de felsefesiyle beni olağanüstü şekilde etkileyen “Ne içindeyim zamanın, / Ne de büsbütün dışında; / Yekpare, geniş bir anın / Parçalanmaz akışında. / Bir garip rüya rengiyle / Uyuşmuş gibi her şekil, / Rüzgarda uçan tüy bile / Benim kadar hafif değil./ Başım sükutu öğüten / Uçsuz bucaksız değirmen; / İçim muradına ermiş / Abasız, postsuz bir derviş. / Kökü bende bir sarmaşık / Olmuş dünya sezmekteyim, / Mavi, masmavi bir ışık / Ortasında yüzmekteyim.” dizelerini okudum ve çarpıldım. Sadece çarpılmadım, sarsıldım da. Neden mi? İnsanoğlunun dünden bugüne başını en çok ağrıtan, en kavgalı olduğu kavram olan, pek çok insan gibi beni de zaman zaman çok fazla tedirgin eden zaman meselesi, hiçbir şiirde bu kadar güzel ifade edilmemiştir de ondan.

Romancı Ahmet Hamdi Tanpınar’la tanışmam ise çok daha geç oldu. İstanbul’da öğrenci iken, Konya Maarif Koleji’nde benden birkaç sınıf yukarıda olan Bülent Aksoy’la buluşurduk bazı hafta sonlarında. Anımsayabildiğim kadarıyla 1970 yılının başlarıydı. İstanbul Üniversitesi İngiliz Filolojisi Bölümü’nde okuyan Bülent’le birlikte sinemaya, tiyatroya gider, edebiyat üzerine, sanat üzerine, Marksizm üzerine keyifli sohbetler yapardık. Çok iyi bir entelektüel olan, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde okuduğu için yabancı literatürü iyi bilen ve takip eden Bülent’in sayesinde Louis Althusser’i tanıdım. Yine onun sayesinde o güne kadar şair olarak bildiğim, şiirlerini severek okuduğum Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romancı kişiliğini öğrendim. Bu öğrenme sonrasında, o yıllarda edebiyat çevrelerinde Marksist olduğu hususunda ciddi tartışmalar yapılan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın; Mahur Beste, Huzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Beş Şehir isimli kitaplarını okudum.

Eserlerinde doğu ve batı kültürlerini irdeleyen, “Itri de, Dede Efendi de benim, Mozart da, Beethoven da benim” diyen, doğunun da, batının da zenginlikleri olduğunu, bunlardan yararlanmak gerektiğini söyleyen, eskinin zamanı geldiğinde aşılacağını, eskinin, eskiyenin yerine yeninin inşa edileceğini, ama bunu yaparken eskiden de yararlanılması gerektiğini savunan Tanpınar, gerçekte bir doğu-batı sentezi savunucusudur. Birçok alanda Batı’nın da, Doğu’nun da takipçisidir.  Eserlerinde ağırlıklı olarak, Türk insanının batı-doğu arasında sıkışmasını, çift kimlikli hale gelmesini, bunun doğurduğu ikilemi irdeler. Semra Pelek’in Milliyet Gazetesi’nin kitap eki olan Eylül/2014 sayısında yazdığı gibi “süreklilik içinde değişimi” değil, “değişim içinde sürekliliği” savunur. Yüzünün, fikirlerinin sadece batıya değil, doğuya da açık ve dönük olmasından olsa gerek, Cumhuriyet rejiminin çok fazla parlatmadığı bir yazardır Tanpınar. O nedenle benim kuşağımın edebiyat kitaplarında, dönemin ideolojisine biraz ters düştüğünden olsa gerek, Tanpınar’ın romanlarına çok fazla itibar edilmemiş, sadece “Bursa’da Zaman”, “Ne İçindeyim Zamanın Ne de Dışındayım” gibi birkaç güzel şiirine yer verilmekle yetinilmiştir.

Kendi kendime başlattığım “okuduğum romanları, kitapları bir daha okuma seferberliği” kapsamında, daha önce iki kez okuduğum Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” isimli romanını oturdum bir kez daha büyük bir keyifle okudum. Tanpınar bu romanında “Ne İçindeyim Zamanın Ne de Dışındayım” isimli şiirinde, şiirsel bir şekilde ifade ettiği “zaman” sorununu bu kez roman olarak işler, bu bağlamda zamanın gerek bireysel, gerekse toplumsal yaşamdaki değerini, önemini, işlevini, etkilerini sorgular. “Ayar, saniyenin peşinde koşmaktır’ der. Bu yazının en başına koyduğum “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır…Bu da gösterir ki, zaman mekân, insanla mevcuttur.” diye yazar, hayatı oluşturan en önemli doku olan zamanın parçalarından yılların, günlerin, saatlerin, dakikaların, saniyelerin değerini hatırlatır bize.

Romanda geçen saat, bireyin ve toplumun hem harici, hem de dahili zaman algısını simgeler. Kendi olay örgüsü içinde roman, zamana, zamanın getirdiği değişimlere insanın direnmesini ama sonunda zamana yenilmesini, bu yenilgiyle birlikte insanın karakterinde, kişiliğinde oluşan olumlu, olumsuz değişimleri anlatır. Bu değişimlerin getirdiği olumsuzluklar arasında bulunan insanların ikiyüzlülüğünü, riyakarlığını, omurgasızlığını sorgular. Bu ikiyüzlülüğün, riyakarlığın, omurgasızlığın, sadece bireysel boyutunu değil, bürokrasideki, devletin örgütlenmesindeki ve işleyişindeki yönünü, yerini; paranın, iktidarın, makam ve mevki sahibi olmanın, bunu hak etmeyen insanları nasıl değiştirdiğini, nasıl küçülttüğünü anlatır. Zaman zaman düşündürerek, zaman zamanda güldürerek yapar bunu.

Benim bu yazıyı yazmaktan amacım, bu gerçekten okunması gereken, her yönüyle eğitici, öğretici olan romanı anlatmak değil elbette Esasen bunu yapmayacağım da. Kaldı ki bu romanı anlatmak pek o kadar kolay da değildir. Ben sadece romanın felsefesine dair birkaç önemli hususu paylaşmaya çalışacağım.

Roman, çocukluğu İkinci Abdülhamit döneminde geçen, ilk gençlik yılları ve olgunluk yaşları Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerine rastgelen romanın kahramanlarından Hayri İrdal’ın anılarının bir hikayesidir. Eser “Büyük Ümitler, Küçük Hakikatler, Sabaha Doğru, Her Mevsimin Bir Sonu Vardır” başlıklı dört bölümden oluşur. Bir bütünün parçaları olan bu bölümler, uygun geçişlerle, bağlantılarla, tasvirlerle, kişilik tahlilleriyle, metaforlarla, ironilerle zenginleştirilerek bir süreç olarak sunulur okuyucuya. Bu süreç aslında Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e doğru uzanan zamanın, bu zaman dilimi içinde yaşanan büyük ümitlerin, küçük hakikatlerin, iki uygarlık arasında bocalayan bir toplumun gel-gitlerinin, o toplumun insanlarının savrulmalarının, yani Osmanlı’nın, yani Türkiye’nin ikilemlerinin, hem alaya alındığı, hem de eleştirildiği bir süreçtir.  Yani Saatleri Ayarlama Enstitüsü bu sürecin, bu sürecin küçük büyük insanlarının bir hikayesidir.

Saatler vardır. Bu saatlere denk düşen zamanlar vardır. Mesela romanın kahramanlarından Hayri İrdal’a dayısının doğum gününde hediye olarak aldığı saat vardır. Hayri İrdal’ın baba evinde başka saatler de vardır. Anne ve babasının odasında bulunan radyolu masa saati ve babasının köstekli saati mesela. Bunlar mübarek saatlerdir. Ama en mübarek olan, en etkili olan saat ayarlı duvar saatidir. Bu saat Hayri İrdal’ın babasına dedesinden hatıra kalmıştır. Hayri İrdal’ın saat merakı dayısının hediye ettiği saatle başlar. Açar kurcalar bu saati. Sonra saatçi olan Asım Efendi’nin yanında işe girer. Saatçi olur, saat ustası olur.

Roman, daha çok karakterler çevresinde döner. Aslında her karakter bir anlayışı, bir dönemi simgeler. Kitabın anlatıcısı ve başkarakteri olan Hayri İrdal “şifa kabul etmez bir gayri memnundur.” Kendini şekillendirmeye çalışan, şekillendiren ama “şekilsiz şekillendiren” bir insandır Hayri İrdal. Şekilsiz şekillendiği için Hayri İrdal, romanın diğer kahramanları olan ve her biri hayattaki yeri ve tercihi itibariyle birbirinden farklı görüşleri, duruşları temsil eden Seyyid Lütfullah’ın, Muvakkat Nuri’nin ve Halit Ayarcı’nın etkisi altındadır. Hayata bakışı da, ilişkileri de, etkisi altında kaldığı bu karakterlere göre değişiklik gösterir Hayri İrdal’ın. Öyle ki, bu karakterlerin birisinden diğerine geçiş dönemlerinde ve sonrasında dünyayı da, hayatı da onlardan tevarüs ettiği referanslarla açıklar. Yani bu karakterlerin anlam dünyasında yaşarken biriktirdikleri, onları geride bıraktığında tam olarak bırakmaz Hayri İrdal’ı.

Bunlar ağırlıklı olarak anılardır, duygulardır, fikirlerdir, hem kişisel, hem de toplumsal tortulardır. Onun için şöyle der Hayri İrdal: “Ben yıllarca bu adamların arasında, onların rüyaları için yaşadım. Zaman zaman onların kılıklarına girdim, mizaçlarını benimsedim. Hiç farkında olmadan bazen Nuri Efendi, bazen Lûtfullah veya Abdüsselâm Bey oldum. Onlar benim örneklerim, farkında olmadan yüzümde bulduğum maskelerimdi. Zaman zaman insanların arasına onlardan birisini benimseyerek çıktım. Hâlâ bile bazen aynaya baktığım zaman, kendi çehremde onlardan birini tanır gibi oluyorum.

Bu duygu ve düşünceler aslında, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e geçen bir toplumun, bu geçiş süreçlerindeki radikal değişimlerin ve dönüşümlerin düşündürdükleri, hissettirdikleridir. Hayri İrdal’ın yüzüne geçirdiği maskeler de Tanzimat’ın, Meşrutiyet’in, Cumhuriyet’in maskeleridir.

Bu değişimlerin ve dönüşümlerin arasında sıkışıp kalan Hayri İrdal’ın dramı, aslında Tanpınar’ın toplum felsefesini, Türk toplumunun doğu-batı arasındaki sıkışmasını, savrulmasını, bir yerden bir başka yere sürüklenmesini, sonuçta ne doğulu, ne de batılı olamamasını anlatır.

Şimdi tam da burada sözü Hayri İrdal’a bırakalım ve onun yaşadığı dramı bizzat kendisinden dinleyelim: “…fakat hayır, bütün bunları yapabilmek, kendisini alışkanlıklarının dışında denemek için başka türlü adam olmak lazımdı. Koşmak, kımıldamak, atılmak, istemek, isteyişinde devam etmek lazımdı. Bütün bunlar benim için değildi. Ben biçare bir gölge idim. Yanımdan biraz sürtünerek geçen her adamın peşine takılan, ondan ayrılır ayrılmaz, iki kedi yavrusu gibi birbirine sokulan, birbirinin kucağında gülen, ağlayan iki çocukla çapaçul, biçare bir gölge… Gül! Dedikleri yerde gülen, ağla veya konuş dedikleri yerde konuşan, ağlayan, enteresan buldukları zaman enteresan olan, yüzüne bakmadıkları gün mevcut olmayan biçarenin biri…

Sonuç. Sonucu “İki Noktanın Söylediği” adını verdiği blogunda Enes Yalçın yazıyor. Okuyalım: “Batılılaşma serüvenimizin mahiyeti, sosyokültürel ve siyasi etkileri üzerine telif edilmiş müktesebat bir hayli kabarık. Bize göre bunların içerisinde mevzua vazıh, tutarlı ve ciddi olarak değebilmiş olanları maalesef çok azdır. İşte böyle bir velud kısırlığın ortasında Huzur ile fertler, aileler, musiki eserleri etrafında, sürecin ‘nasıl’ olduğuna dair derinlemesine kazılar yapan Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile de bu hazin encam-ı serencamın ‘ne’ olduğunun fotoğrafını rahatsız edici müptezelliği ile gözümüzün önüne sermekte. Bu büyük medeniyet kırılmasını izlemek için en iyi parametreyi, zaman ile münasebeti tayindeki farklılıklarımızı seçerek de hem kendi işini kolaylaştırıyor, hem de okurun kafasını anlamsız nazari fikirlere boğmadan,  meselenin bam teline getiriyor müellif.   Sonuç olarak her karakteri fazlasıyla karikatürize olsa da, bütün olay örgüsü absürd bir akış ile devam etse de, biz okuyucu olarak toplumumuzun gerçeklerini okuduğumuzu çok iyi fark ederiz kitapta ve kitabı okurken bolca attığımız kahkahalarımız kitap biterken yüzümüzde bu sefer hazin bir tebessüm bırakır.