“Şiddeti reddetmek, inancımın ilk ve son maddesidir.” GANDİ

Hemen her gün ülkemizde ve dünyada şiddet var. Öyle ki, hemen yakınımızda, sınırımızda, Orta Doğu’da savaşın şiddet var, uzun yıllardır Türkiye’nin başına bela olan terörün şiddeti var. Artık tiksindirici bir hal alan kadınlara yönelik şiddet var. Doğaya karşı şiddet var. Hayvanlara karşı şiddet var. En son örneğini Boğaziçi öğrencilerine karşı gördüğümüz polisin uyguladığı şiddet var. Trafikte şiddet, sürücü şiddeti var. Sokakta şiddet var. İnsanlığın başına bela olan Covid 19 virüsünün yol açtığı salgının şiddeti var. Çalışma hayatında şiddetin bir başka türü ve uygulaması olan ‘mobbing’ var. Sevgisizliğin, kıskançlığın, öfkenin, kinin, nefretin, dedikodunun, iftiranın, hakaretin şiddeti var. Özetle dünyada ve Türkiye’de şiddetsiz geçen günümüz, tek bir günümüz yok.

Doğumunun otuz birinci yıl dönümü arifesinde, akşam saat dokuza doğru, tam da sokakların sessizleştiği bir saatte, silindir şapkalı, frak giymiş iki adam Joseph K’yı da alıp dışarıya çıktılar. Daha evin kapısından dışarı çıkar çıkmaz aralarına aldıkları Joseph K’nın omuzlarına yapıştılar, kollarından kavrayıp ellerini yakaladılar. Böylece onu kentin dışına çıkararak terk edilmiş boş bir taş ocağına getirdiler. Dört bir taraf, başka hiçbir ışığa vergi olmayan bir doğallık ve sessizlik içerisindeki ay ışığı ile örtülüydü. Adamlardan birinin eli Joseph K’nın gırtlağına sarılırken, diğeri elindeki bıçağı sonuna kadar Joseph K’nın kalbine sapladı ve bıçağı iki kez çevirdi. Son nefesini vermekte olan Joseph K. az ilerisinde kendisini katili olan iki adamın yanak yanağa vermiş bir şekilde kendisine baktıklarını gördü. O da onlara baktı ve ‘bir köpek gibiydiler’ dedi.”

Sunduğum bu pasaj, edebiyatçıların iktidar ve şiddet üzerine bugüne kadar yazılmış olan büyük romanların en başında geldiğini ifade ettikleri Kafka’nın ‘Dava’ isimli romanının ‘Son’ başlığını taşıyan ‘Onuncu Bölümü’nde yer alan ölüm sahnesidir. 

Romanın bu şekilde değil de, Joseph K’nın affedilmesiyle, yani ona uygulanan işkencenin ve şiddetin sona ermesiyle bitmesi, acaba okuyucu için daha doğru bir mesaj olmaz mıydı? Kuşkusuz böyle bir finali Kafka’da düşünmüş ama romanını bu şekilde sonuçlandırmayı tercih etmemiştir.

Edebiyat eleştirmenlerine göre bunun nedeni, Kafka’nın romanını suçluluk duygusu ve temasıyla değil, utanç teması ve duygusuyla bitirmek istemesidir. Kafka’nın romanını bitirirken Joseph K’nın katledilmesiyle ilgili olarak ‘Sanki bunun utancı, kendisinden sonra da yaşamalıydı’ demiş olması, bir bakıma bu tespiti doğrulamaktadır        

Ben bu yazımda, şiddet olgusunun, suç ve suçluluk temelinden ve boyutundan, diğer bir deyişle yasal ve hukuksal temelinden ve boyutundan önce ve daha çok ‘utanç’ boyutu ve temeli üzerinde durmak istediğim için, Kafka’nın ‘Dava’ isimli romanının ölüm sahnesine yer verdim.

Zira biz hukukçular, mesleğimizin özelliğinden olsa gerek, şiddeti, utanç temelinde ve boyutunda değil, suç ve suçluluk temelinde ve boyutunda değerlendirir, bunun aynı zamanda ve hatta daha çok bir utanç yönü olduğu üzerinde hiç durmayız. Oysa şiddet, sadece bir suç değil, aynı zamanda bir utanç, bir insanlık utancıdır.

Karl Marx’ın özlü ifadesiyle utanç, “İnsanın yaptığı en büyük duygusal devrimdir.” Bu duygusal devrimi kendi içinde ve kişiliğinde yapamayanların, yani utanma duygusu olamayanların başvurduğu araç şiddettir.

Şiddet, şiddete uğrayanın, ‘ötekiliği’ kabul edilenin, saygı gören bir özne olmaktan çıkarılıp onun duygularına ve bedenine zarar verilebilecek ve hatta ortadan kaldırılabilecek bir nesne olarak görülen ve o şekilde ele alınan ilişkisel bir eylemdir. Bu eylemin günümüzdeki temeli ve kökeni; modern toplumun yarattığı tatminsizliğin, yalıtılmışlığın, ikiyüzlü bir ahlakın ve saldırganlığın, ne aşkı, ne sevgiyi, ne arkadaşlığı beceremeyen, ne de hakkı ve hukuku tanımayan insanların ve toplumun damgasını taşır. Onun için bugün ülkemizde ve dünyamızın hemen her yerinde şiddet var. 

Umur Talu’nun bir zamanlar köşesinde yazdığı gibi, sadece aşiret, töre, pusu, namus çocuklarının yaptıkları şiddet değil, aile içinde veya karşı cins temelli ikili ilişkilerde uygulanan şiddet veya yakınlık terörizmi değil, başkaca alanlarda ve başkaca biçimlerde uygulanan şiddet değil, aynı zamanda ve belki de daha çok umursamazlığın, duyarsızlığın, banana neciliğin, cehaletin, cüretin, yanılgının, özensizliğin, dikkatsizliğin, sevgisizliğin, kıskançlığın, yalanın, iftiranın, dedikodunun şiddet var.

Kuşkusuz bu saydığım şiddet türlerinin bir çoğu yasal anlamda suç değil, suç olmadıkları için yasal ve hukuki olarak bir yaptırıma da tabi değil. Ama suç olmasalar da, yasal bir yaptırıma tabi olmasalar da, bunlar da eziyet edici, kahredici, utanç verici değil midir? Bunları yapmış olmaktan dolayı kaçımız ve hangimiz pişman olduk ve utanç duyduk?

Peki, neden şiddet? Kuşkusuz bunun uzmanları tarafından analiz, tespit ve ifade edilen pek çok kişisel, psikolojik, sosyolojik, kültürel, tarihsel nedeni ve yanıtı var. Bu nedenlerden ve yanıtlardan birini, modern olasılık kuramının temellerini atan, akışkanlıklar mekaniğinin temel yasalarından birisi olan Pascal Yasası’nı bulan, sezgicilik ilkesini ortaya çıkaran, kendisinden sonra gelen varoluşçu düşünürleri etkileyen, matematikçi, fizikçi ve düşünür Blaise Pascal, “Pensées/Düşünceler” isimli eserinde şu şekilde açıklıyor: “İnsanoğlu, büyük adam olmak için heveslerle doludur, fakat bir gün anlar ki, sadece küçük bir adamdır; mutlu olmak için heveslerle doludur, fakat bir gün anlar ki, sadece mutsuzdur; mükemmel olmak için büyük hevesler taşır, fakat bir gün anlar ki, sadece kusurlarla doludur; insanlar tarafından sevilen ve sayılan bir kişi olmak için devamlı umutlar taşır, fakat bir gün anlar ki, kusurlarından dolayı sadece insanların hor görüşüne layık görülmektedir. İşte, dışına çıkmaya imkan bulamadığı bu utanç duygusu, o insanda güçlü bir adaletsizlik ve yıkma ihtirası yaratır, çünkü bu durumda o, kendisini kusurlarından dolayı mahkum eden ve bunun suçunu kendisine yükleyen gerçeğe karşı bitmez tükenmez bir nefrete bürünmüştür.

Pascal’ın çerçevesini çizdiği küçük adam, Wilhelm Reich’ın ‘Dinle Küçük Adam’ isimli eserinde: “…Nietzsche’nin üstün insanına yükselme ile Hitler’in alt insanına alçalma arasında seçeneğin vardı. Sen, yaşa, yaşa diye bağırıp alt insanı seçtin….Lenin’in gerçek demokratik anayasasıyla Stalin’in diktatörlüğü arasında seçeneğin vardı. Sen, Stalin’in diktatörlüğünü seçtin…Freud’un, senin ruh hastalığının özünü aydınlatması ile onun kültür uyumu kuramı arasında seçeneğin vardı. Sen, bacaklarının altından akıp giden kültüre uyumu seçtin ve seksüel kuramı unuttun…Marx’ın, bütün mal değerlerini tek başına yaratan, senin emek gücünün verimi kavrayışı ile devlet düşüncesi arasında seçeneğin vardı. Sen, emeğindeki dirimi unuttun ve devlet düşüncesini seçtin…Fransız Devrimi’nde acımasız Robespierre ile büyük Danton arasında seçeneğin vardı. Sen, acımasızlığı seçip, büyüklüğü ve iyiliği giyotine gönderdin…Almanya’da Göring, Himmler ile Liebknecht, Landau arasında seçeneğin vardı. Ama sen Himmler’i polis şefi yaptın ve büyük dostlarını katlettin. Lodge ile Wilson arasında seçeneğin vardı. Sen Wilson’ı seçtin…” şeklinde seslendiği küçük adamdır. Bu küçük adam, Erich Fromm’un “yaratamayan insan yıkar” dediği, yaratamadığı için yıkan insandır.

Bakın uzak veya yakın çevrenize, bu tür insanların sizin düşündüğünüzden daha çok olduklarını görürsünüz. Bunların kimisi kocadır, sevgilidir, babadır, ağabeydir, sözüm ona arkadaştır, kimisi siyaset adamıdır, kimisi üniversitede hocadır, o kurumun veya bu kuruluşun başkanıdır, kimi gazetelerde veya televizyonlarda ya da sanal ortamlarda arz-ı endam eden çağdaş bir Sofist’tir, kimisi bürokraside görevli önemli adamdır. Kimisi sözüm ona sanatçıdır, gazetecidir. Yalakanın, yalakalığın önde gidenidir.

İnsanlık tarihiyle neredeyse eşdeğer olan, kadim olan şiddet olgusu, pek çok kişisel ve toplumsal nedeni içinde barındıran, psikolojik, sosyoljil, sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik nedenleri ve boyutları olan son derece karmaşık bir yapıdır.

Kısaca, sertlik, sert, katı, kırıcı, incitici, hastalıklı davranış ve kaba kuvvet olarak tanımlayabileceğimiz şiddet olgusu, insanın doğasında bulunan ve fakat bastırılmış olan bir davranış ve eylem biçimidir. Acizliğin ifadesi ve göstergesi olan bu davranış biçimi, araç olarak muhatabını sindirmeyi, korkutmayı kullanır ve bu suretle maddi veya manevi bir şeyler elde etmeyi, maddi veya manevi yönden bir şeyler elde etmese veya elde etmek istemese de, hasta ruhunu tatmin etmeyi amaçlar. Bu kişilerin başvurdukları şiddet aracı, kimi zaman bir sözdür, kimi zaman kaba kuvvettir, kimi zaman bir bakış ya da psikolojik bir baskıdır.        

Oscar Wilde, bunu kendisiyle aynı zamanda Reading Zindanı isimli hapishanede karısını kılıçla boğazından keserek öldürmekten yargılanarak idama mahkum olan ve idamını bekleyen Krallık Muhafızı Alayı askerlerinden Charles Thomas Wooldridge esas alarak yazdığı ‘Reading Zindanı Baladı’ isimli şiirinde aşağıda sunduğum şu dizeleriyle anlatır:

…Ama gene de herkes sevdiğini öldürür, / Bu böylece biline, / Kimi bunu kin yüklü bakışlarıyla yapar, / Kimi de okşayıcı bir sözle öldürür, /  Korkak, bir öpücükle,  / Yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür! /  Kimi insan aşkını gençliğinde öldürür, / Kimi sevgisini yaşlılığına saklar; / Bazıları öldürür arzunun elleriyle, / Altın’ın elleriyle boğar bazı insanlar: / Bunların en üstünü bıçak kullanır çünkü / Böylelikle ölenler çabuk soğuyup donar. / Kimi insan az sever, kimisi de çok uzun,  / Kimileri aşkı satar, kimileri satın alır; / Kimileri de yapar bu işi gözyaşıyla, / Kimilerinde aşka serin kanla kıyılır; / Hemen herkes bir türlü öldürür sevdiğini, / Ama bundan ötürü herkes asılmamıştır…

İlk şiddet, klasik düşünürlerin ileri sürdükleri gibi, herkesin herkese karşı sürdürdüğü bir savaş değil, bir insan topluluğunun – ailenin, köyün, ulusun, dinin, kültürel aidiyetin – yabancılara karşı neredeyse her zaman duyduğu düşmanlıktan türemiştir. Dar bir çevreye dahil olmanın ve kendi içine kapanmanın yarattığı bu şiddet; evrensel bir yasa kisvesi altında ortaya çıkan, uygarlığı kendi tekeli altına almak isteyen ve kültürlerin eşitliğini tanımak yerine, insanlar arasındaki farklılıkları esas alan özgül bir durumun yol açtığı ideolojik ve fetihçi şiddettir.

Her kimliğin bir dizi farklılıkla bağlantılı olarak ve bu farklılıklardan bazılarının, yanlış, kötü, çirkin, akıl dışı, yani kısaca ‘öteki’ olarak tanımlanması üzerine kurulu olan ideolojik ve fetihçi şiddet; ‘ötekini’ tarih boyunca ve sürekli olarak kendi kimliğini benimsemeye davet etmiş, kabul edenleri asimile etmiş, kabul etmeyenleri fethederek zorla dönüştürmüş ya da susturmuş, dönüştüremediklerini ve susturamadıklarını ise yok etmiştir.

Ölümcül Kimlikler’ isimli incelemesinde Amin Maalouf, şiddetin bu türünü şiirsel bir ifadeyle şöyle anlatır: “…Seçmek durumunda bırakılıyorlar, zorlanıyorlar dedim. Kim tarafından mı? Sadece her çeşidinden fanatikler ve yabancı düşmanları değil, sizin ve benim tarafımdan da, -aramızdaki herkes tarafından, gerçekten de hepimizin içinde kök salmış bu düşünce ve ifade alışkanlıkları yüzünden bütün bir kimliği öfke ile ilan edilen tek bir aidiyete indirgeyen o dar, o sığ, o yobaz kolaycı yaklaşım yüzünden. İçimden katiller böyle imâl ediliyor diye haykırmak geliyor…”

Şiddetin bir diğer türü, siyasetin, iktidar tutkusunun yarattığı şiddettir. Fransız İhtilali’nin önde gelen aktörlerinden olan Saint-Just ve Robespierre bu tür şiddete verilebilecek en iyi örnektir. Yeryüzünde adaletin derhal egemen olmasını isteyen ve bu idealin çok yakında gerçekleşeceğine inanan bu ikili, sadece birkaç kellenin kendilerini ideallerini gerçekleştirmekten ayırdığını düşünüyorlardı. Salt o nedenle, insan türünün karşısına küstahça dikilen birkaç kellenin onlar için hiçbir önemi yoktu. Onun için Wilhelm Reich, az yukarıda yer verdiğim eserinde küçük adama: “…acımasız Robespierre ile büyük Danton arasında seçim yapma olanağın vardı. Acımasızlığı seçip büyüklüğü ve iyiliği giyotine gönderdin…” diye hitap eder.

Şiddet deyince kitleyi, kitle deyince Elias Canetti’yi anmadan geçmek haksızlık olur. Şiddetin doğası üzerine yazılmış en önemli eser olan ‘Kitle ve İktidar’ isimli kitabında Canetti; kitle ve iktidarın birbirlerini nasıl etkileyerek çoğalttığını, insanlar arasındaki emir itaat ilişkisinin giderek nasıl bir saldırganlık mekanizmasına dönüştüğünü anlatır.

Canetti’ye göre kitle, yıkıcı, iktidar öldürücüdür. İnsanlar yarattıkları mesafelerle birlikte taşlaşırlar, çoraklaşırlar. Yarattıkları bu mesafe yüklerinden ancak hep birlikte kurtulabilirler. Kitle içinde meydana gelen en önemli olay deşarjdır. Deşarj olmadan kitle gerçek anlamda mevcut değildir. Zira kitleyi yaratan deşarjdır. Deşarj anı, kitleye dahil olan herkesin farklılıklarından kurtulduğu ve kendilerini diğerleriyle eşit hissettiği andır. Kitle o andan itibaren patlar, yıkar, yakar, zulmeder, öldürür. Eylem, yani meşguliyet insanları birleştirir. Onun için bütün kitle hareketleri birleştirici niteliğinden dolayı ‘meşguliyetten/eylemden’ yararlanmışlardır.

Örneğin Naziler, meşguliyete geniş ölçüde yer vermişlerdir. Meşgul edici, birleştirici eylemlerin başında ‘yürüyüş’ gelir. Nitekim muhafazakar bir reaksiyoner, siyasi bir lider ve yazar olan, önce Nazi, sonra Nazi düşmanı olup ABD’ye kaçan Hermann Rauschning yürüyüşü şu sözlerle değerlendirir.  “Yürüyüş insanları düşüncelerinden uzaklaştırır. Yürüyüş düşünceyi öldürür. Yürüyüş, bireyi öldürür.”

Zira yürüyüş kitlenin en önemli deşarj araçlarından birisidir. Yürüyüşle yollar elbette aşınmaz, ama kitle, ama kitle içinde eriyen insan rahatlar, yürümekle rahatlamaz ise, attığı sloganlarla rahatlar, sloganlarla rahatlatmaz ise, bir yerleri yakıp yıkmakla, yani şiddet kullanmakla rahatlar, deşarj olur.

Benim bu yazımda esas olarak ele aldığım yasa ve şiddet olgusunun bir ayağını oluşturan ‘yasa’ kavramı aslında ‘şiddet’ olgusuna çok uygun düşen bir kavram değildir. Zira ve kuramsal olarak yasa, şiddetin önlenmesinde kullanılan veya kullanılmak üzere icat edilen önemli ve etkili bir araçtır. Dolayısıyla yasanın şiddete izin vermemesi, şiddeti önlemesi, engellemesi gerekir.

Ne var ki, kimi zaman yasa, bu işlevini yerine getirmez, getiremez. Buradaki ince nokta ‘yasa’ ile ‘hukuk’ kavramları arasındaki farklılıktan kaynaklanır. Bu farklılık hukukun evrensel olmasından, evrensel hukuk kurallarının mevcudiyetinden, yasanın ise yerel olmasından kaynaklanır. Doğru yasa, hukukun evrensel ilkelerine uygun olan yasadır. Yani bu anlamda yasa meşruiyetini hukukun evrensel ilkelerinden alır.  Eğer bir yasa hukukun evrensel ilkelerine uygun değil ise veya soyut bir norm olan yasa hükmü onu uygulayan yargıçlar tarafından evrensel hukuk kurallarına aykırı biçimde yorumlanıp uygulanıyor ve buna bağlı olarak bireyin hakkına ulaşması veya hakkını kullanması engelleniyor ise, bu da şiddetin bir türüdür ve herhalde bu şiddetin adını ‘yasal şiddet’ veya ‘yasanın şiddeti’ olarak koymak gerekir.

Bu bağlamda, savunma hakkı, sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/b-c maddesi ve Anayasamızın 36/1.maddesi gereğince adil yargılanma hakkı ile hak arama özgürlüğünün vazgeçilmez bir unsuru değil, aynı zamanda yargılama faaliyetini demokratikleştiren bir unsurdur. O nedenle savunma hakkına saygı ve özen gösterilmeden yapılan her türlü yargılama, demokratik olmadığı gibi adil de değildir. Bu şekilde yapılan yargılamaları da herhalde ‘yargılama faaliyetindeki şiddet’ olarak nitelemek gerekir.

Yine günümüz Türkiye’sinde kimi yargılamalarda uygulandığı şekliyle sanığın veya avukatının delillerle ulaşmasının engellenmesini, bir tedbir olan tutuklamanın infaza dönüştürülmesini, temel bir insan hakkı olan masumiyet karinesinin türevi niteliğindeki ‘lekelenmeme hakkına’ aykırı biçimde yürütülen soruşturmaları da, herhalde ‘yargılama faaliyetindeki şiddet’ olarak nitelemek pek yanlış olmasa gerekir.

Ve son olarak Tolstoy. Dünya edebiyat tarihinin en büyük ustalarından birisi olan, dünya tarihinin geleceğini, bireylerin ahlaki gelişmesiyle siyasi iktidarların ahlaki çöküşünün belirleyeceğine, azınlığın çoğunluk üzerindeki baskısının insanın ahlaki gelişmesine bağlı olarak zaman içinde ortadan kalkacağına inanan Tolstoy, diğer eserlerine oranla çok fazla bilinmeyen ve hatta okunmayan ‘Sevginin Yasası ve Şiddetin Yasası’ isimli eserinde: insani davranış ve alışkanlıklardan olan tahammülsüzlüğün, düşmanlığın, insanın kendi türüne karşı uyguladığı şiddetin sevgisizlikten doğduğunu, asırlardır işlenen katliamların, uygulanan şiddetin, güdülen düşmanlıkların kaynağının sevgisizlik olduğunu ifade ettikten sonra ‘artık susamam’ diyor ve insanları her geçen gün gömüldükleri manevi yozlaşmadan kurtulmak için şiddetin değil, sevginin yasasına uymaya, bu bağlamda inanmış bir Hıristiyan olarak Hazreti İsa’nın ‘komşunu kendin gibi sev’ çağrısına uymaya davet ediyor.