Bu yazımızda Mart 2011’de Suriye’de başlayan İç Savaşı sonrası savaş sebebiyle Ülkemize gelen, sayıları bugün kayıtlı olarak 3 milyon civarında gözüküyor olsa da, gerçekte daha fazla olduğu düşünülen, Ülkemizin son yıllardaki en önemli sorunlarından birisini teşkil eden ve halen Ülkemizde bulunmaya devam eden Suriyelilerin Uluslararası Hukuk açısından hangi statü altında bulunduklarını açıklayacağız. Bunun anlaşılabilmesi için yazımızda; “göçmen” kavramına, uluslararası koruma türlerinin neler olduğuna ve kapsamlarına yer vereceğiz.

1. Göçmen (Muhacir) Kavramı

Ülkemizde daha önce yürürlükte olan mevzuata bakıldığında; ilk olarak göçmen kavramına 1934 yılında, 2510 sayılı İskan Kanunu’nda yer verilmiş olup, bu Kanuna göre göçmen kavramı, Türk soylu ve Türk kültüründen olan ancak Türkiye dışında yaşamakta olan kişiler olarak ifade edilmiştir.

Daha sonra 2006 yılında kabul edilen ve yine aynı yıl içerisinde yürürlüğe giren ve halen de yürürlükte bulunan 5543 sayılı İskan Kanunu’nun 3. maddesinin 1. fıkrasının (e) bendine göre “göçmen” kavramı, Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olup, yerleşmek amacıyla tek başına veya toplu halde Türkiye'ye gelip bu Kanun gereğince kabul olunanlardır.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu maddenin diğer bentlerinde de göçmen kavramının; serbest göçmen, iskanlı göçmen, münferit göçmen ve toplu göçmen olmak üzere dört farklı türü açıklanmıştır. İç hukukumuzda göçmen, yani muhacir kavramı m.3/1-e’de yer alan şekilde tanımlanmış olsa da, esasında Uluslararası Hukuk anlamında göçmen kavramı farklı bir anlama gelmektedir. Yazımızın konusunu oluşturan soruna cevap bulunabilmesi için esas olarak Uluslararası Hukukun kabul ettiği göçmen kavramının ne anlama geldiğinin açıklanması gerekmektedir.

Uluslararası Hukuk anlamında “göçmen” kavramı; bir ülkede bulunan yabancıların tümünü ifade etmekte ve yabancılar, yani göçmenler mevcut bulundukları hukuki statü gereği çeşitli ayrımlara tabi tutulmaktadırlar[1]. Örneğin bir ülkeye, o ülkenin kanun ve mevzuatına uygun olarak girenler yasal göçmen, kanun ve mevzuatına aykırı olarak giren veya mevzuata uygun şekilde girmesine rağmen halihazırda aykırı kalanlar ise yasadışı göçmen olarak ifade edilmektedir. Ancak uluslararası koruma; bir başka ifadeyle sığınma talebi yapan yabancılar ise, diğer yabancılara göre farklı bir statü arz etmekte ve sığınma talebi yapan yabancıların bağlı olacakları özel bir hukuki rejimi sözkonusu olmaktadır[2].

Göçmen kavramı yanı sıra sığınmacı kavramı ise, uluslararası hukuk açısından, mülteci statüsü almak için başvuruda bulunmuş ve başvuru sonucunu bekleyen yabancıları ifade eder. Dolayısıyla “sığınmacı” kavramı, mülteci olmak amacıyla uluslararası koruma başvurusu yapan ancak henüz başvurusu karara bağlanmamış olan kişiler için kullanılan bir kavramdır. Esasen “sığınmacı” kavramı; 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda yer almamış, yerine “şartlı mülteci” statüsü öngörülmüştür.

2. Uluslararası Koruma Kavramı ve Türleri

Uluslararası koruma kavramı bir üst başlık olarak üç tür uluslararası koruma türünü kapsamaktadır. Günümüzde Uluslararası Hukukta var olan koruma türleri ve statüleri; mülteci statüsü, şartlı mülteci statüsü ve ikincil koruma statüsü olmak üzere üç tür olup, geçici koruma statüsü adı verilen koruma türü sadece o ülke idaresinin takdir yetkisine bağlı olan bir koruma türü olduğundan, bir uluslararası koruma türü niteliği taşımamaktadır.

Türk Hukuku’nda da buna paralel olarak 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda üç koruma statüsüne yer verilmesiyle birlikte, uluslararası bir koruma türü olmasa da ayrı bir sığınma türü olarak geçici koruma statüsü de uygulanmakta ve idarenin takdir yetkisine bağlı olarak çeşitli yabancılara bu statü tanınmaktadır.

Yazımızın başlığını oluşturan soruna cevap bulabilmek amacıyla, uluslararası koruma türlerinin her birinin ne olduğunu, tanımlarını ve kapsamlarını açıklayacağız.

3. Mülteci Kavramı

Mülteci kavramına Uluslararası Hukuk açısından bakıldığında; ilk olarak 1951 yılında Cenevre’de yapılmış olan Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair 1951 Cenevre Konvansiyonu’nda tanımlanmış olduğu, bu sözleşmenin yapılma amacını, yani uluslararası hukukta mülteci kavramına yer verilmesinin amacını ise 2. Dünya Savaşı sebebiyle birçok kişinin başka ülkelere iltica etmesi sonucunda, bu hususun uluslararası alanda ciddi bir sorun teşkil etmeye başlamış olması oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu sözleşmenin yapılma amacını, 2. Dünya Savaşı esnasında savaş sebebiyle kendi ülkesinden başka bir ülkeye iltica edenlere koruma sağlanması oluşturmaktadır.

Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Konvansiyonu’na göre mülteci kavramı; “1 Ocak 1951’den önce Avrupa’da cereyan eden olaylar sonucunda dininden dolayı, ırkından dolayı, siyasi düşüncesinden dolayı, belirli bir toplumsal gruba mensup olması sebebiyle veya vatandaşlığından dolayı bulunduğu ülkede zulüm görme riski altında olup başka ülkelere iltica edenlere verilen” uluslararası koruma statüsü idi. Ancak sözleşmenin ilk halinde yapılan tanımlama da mülteci tanımı dar kalmaktadır, çünkü düzenleme yalnızca 1 Ocak 1951 tarihinden önce olan hadiseler ile Avrupa’da cereyan eden olayları kapsamaktaydı. Dolayısıyla; tanımın bu ilk halinde bir yabancıya mülteci statüsü verilebilmesi için, hem zaman ve hem de coğrafi kısıtlamanın bulunması sözkonusu idi.

Bu sınırlamanın sorunlara yol açması sebebiyle 1967 yılında Birleşmiş Milletler; New York’da toplanarak, 1967 New York Protokolüne imza atmış ve burada mülteci tanımı yeniden düzenlenerek sözleşme revize edilmiştir. Bu Protokolle yapılan yeni düzenlemeye göre mülteci kavramı hususunda yukarıda ifade ettiğimiz zaman sınırlaması kaldırılmış, yabancının mülteci statüsünü alabilmesi için yalnızca yukarıda açıkladığımız beş kriterden birisine göre ülkesinde zulüm görme riski altında bulunması yeterli görülmüştür. Coğrafi kısıtlama hususu ise devletlerin takdir yetkisine bırakılarak, dileyen ülkelerin bu statüyü yalnızca Avrupa’dan gelenlere verebilmesi, dileyen ülkelerin ise Avrupa dışı ülkelerden gelenlere de coğrafi sınırlama getirmeksizin mülteci statüsü verebilmesi sağlanmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti bu değişiklik sonrasında da sözleşmede yer alan mülteci tanımını coğrafi alan sınırlamasına uyarak uygulamaya devam ettiğinden, günümüzde Ülkemizce bir yabancıya mülteci statüsünün verilebilmesi için, yabancının Avrupa’da cereyan eden hadiseler sebebiyle dininden, siyasi düşüncesinden, ırkından, belirli bir gruba ait olmasından veya vatandaşlığından dolayı, yani mutlaka bu beş kriterden bir veya birkaçı dolayısıyla zulüm görme riski altında bulunması gerekmekte olup, bu statü yalnızca Avrupa coğrafyasından gelen yabancılara tanınabilecek bir statüdür. Avrupa coğrafyasının kapsamını ise, Avrupa Konseyi’ne dahil olan ülkeler oluşturmaktadır. Sözleşmeyi coğrafi kısıtlamaya uyarak uyguluyor olmamıza rağmen, bu coğrafya dışında bir ülkeden ülkemize iltica eden bir yabancıya bu statüyü tanıyabilmemizin tek istisnasını, Cumhurbaşkanı kararıyla o ülkenin Avrupa ülkesi olarak tanınması hali oluşturmaktadır. İstisnai olarak Cumhurbaşkanının vereceği bir kararla Avrupa Konseyi dışında yer alan bir ülke, Avrupa ülkesi olarak tanındığı takdirde, o ülkeden iltica edenlere de mülteci statüsü verilebilecektir. Bu istisna durumu haricinde Avrupa Konseyi coğrafyası dışından ülkemize iltica eden hiçbir yabancıya mülteci statüsünün verilmesi mümkün değildir.

Ülkemizin iç mevzuatında yer alan “mülteci” tanımı, tarafı olduğumuz Cenevre Sözleşmesine uygun olarak yapılmış olup, 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 61. maddesinde; “Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar nedeniyle; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancıya veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen vatansız kişiye statü belirleme işlemleri sonrasında mülteci statüsü verilir.” şeklinde düzenlenmiştir. Bu madde uyarınca mülteci statüsü; sayılan beş kriterden birisi veya birkaçı nedeniyle, ancak ve ancak Avrupa’dan gelen yabancılara verilebilmekte, başka coğrafyalardan gelenler ise, bu beş kriter kapsamına giriyor olsalar dahi bu kişilere mülteci statüsünün tanınması mümkün olmamaktadır.

4. Şartlı Mülteci Kavramı

Yukarıda ifade ettiğimiz üzere mülteci koruma türü yalnızca Avrupa coğrafyasından gelen yabancılara verilebiliyor olsa da, Avrupa coğrafyası dışında yer alan ülkelerden de hem Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 61. maddesinde ve hem de 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nde sayılan beş kritere göre zulüm görme riskiyle ülkemize iltica eden yabancıların hukuki durumunu düzenleyebilmek amacıyla Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 62. maddesinde bir başka uluslararası koruma türü olan “şartlı mülteci” kavramına yer verilmiştir.

Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun “Şartlı mülteci” başlıklı 62. maddesine göre; “Avrupa ülkeleri dışında meydana gelen olaylar sebebiyle; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancıya veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen vatansız kişiye statü belirleme işlemleri sonrasında şartlı mülteci statüsü verilir. Üçüncü ülkeye yerleştirilinceye kadar, şartlı mültecinin Türkiye’de kalmasına izin verilir”.

Kanunda yapılan tanımdan anlaşılacağı üzere şartlı mülteci adı verilen uluslararası koruma statüsü; Avrupa dışından gelen yabancılara da tanınabilecek, fakat yine de yabancının maddede sayılan ve mülteci tanımında da yer alan beş kriterden bir veya birkaçı sebebiyle zulüm görme riski altında olması gerekecektir. Bu beş kriter sınırlı sayıda sayılmış olup, bu kriterler haricinde herhangi bir başka sebebe dayalı olarak ülkemize iltica edenlere, mülteci ve şartlı mülteci statülerinin tanınabilmesi mümkün değildir. Kısaca; bu statünün verilmesine sebep olacak beş kriter, mülteci kavramıyla birebir aynı olmasına rağmen, şartlı mülteci statüsü bu kriterlere göre zulüm riski altında bulunan, fakat Avrupa dışı coğrafyalardan iltica edenlerin alabileceği bir uluslararası koruma statüsü olup, mülteci kavramıyla arasında iltica edilen coğrafya bakımından farklılık bulunmaktadır.

Bunun yanı sıra, şartlı mülteci statüsü alanlar güvenli üçüncü bir ülkeye yerleştirilebilmekte ve yerleştirilinceye kadar da Türkiye’de kalmalarına imkan tanınabilmektedir[3]. Bu hususlar, mülteci statüsü ile şartlı mülteci statüsü arasında bulunan diğer farklılıkları oluşturmaktadır.

5. İkincil Koruma Kavramı

Her ne kadar ülkemiz mülteci statüsünü, 1951 yılında yapılan Cenevre Sözleşmesindeki coğrafi sınırlamayla uyguluyor ve iç hukukunda da mülteci tanımına ve kapsamına yer verdiği Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 61. maddesinde buna paralel bir düzenleme getiriyorsa da, bu statü için gerekli beş kriterden dolayı Avrupa dışında yer alan ülkelerde zulüm görme riski altında olması sebebiyle, ülkemize iltica eden kişilere ilişkin çözüm getirmek için şartlı mülteci kavramını düzenlemiştir.

Ancak mülteci statüsü ile şartlı mülteci statüsünün düzenlemesi yeterli olmamıştır. Çünkü ülkemize, mülteci ve şartlı mülteci uluslararası koruma türleri için zorunlu olan beş kriter dışında kalan nedenlerle de zulüm görme riski altında bulunduğu iddiasıyla yabancılar iltica etmektedir.

Bu kapsamda kalan kişiler adına, kanunumuzdaki düzenlemeler gereği mülteci ve şartlı mülteci sayılamayanlara çözüm getirmek amacıyla Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 63. maddesinde “ikincil koruma” kavramına, diğer adıyla “tamamlayıcı koruma” statüsüne, yer verilmiştir. Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu m.63’e göre; Mülteci veya şartlı mülteci olarak nitelendirilemeyen, ancak menşe ülkesine veya ikamet ülkesine geri gönderildiği takdirde;

a) Ölüm cezasına mahkûm olacak veya ölüm cezası infaz edilecek,

b) İşkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleye maruz kalacak,

c) Uluslararası veya Ülke genelindeki silahlı çatışma durumlarında, ayrım gözetmeyen şiddet hareketleri nedeniyle şahsına yönelik ciddi tehditle karşılaşacak,

Olması nedeniyle menşe ülkesinin veya ikamet ülkesinin korumasından yararlanamayan veya söz konusu tehdit nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancı ya da vatansız kişiye, statü belirleme işlemleri sonrasında ikincil koruma statüsü verilir”.

İkincil koruma; gönderildiği takdirde gittiği ülkede işkenceye, insanlık dışı muameleye, haysiyet veya onur kırıcı muameleye uğrama riski bulunan yabancılara, Uluslararası Hukukta var olan “geri gönderme yasağı” gereğince bireysel olarak verilen koruma statüsüdür[4].

Bu düzenleme uyarınca; dünyanın hangi coğrafyasından gelirse gelsin mülteci ve şartlı mülteci olmak için gereken beş kriterden birisine girmeyen, ancak yukarıda yer verdiğimiz hükmün bentlerinde yer alan sebeplerinden birisi veya birkaçı sebebiyle geri gönderildiği takdirde kendi ülkesinde veya ikamet ettiği ülkede zulüm görme ihtimali bulunan yabancılara, uluslararası koruma türlerinden birisi olan “ikincil koruma” statüsü tanınmaktadır.

Dolayısıyla ikincil koruma; mülteci veya şartlı mülteci olarak nitelendirilemeyen, ancak menşe veya ikamet ülkesine gönderildiği takdirde; Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 63. maddesinin 1. fıkrasının (a), (b) ve (c) bentlerinde açıklanan sebeplerden dolayı zulüm görme riski altında kalacak yabancılara tanınan uluslararası koruma statüsüdür.

Örneğin, şeriat kurallarına göre yönetilen bir ülkede evlilik dışı cinsel ilişkiye girdiği için recim cezası ile cezalandırılan ve taşla öldürülecek olan bir kadının ölümden kaçmak amacıyla Türkiye’ye sığınması halinde ona verilecek olan koruma statüsü ikincil korumadır[5].

Netice itibariyle; hukukumuzda üç tane uluslararası koruma türüne yer verilmiş olup, bunlar mülteci, şartlı mülteci ve ikincil koruma statüleridir.

6. Ülkemizde Bulunan Suriyelilerin Hukuki Statüsü ve Sonuç

Yukarıda detaylı olarak açıkladığımız üzere, mülteci statüsü yalnızca Avrupa’dan gelenlere tanınan bir uluslararası koruma türü olduğundan, ülkemize Suriye’den gelen insanlara bu statünün tanınması mümkün değildir. Diğer koruma türleri açısından değerlendirmede bulunduğumuzda ise; Suriyeliler ülkemize şartlı mülteci sıfatının tanınması için gerekli olan beş kriterden birisi veya birkaçı nedeniyle de gelmediğinden, geri gönderildikleri takdirde Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun ikincil korumayı tanımladığı 63. maddede sayılan sebeplerden dolayı da zulüm görme riskleri bulunmadığından, her üç koruma türünün kapsamına da girmemektedirler. Somut delillere dayanan işkence ve zulüm ihtimali varsa, yabancının ikincil koruma altında tutulması mümkündür. Tüm bunların yanında mülteci, şartlı mülteci ve ikincil koruma türleri bireysel niteliktedir ve kitlesel akın hallerinde uygulanmaları mümkün olmaz. Dolayısıyla ülkemize gelen Suriyeliler kitlesel bir akın halinde geldiklerinden dolayı mülteci, şartlı mülteci veya ikincil koruma statülerine sahip olamazlar.

Ülkemizde bulunan Suriyelilerin sahip oldukları statü geçici koruma statüsüdür. Geçici koruma statüsü kavramı Türk Hukuku’na 2014 yılında girmiştir[6]. Geçici koruma statüsü; uluslararası sözleşmelerde yer alan bir koruma türü olmamakla birlikte, yalnızca devletin takdir yetkisine bağlı olarak tanınan bir koruma statüsüdür. Bunun yanı sıra, geçici koruma statüsü; uluslararası herhangi bir sözleşmede yer almadığından, idarenin takdir yetkisine bağlı olarak veriliyor olduğundan, bu statünün tanınması yalnızca Devletin inisiyatifine bağlı olup, verilmesinde herhangi bir bağlayıcılık veya zorunluluk bulunmamaktadır.

Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun “Geçici koruma” başlıklı 91. maddesine göre; “Ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen yabancılara geçici koruma sağlanabilir.

Bu kişilerin Türkiye’ye kabulü, Türkiye’de kalışı, hak ve yükümlülükleri, Türkiye’den çıkışlarında yapılacak işlemler, kitlesel hareketlere karşı alınacak tedbirlerle ulusal ve uluslararası kurum ve kuruluşlar arasındaki iş birliği ve koordinasyon, merkez ve taşrada görev alacak kurum ve kuruluşların görev ve yetkilerinin belirlenmesi, Cumhurbaşkanı tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir”. Bu statü, ülkemize kitlesel akın halinde gelen ve yukarıda açıkladığımız üç uluslararası koruma türü kapsamına da giremeyen yabancılara uygulanmaktadır.

Kitlesel akının ne anlama geldiği Geçici Koruma Yönetmeliği’nin 3. maddesinin 1. fıkrasının (j) bendinde; Aynı ülkeden veya coğrafi bölgeden kısa bir süre içerisinde ve yüksek sayılarda gerçekleşen ve söz konusu sayılar nedeniyle bireysel olarak uluslararası koruma statüsü belirleme işlemlerinin usulen uygulanabilir olmadığı durumları,” olarak açıklanmıştır. Dolayısıyla bir hadisenin kitlesel akın olarak nitelendirilip nitelendirilmemesi ile ilgili hadise dolayısıyla ülkemize gelenlere geçici koruma statüsünün verilip verilmemesi hususları, tamamen siyasi makamların verecekleri kararlar doğrultusunda belirlenecektir.

Suriyelilerin Türkiye açısından ne zamandan itibaren kitlesel akın oluşturduğu sorusuna bakılacak olursa; doktrinde bu sorunun cevabının önem arz ettiği çünkü kitlesel akın bulunmadığı takdirde geçici korumadan bahsedilemeyeceği ifade edilerek, bu sorunun cevabının resmi açıklamalar esas alınarak verilmesi gerektiği ifade edilmiş buna göre 2011 yılında Dışişleri Bakanlığı Türkiye’de henüz 30-40 bin Suriyeli bulunmakta iken, Ülkemizin en fazla 100.000 Suriyeliye ev sahipliği yapabileceğini, 100.000 kadar Suriyeli için barınacağı kampların inşa edildiğini belirtmiş ve Suriyede’deki olayların üç ay içinde biteceğini ifade etmiştir. Doktrinde belirtildiği üzere; Dışişleri Bakanlığı’nın bu açıklaması esas alınmalı ve bu açıklamaya göre, Türkiye’nin ev sahipliği yapabileceğinin üstünde bir kitlesel akının, Suriyelilerin sayısının 100.000 sayısını geçmesiyle başladığı kabul edilmesi gerektiğinden, Türkiye açısından Suriyelilerin sayısının 100.000 sayısını geçtiği 28 Nisan 2011 tarihi bu akın için başlangıç tarihi kabul edilmelidir[7].

Sonuç olarak; esasında mevzuatımızda hangi yabancıların mülteci veya şartlı mülteci olacağı; hangi yabancılara ikincil koruma veya geçici koruma statülerinin verilmesi gerektiği; hangi yabacıların ise göçmen sıfatını sahip olabileceği açık bir şekilde düzenleme altına alınmıştır. Ancak sığınma statülerinde kavram karışıklığı hala varlığını sürdürmektedir[8]. Açıklamalarımız ve mevcut mevzuatımız gereği, mülteci statüsü bireysel bir statü olup, kitlesel akın hallerinde uygulanmadığından, Türkiye’de bulunan Suriyeliler için her ne kadar “mülteci” sıfatı kullanılsa da, bu kullanım hatalıdır. Ülkemizde bulunan Suriyeliler mülteci, şartlı mülteci veya ikincil korunan değildirler[9]. Ayrıntılı olarak izah ettiğimiz üzere; halihazırda ülkemizde bulunan Suriyelilerin hukuki statüleri, mülteci, şartlı mülteci ve ikincil koruma sahibi olarak tanımlanamaz, bu yabancıların sadece geçici koruma statüsünde oldukları söylenebilir. Bu kişiler, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile bu Kanun dayanak alınarak çıkarılan Geçici Koruma Yönetmeliği’ne tabidirler[10]. Bu sebeple bu kişilerin, gerek medya organlarında ve gerekse diğer alanlarda göçmen, mülteci gibi sıfatlarla adlandırılması iç hukukumuz açısından hatalıdır.

Görüleceği üzere; Türkiye Cumhuriyeti’ne gelen Suriyelilerin mülteci sayılmaları veya doğrudan, yani yasal şartlar oluşmadan Türk vatandaşlığına kabul edilmeleri mümkün olmayıp, “geçici korunan” statülerinden dolayı, kitlesel akına yol açan neden olarak kabul edilen “Suriye İç Savaşı” son bulduğundan, Suriye Arap Cumhuriyeti ve diğer ülkelerle gerekli diplomatik ilişki ile temaslar kurulmak suretiyle Suriyelilerin yurtlarına ve güvenli bölgelere gönderilmeleri, bu şekilde başta iktisadi yük ve demografik yapı ile Türkçe de bilmeyen bu kişilerin Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk Milleti’ne yüklediği külfetlerin azaltılması, aynı zamanda da Türkiye Cumhuriyeti’nin 911 km’lik Suriye kara sınırında güvenliğinin sağlanarak, Suriye Arap Cumhuriyeti’nin üniter yapısı ile siyasi birliğinin korunması mümkün olabilecektir.

Prof. Dr. Ersan Şen

Stj. Av. Cem Serdar

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

--------------

[1] Prof. Dr. Nuray Ekşi, Türkiye’ye Sığınan Yabancıların Aile ve Şahsın Hukuku Davaları, Beta Yayıncılık, 2021, s.1.

[2] Prof. Dr. Nuray Ekşi, a.g.e., s.2.

[3] Prof. Dr. Nuray Ekşi, a.g.e., 7,8.

[4] Prof. Dr. Nuray Ekşi, a.g.e., s.9.

[5] Prof. Dr. Nuray Ekşi, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Hukuku, 4. Baskı, Beta Yayıncılık, İstanbul, 2016, s.163., aktaran: Ersan Şen, Filiz Demirbüker, “Türkiye’de Bulunan Suriyelilerin Hukuki Statüsü”, Erişim Tarihi: 23.09.2021, Erişim Adresi: www.hukukihaber.net/turkiyede-bulunan-suriyelilerin-hukuki-statusu-makale,6377.html#_ftn9

[6] Bkz. Şen, Demirbüker, “Türkiye’de Bulunan Suriyelilerin Hukuki Statüsü”.

[7] Prof. Dr. Nuray Ekşi, a.g.e., s.12.

[8] Prof. Dr. Nuray Ekşi, a.g.e., s.2.

[9] Prof. Dr. Nuray Ekşi, a.g.e, s.6.

[10] Bkz. Şen, Demirbüker, “Türkiye’de Bulunan Suriyelilerin Hukuki Statüsü”.