Büyük, yalnızca biz diz çöktüğümüz için büyüktür. Ayağa kalkalım!’ Max Stirner

Yaşadığı çağdan kendisini ayrı tutmayan, aksine sorumlu tutan Nietzsche ‘Ben bu çağın çocuğuyum‘ der ve yaşadığı çağın dekadansına, yani çöküşüne ve gerilemesine karşı kendisine ve diğer bilgelere, ‘çağlarını aşmayı ve çağlarından bağımsız olmayı‘ öğütler.

Nietzsche’ye göre yaşadığı çağdaki çöküşün, gerilemenin, yozlaşmanın, çürümenin nedeni ahlaktır. Sürü ahlakıdır. Toplum hayatındaki çözülmeyi, yozlaşmayı, çöküşü insanın sürü ahlakı yaratmıştır. İnsanın zayıf ve güçsüz yapısının bir ürünü olan sürü ahlakına bağlı olarak insanın doğası, beraberinde insanın hayatı kendi tarzında ve anlayışında anlamlandırmasını getirmiştir. Bu tarz bir anlamlandırma, insanın doğru ya da yanlış bulduğu, iyi veya kötü olarak nitelendirdiği şeylerin gerçek değerini değil, o şeyleri değerlendiren insan için taşıdığı anlam ve değeri ortaya çıkarmıştır.

Nietzsche’ye göre bu yaklaşım, insanın hayatta kalabilmek için gücünü çoğaltmak çabası içinde olmasını, yani güç istemini zorunlu kılar. Zira insan ancak bu şekilde değer yaratabilir, değer yarattıkça ayakta ve hayatta kalabilir.

Hayatın kendisine cömert davranmaması ya da kendi kişiliği nedeniyle, hem fizik, hem de akıl, beceri ve yetenek yönünden güçsüz ve zayıf olan insan, varlığını sürdürebilmek için başka insanlara dayanmak zorundadır. Bu insanlar ya zaman içinde ya da yetiştirilmelerine veya içinde bulundukları koşullara bağlı olarak güçsüzleştirilerek sürüye katılmaya uygun hale getirilmişler ya da doğaları gereği güçsüz oldukları, kendilerine emek vermedikleri, kendilerini olduramadıkları için sürüden biri olmuşlardır.

Sadakat köpeklere mahsustur ve her köpek için bir Napolyon vardır’ diyen Stalin biraz acımasız şekilde de olsa, sürü ahlakını yaratanın efendiler değil, köle ruhlu olanlar, Nietzsche’nin isimlendirmesiyle sürü insanlar olduğunu ifade eder. Onun için Max Stirner ‘Büyük, yalnızca biz diz çöktüğümüz için büyüktür. Ayağa kalkalım!’ der.

Diz çökerek kendi efendisini kendisi yaratan sürü insanı, bir yandan efendisine sadakat ile bağlı ve hizmet ederken, diğer yandan hem efendisine, hem de kendi dışında olana, kendisi gibi olmayan herkese hınç duyar. Zira sürü ahlakına sahip güçsüz insan hem kindar, hem de kurnazdır. Öyle ki, efendisini sever, ama aynı zamanda ondan nefret eder. Nefret ettiği için de, fırsatını bulduğunda, kendisini bir şekilde güçlü, efendisini veya kendisinden farklı olanı zayıf hissettiğinde ona zarar vermekten çekinmez. Bu tam da Peyami Safa’nın dediği gibi bir şeydir, yani ‘Sevgi ile nefret arasında çok ince bir çizgi vardır. Birisinden nefret ediyorsanız ve onu yenemeyeceğinizi düşünüyorsanız onu sevmeye başlarsınız. Sevdiğiniz o kişiyi yenebileceğinizi düşündüğünüz zaman ondan nefret edersiniz‘ gibi bir şeydir.

Nietzsche bütün bunları ‘Ecco Homo/İşte İnsan’ isimli eserinde şu cümlelerle ifade eder: ‘Kindar insanın gönlü kapalıdır. Kindar insan kendisine karşı dürüst ve içten değildir. Gönlü çarpıktır. Onun ruhu saklı yerleri, gizli yolları, açık kapıları sever. Saklı olan, gizli olan her şey onun dünyasında, kendi güvenliği, kendi iyileştirici ilacı olarak onu kendisine çeker. O, susmayı bilir, unutmamayı, beklemeyi, geçici olarak kendisini küçültmeyi, kendisini alçak gönüllü olarak göstermeyi bilir.

Sürü ahlakı itaat ahlakıdır. Efendiye itaattir, lidere itaattir, bir davaya itaattir, bir ideolojiye itaattir. Bu durum aslında zayıf ve güçsüz kişinin kimliğini, kişiliğini sürü içinde bulmasından, kendisini sürünün içinde daha güvenli hissetmesinden kaynaklanır. Amin Maalouf, ‘Yüzüncü Ad’ isimli romanında, itaat üzerine kurulu olan bu sürü ahlakının efendisine, liderine: ‘Senin için iyi olan, başkaları için de iyidir; gerçek senin elindeyse, yolunu yitirmiş koyunları doğru yola getirmen gerekir, hangi yolla olursa olsun’ sözleri ile metaforik biçimde seslenir ve ona yol gösterir.

Amin Maalouf’un kullandığı bu metafor, Michel Foucault’ın iktidar teknolojisinin gelişiminde önemli bir yere sahip olduğunu ifade ettiği ve özellikle İbraniler tarafından geliştirilen ‘pastoral iktidar’, yani halkın yararına olan iktidar geleneğinin bir türü olan ‘çoban-kral’ anlayışına dayanır.

Zira pastoral iktidarda, çoban-kral kendisine Tanrı tarafından emanet edilen sürünün esenliğinden sorumludur. Burada sürüden ayrılanları takip edip doğru yola getirmek, yani yeniden sürüye katmak, yola getiremediklerini ise yok etmek çoban kralın asli görevidir.

Bu anlayış bir bakıma halka çeki düzen vermenin peşinde olan, tek doğru etrafında halkı biçimlendirmeyi amaçlayan, demokrasi ve açık toplum düşmanı Platon’cu toplum mühendisliğinin çağdaş bir çeşitlemesidir. Onun için modern dönemlerde siyasal seçkinler, yoldan çıkanları doğru yola getirmek için, kimi zaman beyin yıkama ve propaganda gibi yöntemleri, kimi zaman şiddet yöntemini, çoklukla da her iki yöntemi birlikte kullanırlar.

İtaati, boyun eğmeyi ve adanmışlığı zorunlu kılan sürü ahlakı, bu ahlak anlayışının gereği olarak özverili ve alçak gönüllü olmayı şart koşar. Dahası bu iki değer yargısını bir erdem olarak kabul eder ve bunu kutsar. Öyle olduğu için sürü ahlakını benimsemiş insan, kendisinden, kendi bireysel tercihlerinden vazgeçmek zorunda kalır, itaate dayanan bir sorumluluk ve ödev anlayışını benimser.

İnsanın topluluk halinde yaşama ihtiyacına bağlı olarak ve güçlü olma arzusundan kaynaklanan toplumsallaşmaya yönelmesi bir bakıma güç isteminin doğal bir sonucudur. Zira güç istemi kendisini güçsüz hisseden insanda toplumsallaşma içgüdüsünü harekete geçirir. Güçsüz olduğu için kendisine yetmeyen ve kendi yalnızlığından korkan insan, onun için kendisine benzeyenlerle bir araya gelmek suretiyle bir topluluk oluşturur. Bu oluşum, güçsüzlüğünün bilincinde ve farkında olan insanın güç isteminin gereğini yerine getirmesidir. O nedenle, güçsüz insanın gerçekleştirdiği ilk başarı kendisinin de üyesi olduğu toplumu veya topluluğu yaratmak olmuştur. Shakespeare’in ‘Toplum kendisi dışında kalanlara karşı pek cömert davranmaz‘ demesi bundandır.

Bu noktada, yani güçsüz insanın topluluk oluşturması noktasında söz alan Nietzsche kendi Zerdüşt’ünü konuşturur. Ve Zerdüşt şöyle buyurur: “Komşunuzun çevresinde toplanır ve ona güzel sözler söylersiniz. Fakat ben size derim ki: Sizin komşunuzu sevmeniz, kendinizi kötü sevmeniz nedeniyledir. Komşunuza sığınır ve bundan bir erdem yaratmak istersiniz. Ama ben sizin özverinizin gizli maksatlarını bilirim. ‘Sen’, ‘ben’den eskidir; ‘sen’ kutsallaştırılmıştır, ama ‘ben’ daha henüz kutsallaştırılmamıştır: İnsan onun için komşusuna gider. İnsan komşusuna ne zaman gitmek istemez? ‘Ben’ oldum dediği, yani gücü ele geçirdiği, kendisini kutsallaştırdığı, kendisini efendi hissettiği zaman gitmek istemez ve hatta gitmez de.

Ve Canetti. Görkemli bir imgeleme sahip bulunan, filozofların yapması gerekeni yaparak bize yeni kavramlar kazandıran, insanlığın yalnız dahilerin içinde en seçkinlerinden birisi olan Elias Canetti. ‘Düşünmek ısrar etmektir’ diyerek kaleme aldığı ‘Kitle ve İktidar’ isimli abidevi eserinde bize, bir başka sürüyü, bu sürünün ahlakını, kitleyi ve kitlenin güç isteminin tezahürü olan iktidar istemini, iktidarla olan ilişkisini anlatır.

Kitle ve iktidar! Birbirini hiç durmadan, hiç soluk almadan, hiç soluk vermeden üreten, sonra yeniden üreten ve çoğaltan, birbirinin hem nedeni, hem de sonucu olan iki canavar. İnsan doğasının, kitle ve iktidarla olan ilişkisinin zaman, mekân, din farkı olmaksızın nasıl benzeştiğini tarih üstü boyutlarıyla ele alan Canetti anılan eserinde: ‘insanlar arasında emir ve itaat ilişkisinin nasıl biçimlenerek saldırganlığa dönüştüğünü, en az sorgulanan, ama en tehlikeli şey olan emir vermenin, emredilende özgür ve bağımsız bir kişilik oluşmasını önleyen bir sızı bıraktığını, bu sızının emir alanları nasıl katılaştırdığını ve itaat eder hale getirdiğini, kitlenin yıkıcı, iktidarın öldürücü olduğunu, insanın -iktidar- isteği ile Tanrının kıyamet ve dehşet tehdidini çaldığını, deşarj olmadan kitlenin gerçek anlamı ile mevcut olmadığını, insanın başkaları ile arasına koyduğu mesafelerle taşlaşıp çoraklaştığını, insanların mesafe yüklerinden kurtulabilmek için kitle olarak deşarja gereksinim duyduklarını, deşarj olmak için evlerini, evlerin pencerelerini, camlarını kırdıklarını, arabaları yaktıklarını, kitlenin iç dünyasının en çarpıcı özelliğinin zulme uğramış olma duygusu olduğunu, bu duygunun bir kez ve sonsuza dek düşman ilan ettiği insanlara yönelttiği kendine özgü bir öfke ve sinirlilik hali olduğunu’ anlatır. Yani sürüyü, sürü ahlakını, sürünün marifetlerini anlatır.

Son bir söz: Sen sen ol, koyun olma. ‘Sürüler içinde sürmeli koyun’ olacaksın deseler dahi, koyun olma, sürüden biri olma. Çünkü insanlar koyunları severler, ama koyunları yerler…

Bir de şiir size. Adı ‘Koyun ile Sürü’ Mehmet Burakgazi yazmış. Okuyoruz:

‘Bir zamanlar sürü içinde,/Uslu, edalı, nazlı bir koyun,/Gider patika yollara düşer,/Kılıflara girer, oynar oyun,/Et ile ten için çıkarır sorun…/İnkar edince sürüyü dışlanır,/Tek başına kalır uslu koyun,/İşte orada başlar, tüm sorun,/Ah be koyun sana ne lazımdı,/ Aşk kokan, etli, tenli oyun…