İnsanlık, çağlar boyunca zengin bir hak ve özgürlükler sistematiği geliştirmiş; insan hakları kavramı da, çeşitli medeniyetlerden devraldığı nazari ve tatbiki birikimiyle günümüze kadar ulaşmıştır. İnsanlık tarihi insanın var olma, hak ve özgürlüklerini koruma mücadelesinin de tarihidir. Bu mücadeleyle şekillenen hukuk ve siyaset tarihi, günümüz toplumlarına insan hakları kavramını armağan etmiştir. En yaygın tanımıyla insan hakları, insanın sadece insan olmasından dolayı sahip olduğu haklardır. Bu tanım, insan haklarını hem evrensel bir konuma yükseltmekte hem de hukukun temel zemini haline getirmektedir. Temel hak ve özgürlüklerin asıl kaynağı ise “insan onuru (Human Dignity)” kavramıdır. İnsan hakları, bir insanın sadece insan türüne ait bir canlı olmasından dolayı, başkaca hiçbir taliki şarta ya da gerekliliğe tabi olmaksızın sahip olduğu vazgeçilmez haklardır. Dolayısıyla günümüz hukuk düzenleri, insan haklarını bahşeden değil, insan haklarına dayanan bir kurallar sistemi oluşturmak durumundadır. Hak ve özgürlükler devletlerin bireylere bahşettiği bir lûtuf olarak var olmadığı gibi, korunması da buna bağlı değildir. Sadece insan olmak nedeniyle sahip olunan haklar, hukuk devletinin varlık sebebidir. Hukuk devletinin ahlaki özü ve meşruiyeti evrensel nitelikteki değerler ile hak ve özgürlük perspektifinde yatmaktadır. Anayasalı devlete anayasal devlet niteliği kazandıran, kanun devletini hukuk devletine dönüştüren öz de budur. Kanunun üstünlüğünü hukukun üstünlüğüne çeviren, hukuk devletine ayırıcı vasfını veren de yine bir devletin mevzuu hukuk sisteminde varlığını ve temelini bulan hak ve özgürlük anlayışıdır.

Günümüzde Evrensel Bildirge, sözleşmeler ve Anayasa ile somutlaşan insan hakları müktesebatı, hak ve özgürlükler yanında sorumlulukları da ihtiva etmektedir. Bu anlayış doğrultusunda hak öznesi ve özgürlükler sahibi olan kişinin ilk muhatabından başlamak üzere giderek genişleyen sorumlulukları da söz konusudur. Hukukta “nimet” “külfet” dengesi; adalet ve eşitlik ilkesinden doğar. Dolayısıyla doğuştan kazanıldığı kabul edilen özgürlüklerin de “başkasına zarar vermeme” yükümlülüğü ile sınırlandırıldığı görülmektedir. Zira özgürlüklerin sınırı, bir başkasının özgürlük sınırı olmalıdır. İnsan Hakları Eylem Planı, bu arka plan ve çerçeve doğrultusunda amaçlar belirlemiş, hedefler koymuş ve bir takım pozitif yükümlülük olarak niteleyebileceğimiz faaliyetler öngörmüştür. Belgenin çıkış noktası, insanın maddi ve manevi varlığı ile onur ve saygınlığını devletin bütün kurum ve kuruluşlarıyla tüm işlem ve eylemlerinde koruma yükümlülüğüdür. “İnsanı yaşat ki Devlet yaşasın!” düsturunda ifadesini bulan bu yükümlülük, devletin varlık sebebini de bir kez daha teyit ve tekrar etmektedir. Modern hukuk sistemlerinin varoluş sebebi bireydir. Bir devlet yapısındaki hukuk normları ne kadar “devlet birey içindir” algısına hizmet ediyorsa, o devlet aynı orantıda “bir demokratik hukuk devletidir”. Tam tersi bir oran ise o devleti o derecede hukuk devletinden uzaklaştırarak, bir “polis devleti-bir otokrasi ya da yönetimi bir diktatörlük” haline getirecektir. Herkesin hukuk karşısında eşit, onurlu ve saygın bireyler olarak haklarının korunması demokratik hukuk devletinin temel göstergesidir. [1]

İnsan  Hakları Eylem Planı’nın girişi bu şekilde belirtilmiştir. Belirtilen bu hususların altına her hukukçu imzasını atar. Söylem olarak güzel olsa da pratikte uygulanmayan, temenniden öteye geçmeyen bir giriştir. 

İnsan Hakları Eylem Planı, yeni ve sivil bir anayasa oluşturma amacı güden; 9 amaç, 50 hedef ve 393 faaliyeti içeren bir belge olarak ortaya çıkan Mart 2021’de hazırlanan bir belgedir ve bu belgenin giriş bölümünden; eylem planının içeriği hakkında büyük ölçüde bilgi sahibi olmak mümkündür.  Bu eylem planı teorik açıdan detaylı ve mantığa uygun bir şekilde düzenlenmiş olsa da önem arz eden nokta şüphesiz bu planı uygulamaya geçirmektir. Toplum olarak bize lazım olan bu şekilde bir eylem planı değildir. Zira Anayasa ile güvence altına alınan hukuki normlar nazara alınarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarında mevcut olan özgürlükçü yaklaşımlar fiilen hayata geçirildiği takdirde zaten toplum olarak bu şekilde bir eylem planına ihtiyacımız kalmayacaktır.

Örneğin kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir tutuklama nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı verilebileceği; işin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde ise tutuklama kararı verilemeyeceği Ceza Muhakemesi Kanunumuzun 100. maddesinde düzenlenmiştir. Bununla birlikte tutuklama nedeninin var olduğunun kabul edildiği haller ise aynı maddede bent bent sayılmıştır. Ceza Muhakemesi Kanunu’nda detaylı ve net bir şekilde düzenlenen bu hükmün bir anlam ifade edebilmesi için artık teoride değil, uygulama safhasında, bireyin en temel hakkı olan “özgürlüğünün” devlet tarafından ihlal edilmesinin önlenmesi ve bu hükmün çok titiz bir şekilde uygulanması gerekmektedir. Asıl çaba, aynı düzenlemenin bir eylem planında tekrar yer bulması değil, var olan hukuki düzenlemenin uygulanmasının doğru ve hükmün amacına uygun bir şekilde gerçekleşmesidir. Bir başka ifadeyle; aynı hususların birden fazla kez tekrarlanmasının ve bu hususların ayrıca bir de İnsan Hakları Eylem Planında yeniden düzenleneceğinin belirtilmesinin uygulamada herhangi bir faydası bulunmamaktadır.

HUKUK KURALLARI İDARENİN KEYFİ UYGULAMALARINA KARŞI BİREYİ KORUYUCU BİRTAKIM HUKUKİ TEMİNATLAR İÇERMELİDİR

Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri hukuk güvenliği ilkesidir. Bu ilkeye göre, hukuk kuralları hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, öngörülebilir, anlaşılır ve uygulanabilir olmalı ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı da koruyucu birtakım güvenceler içermelidir. Zira hukuk devletinde, mevzu-mer’i-pozitif hukuk tüm gerçek-tüzel kişileri, kamu otoritesini, devlet kurum ve kuruluşlarını kısacası herkesi bağlar. İdarenin hukuka aykırı eylem ve işlemlerine karşı yapılan başvurularda bireylere hızlı ve tatmin edici cevap verilmesi, bürokrasinin azaltılması ve idareden kaynaklanan sebeplerle hukuka aykırı olan işlemin maliyetinin kişilere yüklenmemesi gerekmektedir.

Günümüzde yargı işleyişinin bu denli tıkanmasının sebeplerinden bir tanesi de, idarenin hukuken haksız konumda olduğunu bilmesine rağmen konuyu yargıya taşıması ve ilk derece mahkemeleri tarafından verilen kararlardan itibaren tüm yargısal süreci sonuna kadar nihayete erdirmesidir. Bir diğer husus ise idarenin, bir birey ile ilgili verdiği mevcut kararı, o karar birden fazla kişiyi ilgilendirse dahi o kararı genel şablon olarak uygulamamasıdır. Bunun yerine tüm ilgililerin kendileri ile ilgili yargıda ayrı ayrı karar almaları yolunu zorunlu tutmaktadır. Bu hususa örnek olarak; Kentsel Dönüşüm Yasası kapsamındaki harç muafiyetleri yasada bulunmasına rağmen Vergi Daireleri bu harçları talep etmektedir. Bunun üzerine dava açan ilgililere bu harç dava yolu ile iade edilmektedir. Bu hususta çıkan bir mahkeme kararının emsal alınıp, bundan sonraki tüm ilgili durumlarda harç muafiyetleri sebebiyle bu harçların talep edilmesinden vazgeçilmesi, mahkemelerin iş yükünü dengelemekle birlikte vatandaşların mağduriyetini azaltacaktır. Bu örnek de, mevcut olan düzenlemelerde bir eksiklik bulunmadığını, asıl noksanlığın mevzuatta değil uygulamada olduğunu gözler önüne sermektedir.

Yukarıda verdiğimiz örnek, uygulamada karşılaştığımız şekliyle, idarenin kesinleşmiş yargı kararlarına ya da İdare Mahkemelerinin verdiği yürütmeyi durdurma kararlarına uymayarak hukuka aykırı tutumuna devam ettiği hallerde çok basit bir örnek olacaktır. Asıl soru; temel hak ve özgürlükleri çiğnenmeye devam eden bireyin süregelen bu ihlal ve hukuksuzluk karşısındaki durumuna hukuken ne “çözüm” bulunacağıdır?

İNSAN HAKLARI EYLEM PLANINDA DÜZENLENEN İLKELER NELERDİR?

İnsan hakları eylem planında, Anayasa ve tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınan ilkeleri Devletin tüm kurum ve kuruluşlarının faaliyetlerini gerçekleştirirken gözetmesi gerekliliği asıl olarak düzenlenmektedir. Devletin faaliyetlerini gerçekleştirirken gözetmesi elzem olan ilkeler insan hakları eylem planında şu şekilde belirtilmiştir:

1- İnsan, doğuştan sahip olduğu vazgeçilmez haklarıyla yaşar, devletin görevi de bu hakları korumak ve geliştirmektir.

2- İnsan onuru, bütün hakların özü olarak hukukun etkin koruması altındadır.

3- Dil, din, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, mezhep ve benzeri sebepler temelinde hiçbir ayrımcılık söz konusu olmaksızın, herkes hukuk önünde eşittir.

4- Kamu hizmetinin herkese eşit, tarafsız ve dürüst biçimde sunulması, bütün idari faaliyetlerin temel özelliğidir.

5- Mevzuat, tereddüt doğurmayacak şekilde açık, net, anlaşılır ve öngörülebilir kurallar içerir, kamu otoriteleri de bu kuralları hukuk güvenliği ilkesinden ödün vermeden hayata geçirir.

6- Sözleşme özgürlüğüne, hukuki güvenlik ilkesi ve kazanılmış hakların korunması prensibine aykırı olarak hiçbir şekilde müdahale edilemez.

7- Devlet, girişim ve çalışma hürriyetini, rekabete dayalı serbest piyasa kuralları ile sosyal devlet ilkesi çerçevesinde korur ve geliştirir.

8- Adli ve idari işleyiş, masumiyet karinesi, lekelenmeme özellikle bunun altını çiziyorum, lekelenmeme hakkı ve ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkelerini koruyan, gözeten ve güçlendiren bir yaklaşımı merkezine alır.

9- Hiç kimse, başkalarının kişilik haklarına saygı göstermek suretiyle yaptığı eleştirileri veya düşünce açıklamaları nedeniyle özgürlüğünden yoksun bırakılamaz.

10- Hukuk devleti, hak ve özgürlükler ile adaletin teminatı olarak her alanda tahkim edilir.

11- Haklarının ihlal edildiğini iddia eden herkes, etkili kanun yollarına zahmetsiz şekilde erişebilir, adalete erişim, hak ve özgürlüklere saygının esasıdır.

Eylem planında bu başlıklar altında saydığımız hususların hepsi zaten mevcut yasalarımızda vardır. Bunların yeniden farklı bir şekilde düzenleneceğinin belirtilmiş olmasının pratikte bir anlamı bulunmamaktadır. Asıl ihtiyaç olunan bağımsız ve tarafsız bir yargının var olan yasaların uygulamasıdır.

İNSAN HAKLARI EYLEM PLANININ DEVLETİN NEGATİF YÜKÜMLÜLÜĞÜ IŞIĞINDA DEĞERLENDİRİLMESİ NASIL OLMALIDIR?

Devletin temel amaç ve görevleri, Anayasa’nın 5. maddesinde de belirtildiği üzere Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. Devletin, bir hakkı ya da özgürlüğü koruması, bu hakkın negatif statü hakları veya pozitif statü hakları olarak sınıflandırılmasına göre iki türlüdür.

Negatif yükümlülükler devlete, yasaların izin verdiği haller dışında, hakka müdahale etmeme yükümlülüğü yüklemektedir. Devletin; bireyin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına saygı gösterme yükümlülüğü, kamu otoritelerinin bu hakka müdahale etmemelerini yani kişilerin fiziksel ve ruhsal zarar görmelerine neden olmamaları gerekir. Bu, devletin, bireyin vücut ve ruh bütünlüğüne saygı gösterme yükümlülüğünden kaynaklanan negatif ödevidir. Bireye karşı bu yükümlülüğün yerine getirilmesi için devlet pasif konumda kalmalı ve bu pasif korunumu muhafaza etmelidir.

Tam da bu bakış açısıyla; İnsan hakları eylem planında her ne kadar bahsi geçen ilkelere dikkat çekilmişse de, aslında ülke olarak eylem değil, eylemsizlik planına ihtiyacımız vardır. Eylemsizlik, bir hakkın kullanımının engellenmemesi, o hakkın kullanılmasını engelleyen her türlü durumun engellenmesi, ortadan kaldırılması ve o hakkın kullanılmasında devletin pasif konumda kalması, durağan halde bulunmasıdır. Devletin pasif konumunu koruması gereken durumlara Anayasa'nın 34. maddesinde yer alan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı ve 26. maddesi ile düzenlenen düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti örnek olarak gösterilebilir. Anayasa ile güvence altına alınmış olan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı bakımından; izin alındıktan sonra devletin, toplantı ve gösteri yürüyüşünün sağlıklı yapılması için gerekli tedbirleri alma pozitif yükümlülüğü ile birlikte toplantı ve gösteri yürüyüşüne müdahale etmeme negatif yükümlülüğü de bulunmaktadır.

Konuyu fazla uzatmamak adına “arife tarif gerekmez” kaidesince bu kısa yazı ile asıl demek istediğimiz: Gerçek sorunun mevzuatta değil uygulamada olduğudur! Bazı durumlarda devletin yalnızca eylemsiz kalması dahi birtakım hakların kullanılması açısından yeterli ve asgari koşulları oluşturmaktadır. Devlet pasif kalarak kişiye yeterli özgürlük alanı açtığı takdirde, toplum olarak temel haklarımızı kullanacak, özgürlüklerimizi muhafaza edebilecek kapasiteye sahip olduğumuz açık ve nettir.

Bu bilinç, “insan haklarına saygılı olma” bilincidir. Varlık sebebi “birey” olan devletin öncelikle bu bilinçte olması, başta Anayasa olmak üzere tüm hukuk metinlerinin de bu anlayış ile düzenlenmesi, yine insan haklarının güvencesi konumunda olan ulusal üstü hukuk belgelerine devletin koymuş olduğu “imza” neticesinde onların iç hukuk metnine dönüştükten ve yargılama yetkisinin tanındığı ulusal üstü yargılama mercilerinin kararlarına uyulması da ayrıca hukuk devletinin vazgeçilmez öncüllerindendir.

Anayasalı devlet değil, Anayasal devlet olmanın, Anayasanın değişmez hükmü olan demokratik hukuk devleti olmanın en temel şartı; temel hak ve özgürlüklere saygılı devlet olmaktır. Yaşam hakkı, mülkiyet hakkı ve diğer vazgeçilmez ve devredilmez tüm hak ve özgürlüklere ilişkin yerinde ve hukuki uygulamalar; “Özgür bireyi, özgür bireyler de özgür toplumu” oluşturacaktır!

KAYNAKÇA:

[1] İNSAN HAKLARI EYLEM PLANI’NIN GİRİŞ BÖLÜMÜ.