Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 11.07.2018 tarihli, 2018/1268 E. ve 2018/3372 K. sayılı kararında;

“Sanık ... hakkında; mağdur ...'e karşı kasten öldürmeye teşebbüs suçundan kurulan mahkumiyet hükmünün, sanık müdafii ve Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine yapılan incelemede;

Sanığın, savunmalarında suçlamaları inkar ettiği, mağdurun sıcağı sıcağına alınan beyanında; kendisini iki ya da üç kişinin yaraladığını, bu kişilerin eşkallerini ve kim olduklarını bilmediğini beyan ettiği değerlendirilmekle; sanığın üzerine atılı suçu işlediğine dair her türlü şüpheden uzak, yeterli ve inandırıcı delil bulunmadığı anlaşılmakla, sanığın beraatı yerine yazılı şekilde mahkumiyetine karar verilmesi” yasaya aykırı bulunmuş ve sanık hakkında verilen mahkumiyet kararı oyçokluğu ile bozulmuştur.

Karşı oy gerekçesine göre[1];

“(…) Görüldüğü gibi Dairemizin çoğunluk görüşünün sübut olay gerçek olup olmadığının denetimine girip girmeyeceği, yani ilk derece mahkemesinin vermiş olduğu mahkumiyet kararını uygun bulan BAM'nin esastan red kararının bozulmamasına karar verilip verilemeyeceğini açıklığa kavuşturması gerekmiştir. Çoğunluk görüşü; Yüksek Yargıtay'ın 1412 Sayılı CMUK hükümleri çerçevesinde istinaf kararlarını incelemektedir. İstinafla ilgili yasal düzenlemeler yukarda öğretide açıkça ortaya konulmuş olup, herhangi bir yorumda tereddüt bulunmamaktadır. Diğer bir anlatımla ilk derece mahkemesinin vermiş olduğu delil değerlendirmesi sonucu mahkumiyet kararının istinafça uygun görülerek, istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmesi halinde, temyiz mahkemesinin delil yoktur diyerek, hükmü bozarak sanığın beraatına karar vermesinin isabetli bulunup bulunulmadığının tespiti gerekmiştir.

Çoğunluğun; temyiz mahkemesi, istinaf öncesi uygulamalarını sürdüre gelmesinin yasal görülmediğinden, benimsenmemiştir. Temyiz mahkemesinin, olay mahkemesi yerine geçerek, sübut değerlendirmesi yapamayacağı yasada öngörülmüştür. Sübut değerlendirilmesinin yani suçun işlenip işlenmediğinin tespiti, istinaf tarafından yapıldıktan sonra bir daha temyiz mahkemesi tarafından incelenemez. Temyiz mahkemesi, temyiz sebepleriyle bağlı olup ancak hükmün hukuki sorunu ile ilgilenmesi ve maddi soruna girememesi gerekir. Dolayısıyla, 3. kez temyiz incelemesinde suçun maddi sübutunun incelenmesi mümkün değildir. Temyiz mahkemesi, hem suçun maddi sorununu hem de hukuki sorununun incelenmesinin kabul edilmesi halinde, mahkemelere olan güven ve inanç duygusunu da zedeler. Bu nedenle, yasa koyucu, istinaf ile ilgili olarak yapmış olduğu düzenlemede, ilk derece mahkemesinin verdiği kararın, istinaf tarafından, temyiz mahkemesi gibi inceleyip esastan karar vermesiyle (hukuki sorun hariç) sınırlamıştır. Yargıtay, hukuki sorunun yanında ancak temyiz sebebi göstermesi halinde, hukuka kesin aykırılık hallerinden biri varsa o sorunu da çözme yetkisine haizdir.

Tüm bu açıklamalar ışığında, Dairemizin, hükmün hukuka uygunluğunun denetimi dışına çıkarak, görevi olmadığı halde, ‘maddi sorun-sübut’ ile ilgili inceleme yaparak hükmün CMUK hükümleri gibi inceleyerek sanığın beraatı gerektiğine ilişen düşüncesi benimsenmemiştir”.

Karşı oy görüşü ile aynı yönde olan Yargıtay 13. Ceza Dairesi’nin 19.04.2018 tarihli, 2017/4876 E. ve 2018/6172 K. sayılı kararına göre;

“(…) Bölge Adliye Mahkemesince ilk derece mahkemesi tarafından verilen mahkumiyet kararı kaldırılarak ‘yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması sebebiyle sanığın CMK'nın 223/2-e maddesi gereğince beraatına’ şeklinde verilen hükmün maddi vakıa denetimi gerektiren bir sebebe dayandığı ve katılan vekilinin temyiz isteminin de beraat hükmünün gerekçesine yönelik olmadığının anlaşılması karşısında; katılan vekilinin temyiz isteminin 5271 Sayılı CMK'nın 298. maddesi uyarınca reddine, 19.04.2018 tarihinde oyçokluğu ile karar verildi”.

Bu karara karşı oy veren üyenin görüşüne göre;

“Olay denetimi yapmadan yani mahkemenin var kabul ettiği sübutu BAM'ın yok kabul etmesine neden olan delilleri tartışmadan olayın çözülmesi ve sağlıklı doğru bir denetim yapılması mümkün değildir. Aksi takdirde yapılan denetim değil tasdik olur.

(…) Beraat hükmünü denetleyebilmek delillerin değerlendirmesinden geçer, olayı ve delilleri değerlendirmez isek beraat kararının yerinde olup olmadığını denetlememiz mümkün değildir, dolayısıyla BAM tarafından verilecek, olaya uysun ya da uymasın her türlü beraat kararlarını tasdikten öteye gidilemeyecektir. Bu husus maddi gerçekliği araştıran ceza hukuk sistemimize, Anayasanın düzenlediği hak arama özgürlüğüne ve adalet ilkelerine açıkça ters düşecektir.

Somut olayda sanık eski çalıştığı işyerine sabah henüz temizlikçinin birisi gelmişken 07.30 gibi geldiği, kapıyı önceden bildiği şifre ile açtığı ve işyerinde onbeş yirmi dakika kadar birşeyler aradığı sonra olay yerinden ayrıldığı, ifadesinde hiçbir şey almadığını savunduğu ancak daha sonra yapılan aramada şirketin diğer çalışanlarına ait olup işyerinde emaneten duran banka ve kredi kartlarından 53 tanesini aldığı anlaşılmış ve teslim edilmiştir. Müşteki başlangıçtan beri 400 TL civarında para ve kartları aldığını iddia etmiş; tanıklar işyerini karıştırdığını gördüklerini beyan etmiş sanık kabul etmiş işyeri kamera görüntülerinde arama kayıtlarını doğrulamıştır. Yakalama ve alıkoyma tutanakları müşteki beyanlarını teyit etmiş işyerinden rıza hilafına bazı şeyler ( kredi kartı ve para ) alındığını sabitlemiştir.

Yerel mahkeme mahkumiyet vermiş BAM ise aynı delillerle beraat vermiştir. Müdahil vekili bu hususları anlatarak mahkumiyet verilmeliydi görüşüyle beraat kararını temyiz etmiştir. Temyiz dilekçesinin içeriği son derece ayrıntılı ve somut delillere dayanmaktadır. Yani mahkumiyet verilmesini gerektirecek deliller tek tek ve ayrıntılı olarak gösterilmiştir, dosya içeriğine de uygundur.

Yerel mahkeme kararı da dosya içeriğine ve delilerine uygundur. Bu sebeple BAM daire başkanlığının sanığın beraatına yönelik kararının bozulmasını karar verilmesini gerekirken işin esasına girmeden, girilemeyeceği gerekçesiyle onama kararı veren çoğunluk görüşüne katılmıyorum. İşin esasına girilmeli ve BAM daire kararının mahkumiyet yönünde bozulmalıydı”.

Yukarıda yer alan kararlar incelendiğinde; maddi sorunun (olayın) doğru çözülüp çözülmediğinin, temyiz incelemesi kapsamında olup olmadığına ilişkin Yargıtay Daire üyeleri arasında görüş ayrılığı olduğunu gözlemlemekteyiz.

Bir görüşe göre; Yargıtay’ın, hukukilik denetimini doğru bir şekilde yerine getirmesi açısından maddi vaka denetimi yapması zorunlu iken, diğer görüş, Yargıtay’ın, CMK m.223/2-e’ye dayanarak verilen kararların hukukilik denetimini yapamayacağını, yapması halinde, sınırlı inceleme yetkisini aşarak, maddi vaka incelemesine girmesinin sözkonusu olacağını, bunun da CMK m.288’e aykırı olacağını ileri sürmüştür.

“In dubio pro reo/şüpheden sanık yararlanır” ilkesini tatbik ederek, Bölge Adliye Mahkemesinin verdiği hükmü bozan Yargıtay’ın, bu ilkeyi uygulamak için somut olay incelemesi yapması, yetkisinin sınırlarını aştığını gösterir mi?

Yargıtay; ilk derece mahkemesi sıfatıyla gördüğü davalar dışında, sadece hukukilik denetimi yapan temyiz mercii olup, maddi vaka incelemesi yapmaz. Yargıtay’ın yetkisi ilk derece mahkemelerinin ve bölge adliye mahkemelerinin verdikleri kararların hukuki denetimini yapmakla sınırlıdır. Bir başka ifadeyle; Yargıtay, ilk derece ve ikinci derece mahkemelerinin, incelemekle yükümlü oldukları somut olaylara, mevzuatı doğru uygulayıp uygulamadıklarını denetler.

Bu sınır, “Temyiz nedeni” başlıklı 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu m.288’de;

“(1) Temyiz, ancak hükmün hukuka aykırı olması nedenine dayanır.

(2) Bir hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış uygulanması hukuka aykırılıktır”.

Şeklinde ifade edilmiştir.

CMK m.223/2’de, ceza yargılamasının sonunda sanık hakkında hangi hallerde beraat hükmü verileceği sayılmıştır.

2. fıkranın (e) bendine göre, Yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması” halinde sanık hakkında beraat kararı verilir. Bu hüküm “in dubio pro reo/şüpheden sanık yararlanır” ilkesini gündeme getirmektedir. Çünkü bentte; sanığın suçu işlediği sabit değilse, yani suçu işlediğine dair şüphe varsa, hakkında beraat kararı verileceği ifade edilmiştir.

“Temyiz başvurusunun içeriği” başlıklı CMK m.294’e göre; “(1) Temyiz eden, hükmün neden dolayı bozulmasını istediğini temyiz başvurusunda göstermek zorundadır.

(2) Temyiz sebebi, ancak hükmün hukuki yönüne ilişkin olabilir”.

Yukarıda yer verilen hükümler incelendiğinde; temyiz edenin temyiz gerekçesi ile bağlı olduğu, temyiz gerekçesinin ise hükmün hukuki yönü ile ilişkili olmasının zorunlu olduğu, çünkü Yargıtay’ın yetkisinin hükmün hukuki yönü ile sınırlı olduğu görülmektedir.

Buna karşılık; CMK m.223/2-e’de öngörülen, fiilin sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması hali, maddi vaka denetimini gündeme getirmekte, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda da, CMK m.223/2-e’ye dayanılarak verilen mahkumiyet veya beraat kararlarının temyize tabi olmadığına ilişkin bir hükmün düzenlenmediği görülmektedir.

Kanun koyucu CMK m.288’de temyiz isteminin; hükmün hukuka aykırı olması nedenine dayanması gerektiğini net bir şekilde ifade etmiş, hukuka aykırılığı ise, bir hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış uygulanması olarak tanımlamıştır.

Nitekim madde gerekçesinde[2], “Tasarı, 1412 sayılı Kanundan ayrılarak ‘kanuna aykırılık’ yerine daha geniş anlamlı ve amaca uygun olan ‘hukuka aykırılık’ sözcüklerine yer vermiştir.

Yargılamanın konusunu oluşturan cezai uyuşmazlık çözüldükten ve maddi gerçeğe ulaşıldıktan sonra ilgili hukuk kuralının eksik veya yanlış uygulanması veya hiç uygulanmaması, hukuka aykırılığı oluşturur.

Hukuk kuralı deyimi, temel hukuk ilkelerini, yazılı olan ve olmayan hukuk kurallarını, yargılama hukukuna ilişkin kurallarla maddi hukuka ilişkin kuralların tümünü kapsar.

Temyiz başvurusunun hükmün hukuka aykırı olması nedenine dayandırılması gerekir. Delillerin yanlış değerlendirilmesi, kuralların yorumunu ve eylemin gerçek niteliğinin saptanmasını etkilediğinde, elbette ki, hukuka aykırılık oluşturur”

Açıklamalarına yer verilmiştir.

Görüleceği üzere gerekçe, çalışma konumuz hakkında net bir tespitte bulunmuştur. Gerekçede, hem hukuka aykırılık ifadesinin temel ilkeleri de kapsayacak şekilde geniş yorumlanması gerektiğine ve hem de delillerin yanlış değerlendirilmesinin hukuka aykırılık kapsamında olduğuna işaret edilmiştir. Belirtmeliyiz ki, “in dubio pro reo” ilkesinin evrensel bir hukuk ilkesi ve kuralı olduğu konusunda tereddüt de bulunmamaktadır.

Şöyle ki;

“In dubio pro reo/şüpheden sanık yararlanır” ilkesi; Ceza Yargılaması Hukukuna ilişkin evrensel bir hukuk kuralı olup, Anayasa m.38/4 ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.6/2’de düzenlenen “suçsuzluk/masumiyet” karinesinin doğal bir sonucudur. Suç işlediği iddiasıyla yargılanan sanığın cezalandırılması bakımından dikkate alınması gereken tüm koşullara ilişkin şüphenin sanığı yararına değerlendirilmesini ifade eden kurala “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi adı verilir. Buna göre; bir suç işlediği iddiasıyla yargılanan kimse hakkında mahkumiyet kararının verilebilmesi için, o kimsenin o suçu işlediğinin sabit olması, yani şüpheye yer vermeyecek şekilde ispatlanması gerekmektedir.

Sanığın bir suçtan cezalandırılmasına karar verilebilmesinin temel şartı, suçun hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kesinlikte hukuka uygun olarak elde edilmiş delillerle ispat edilebilmesidir[3].

Bilindiği üzere, Ceza Muhakemesi Hukukunda ispat yükü iddia makamına aittir. Bunun anlamı şudur: Kimse suçsuzluğunu kanıtlama yükümlülüğü altında değildir, bir suç iddiası var ise bunu iddia makamı ispat etmekle yükümlüdür. Bu kural suçsuzluk/masumiyet karinesi ile sıkı bir ilişki içindedir ve bu ilkelerin zorunlu sonucu in dubio pro reo/şüpheden sanık yararlanır ilkesidir.

Yargıtay bu ilkeyi şu şekilde yorumlamaktadır[4]:

- Sanığın bir suçtan cezalandırılmasına karar verilebilmesinin temel şartı, suçun hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kesinlikte ispat edilebilmesidir.

- Gerçekleşme şekli şüpheli veya tam olarak aydınlatılamamış olaylar ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak mahkumiyet hükmü kurulamaz.

- Ceza mahkumiyeti; herhangi bir ihtimale değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalı, bu ispat, hiçbir şüphe ya da başka türlü oluşa imkan vermemeli, toplanan delillerin bir kısmına dayanılıp, diğer kısmı gözardı edilerek ulaşılan kanaate değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır.

- Yüksek de olsa bir ihtimale dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza muhakemesinin en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan hüküm vermek anlamına gelecektir.

- Ceza yargılamasında mahkumiyet, büyük veya küçük bir olasılığa değil, her türlü kuşkudan uzak bir kesinliğe dayanmalıdır. Uygulamada adli hataların önüne geçilebilmesinin başka bir yolu da bulunmamaktadır.

“In dubio pro reo/şüpheden sanık yararlanır” ilkesi evrensel bir hukuk kuralı olduğuna göre, temyiz incelemesinin sınırını belirleyen ve CMK m.288’de öngörülen “hukuk kuralı” kriterini yerine getirmektedir. Kanunda; CMK m.223/2-e’ye dayanılarak verilen kararların veya hukukilik denetiminin maddi vaka incelemesini gerektiren hallerin Yargıtay’ın yetki alanı dışında olduğunu belirten bir düzenleme yer almamaktadır. Hükmün mevzuata ve hukuk kurallarına uygun olarak tatbik edilip edilmediğinin incelemesinin maddi vaka denetimini gerektirdiği hallerde bu denetim sağlanmalıdır, bu hukukilik denetiminin bir sonucudur. Elbette Yargıtay maddi vaka denetimi yapan bir temyiz mercii değildir, ancak bir hukuk kuralının denetimi kapsamında maddi olayın incelenmesi, delillerin değerlendirilmesi gündeme gelmişse, bu konuda gerekli tahkikatın yapılması da kaçınılmazdır. Somut olay incelemesinin sistematik olarak Yargıtay’ın yetki alanı kapsamının dışında tutulması, Ceza Yargılaması Hukukunun şüpheden sanık yararlanır adlı temel ilkesini temyiz denetiminden yoksun kılacaktır. “Şüpheden sanık yararlanır” ilkesi evrensel bir hukuk kuralı olduğundan; bu kuralın hukukilik denetiminin yapılması şart olup, bu inceleme kapsamında somut olay incelemesi hukukilik denetiminin bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Bu nedenle; Yargıtay’ın maddi hakikate ulaşmayı amaçlayan Ceza Hukukunun en temel ilkesini, sırf somut olayı incelemeye yetkisi olmadığından bahisle, hukuki denetim sınırının dışında tutması kabul edilemez.

İHAS ile güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklere ilişkin ihlal iddialarını değerlendiren Anayasa Mahkemesi; ilke olarak hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması ile ilgili inceleme yapamayacağını, ancak bariz takdir hatası veya açık keyfilik içeren kararların bu kuralın istisnasını teşkil ettiğini kabul etmektedir. Dolayısıyla bu ilkenin ihlali; hukukilik denetimi kapsamında kalır ve bu denetim Yargıtay’ın denetim yetkisi dışında görülemez.

Yargıtay bu denetimi yaparken, kararların gerekçeli olması zorunluluğunu da dikkate alarak, maddi olayların gerekçede yeterince yansıtılıp yansıtılmadığını ve yansıtılan maddi olaylara ilişkin delillerin tartışılıp tartışılmadığını, bu tartışma yapılırken, doğa, mantık, deneyim ve hukuk kurallarına uyulup uyulmadığını incelemeli; eğer, gerekçede eksiklik, çelişki, yetersizlik varsa, hükmü bozmalıdır[6]. Bu çerçevede Yargıtay, istinaf mahkemesi gibi olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini denetleyen bir derece mahkemesi değil; uygulanması gereken hukukun ne olduğunu belirleyen bir hukuki denetim/bozma mahkemesidir[7].

Diğer yandan, yerel mahkemenin beraat kararı verdiği, ancak aleyhe istinaf incelemesi sonucunda sanık hakkında ilk kez mahkumiyet kararı verildiği hallerde, temyiz incelemesinin maddi sorunu bütünüyle gözardı edeceği kabulünden hareket etmek, temyiz kanun yolunu işlevsiz hale getirecektir. Bu görüş kabul edildiğinde, yerel mahkeme ile istinaf mahkemesi arasındaki bu büyük tenakuz, temyiz incelemesinde incelenmeyecek ve amacı maddi gerçeği araştırmak olan Ceza Muhakemesi Hukuku, bu işlevini yerine getirme olanağını yitirerek adalete hizmet ettiğini de doğrulayamacaktır.

Bir davada; sanığın mahkumiyetine esas alınan deliller somut şüphe nedenlerini bertaraf edemeyen, sübjektif değerlendirmeye müsait nitelikte olabilir. Bu sebeple, delillerin değerlendirilmesinde bariz takdir hatasına veya açık keyfiliğe düşen istinaf mahkemesi kararı hukuka aykırı ise bozulmalıdır. Olayın gerçekleşmesine ilişkin aydınlatılmamış esaslı konular olmasına rağmen mahkumiyete hükmetmek, şüpheden sanık yararlanır ilkesine ve hukuk kurallarına aykırılık teşkil edeceği gibi, şüphenin yenilmediğinin anlaşıldığı durumda kanun yollarının anlamsız hale gelmesine yol açar. Ortada ispat edilmemiş bir iddia varsa, Yüksek Mahkeme evleviyetle in dubio pro reo adlı kuralı dikkate almalıdır. Aksi halde, sanığın ortaya yeni veya sahte delil çıkmadıkça kurtulabilme ihtimali ortadan kalkmış olacaktır. Oysa olağan kanun yolları; kesinleşmeden önce son aşamada da olsa, bu tür hataları bertaraf etmek için getirilmiştir. Bu sebeplerle, temyiz incelemesinde hukukilik denetiminin bir sonucu olarak maddi vaka değerlendirmesinin yapılması maddi gerçeği ortaya çıkarmak için zorunludur.

Nitekim Yargıtay 6. Ceza Dairesi’nin 12.04.2017 tarihli, 2017/1168 E. ve 2017/1046 K. sayılı kararına göre;

(…) Önce olay öğrenilmelidir. Maddi olayın tespiti, hukuki durumun tespitidir. Olayın faili ve bunun ceza hukuku karşısında sorumluluğu öncelikle olayın belirlenmesiyle mümkündür.

Olay ise deliller ile öğrenilebilir. Delillerin gösterdiği objektif bakımdan bir ihtimaldir. İhtimal belli dereceye gelince kanaat (kanı) olacaktır. (…)

Ceza muhakemesinin asıl amacı maddi gerçeği ortaya çıkarmaktır. Buna ulaştıracak araç ise delillerdir. Deliller; tarafların samimi açıklamaları, tanık beyanları, bundan başka kişilerin anlatımları, tutanaklar, özel yazılı açıklamalar, görüntü ve/veya ses kayıt eden açıklama ve belirtiler şeklinde ayrıma tabi tutulabilir. Suç konusu ve/veya alet olayın parçası iken, olay yerinde kalan her türlü iz ve eser belirti delil olup, olayı temsil eden dolaylı delildir. Bütün isnat araçları delildir. Soyut olarak deliller eşdeğerdedir. Eylem veya eylemlerin bir suç olup olmadığının belirlenmesi için eylemin olup olmadığı kanıtların yorumu ile saptanır. Hakim hangi kanıtı nasıl yorumladığı ve sonuca ulaştığını gerekçede açıklar. Gerekçedeki mantıksal kronolojik dizi ise; iddia, savunma, kanıtlar, kanıtların yorumu ve sabit kabul edilen eylem; ihlal edilen norm ve bunun yorumu ile ulaşılan sonuçla hüküm şeklinde olmalıdır.

Olay mahkemesinin hükmünü inceleyen bir üst mahkeme kararın tümünü incelemelidir. Tümünün incelenmesinden kasıt; olayın, maddi ve hukuki boyutunun tekrar incelenmesidir. Maddi meselenin dosyaya giren deliller üzerinden kontrol edilmesiyle mümkündür.

Maddi meseleye dair hususlar;

1- Maddi tespitlerin tam ve çelişkisiz olup olmadığı,

2- Olayın başka bir şekilde gelişme ihtimali bulunup bulunmadığı,

3- Tecrübe kaidelerine ve mantık kurallarına aykırılıkların mevcut olup olmadığı,

4- Eksik tahkikat yapılıp yapılmadığı,

5- Mahkemenin takdir yetkisini yerinde kullanıp kullanmadığı, yönlerinin denetlenmesi ile mümkündür.

Olay mahkemesinin inanarak verdiği kararı üst mahkeme incelemesinde tümünden sonuca varır.

Maddi ve hukuki sorun birbirine sıkı sıkıya bağlı olup maddi durumun tespiti hukuki durumun da tespitini oluşturur.

Yargıtay kural olarak, olay yargılaması yapmadığı için ‘doğrudan’ olay değerlendirmesi yapamayacaktır. Ancak olayla ilgili hukuk kuralına riayet edilmediği için olay değerlendirmesi usul hükmüne aykırı olduğundan ve vicdani kanaat ile hüküm verilirken denetim dışı bırakılan hususlar ihlal sonucunu doğuracağından hukuki yerindelik denetimi gereklidir (…)”.

Özetle;

Temyiz nedeninin sadece hukuka aykırılık olabileceği, hukuka aykırılık hallerinin, işin esasına etkili olup olmadığına göre dikkate alınan nisbi ve her durumda dikkate alınan kesin aykırılıklar olarak ayrıldığı, temyiz başvurusunda hükmün hukuki yönüne ilişkin bozma sebebinin gösterilmesi gerektiği, temyiz sebebi içermeyen temyiz dilekçesinin reddedileceği tartışmasızdır.

Kanun koyucu açık bir şekilde, temyiz başvurusunda ve süresinde hükmün hukuki yönüne ilişkin temyiz sebeplerinin gösterilmesinin zorunluluğunu öngörmüştür. Dolayısıyla temyiz incelemesi, hukuk kurallarının somut olaya doğru uygulanıp uygulanmadığına ilişkindir. Ceza Muhakemesi Hukukunun temel prensiplerinden birisi olan “in dubio pro reo/şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin somut olaya hatalı şekilde uygulanıp uygulanmadığı da bir hukuk kuralının denetimine ilişkindir. CMK m.288/2’de hukuka aykırılık, bir hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış uygulanması şeklinde tarif edilmiştir. Maddede; şekli olarak “kanun maddesinden” bahsedilmemiş, isabetli bir şekilde hukuk kurallarının bütününe işaret edilmiştir ki, “şüpheden sanık yararlanır” evrensel nitelik taşıyan bir hukuk ilkesi ve kuralıdır. Nitekim kanun koyucunun CMK m.288’in gerekçesinde; hem hukuka aykırılık ifadesinin temel ilkeleri de kapsayacak şekilde geniş yorumlanması gerektiğine ve hem de delillerin yanlış değerlendirilmesinin hukuka aykırılık kapsamında olduğuna dikkat çekmesi, “in dubio pro reo/şüpheden sanık yararlanır” ilkesine aykırılığın, Yargıtay tarafından “hukuka aykırılık” denetimi kapsamında tespit edilebileceği görüşümüzü desteklemektedir.

Bu nedenlerle; Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 11.07.2018 tarihli, 2018/1268 E. ve 2018/3372 K. sayılı kararının oyçokluğu görüşüne katılıyor, kararda yer alan muhalefet şerhine iştirak etmiyoruz. Yargıtay 13. Ceza Dairesi’nin 19.04.2018 tarihli, 2017/4876 E. ve 2018/6172 K. sayılı kararında oyçokluğu görüşüne katılmıyor, karşı oy görüşüne iştirak ediyoruz.

.

Prof. Dr. Ersan Şen

Stj. Av. Filiz Demirbüker

.

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

-----------------------------

[1] Aynı karşı oy gerekçesi; Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 03.10.2018 tarihli, 2018/2112 E. ve 2018/3879 K. sayılı kararında da yer almaktadır.

[2] Ceza Muhakemesi Kanunu Tasarısı madde gerekçeleri, m.319 (CMK m.288’i karşılamaktadır). www.ceza-bb.adalet.gov.tr/mevzuat/cmkmaddegerekce.doc

[3] Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 11.06.2013, 2013/9-241 E. ve 2013/293 K. sayılı kararı.

[4] Yargıtay Ceza Genel Kurulu 05.03.2013 tarihli, 2012/1-1289 E. ve 2013/84 K. sayılı kararı; Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 25.10.2011 tarihli, 2011/4796 E. ve 2011/6233 K. sayılı kararı; Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 04.10.2011 tarihli, 2011/10-159 E. ve 2011/202 K. sayılı kararı.

[5] Anayasa Mahkemesi Genel Kurul Kararı; Suat Özen, Başvuru No: 2012/1144, 8.04.2015, p.37.

[6] Sami Selçuk, “Temyiz Denetiminin Sınırları ve Bu Sınırlara Uymamanın Kaçınılamaz Sancılı Sonuçları/Açmazları/Tehlikeleri” Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Nur Centel’e Armağan, C.19, S.2, 2013,s. 336.

[7] Ibid.