Suç politikası en genel tanımıyla devletin ceza hukuku alanındaki etki ve faaliyetlerini ifade etmektedir. Suçun topluma verdiği zararın önlenmesi için devlete tanınan cezalandırma yetkisi hem yasa koyma hem de ceza yargılamasının ne şekilde yürütüleceğini düzenleme anlamında yasama organına ait bir görevdir. Bir suç dünya genelinde farklı şekilde cezalandırılabilmektedir. Hırsızlık, yağma, öldürme, yaralama tüm dünyada kabul edilen suç tipleridir. Ancak aynı şekilde cezalandırılmamaktadır. Devletin suç politikası bu suçlarla nasıl mücadele edileceği, suç işleyen kişinin nasıl yargılanacağı ve ne şekilde cezalandırılacağı ile ilgilidir. Bu devletlere egemen olan anayasal ve felsefi ilkelere göre değişiklik göstermektedir. 

İktidarların temel felsefesi ceza hukukunu da doğrudan etkilemektedir. Hem suç tiplerinin belirlenmesi hem de ceza yargılamasının ne şekilde yürütüleceğini düzenleyen muhakeme kuralları bu konuda önemli bilgi vermektedir. Örneğin işlenen pek fena bir öldürme fiili karşısında toplumda oluşan infial ve nefret duyguları karşısında idam cezasının gündeme gelmesi buna örnektir. Ülkemizde bu tip suçlar karşısında yürütmenin idam cezasını kabul edeceği anlamına gelen açıklamaları gerçekten ilginçtir. Mevcut siyasi durumda yürütmenin istediği bir yasal düzenlemenin yapılmama ihtimali neredeyse yok denecek kadar azdır.  Buna rağmen bu konuda adım atılmamaktadır. Ayrıca idam cezasına karşılık gelmesi gerektiği düşünülen suç tiplerinde, cezaların geriye yürümezliği ilkesi yokmuşçasına yorum yapılması, Türkiye açısından bağlayıcı olan uluslararası sözleşmelerin yok sayılması şüphesiz popülist bir tavırdan başka birşey değildir. Bu tip söylemlerin sadece iç siyasate yönelik olduğu, devlet yönetiminden bağımsız bir propoganda aracı olarak kullanıldığını söylemek haksızlık olmayacaktır.

İşin ilginci bu tip söylemlerin varlığına rağmen cezaların infazı hususunda hükümlüler lehine ardı ardına düzenlemeler de yapılmaktadır. Açık cezaevlerine geçişin kolaylaştırılması, koşullu salıverme süresinin kısalması, denetimli serbestlik rejimiyle birlikte tahliye olma imkanıyla fiili bir durum oluşturulması gibi örnekler vermek mümkündür. 

Ülkemizde ceza kanunlarında ve muhakeme kurallarında sık sık değişiklik yapıldığı görülmektedir. 2002 yılında iktidara gelen mevcut hükümet bu dönemde ceza hukukunda temel hak ve özgürlükleri öne çıkaran söylemlere sahipti. Düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik suçların azaltılması, yeni bir ceza kanunuyla yeni bir başlangıç yapıldığının söylenmesi, mahkemelerde liberal rüzgarların estirilmesi, en azından yargı organlarının bu konuda özgürlük yanlısı yorum yapmasına imkan veren bir politik havanın hakim kılındığını söylemek mümkündür. Ancak bu olumlu rüzgarlara rağmen özellikle yargı mensuplarının görevlerini kötüye kullanarak birçok soruşturma ve dava açtığını da yakından gördük. Özellikle tutuklamanın ve ceza hukukunun adeta bir sindirme aracı olarak kullanıldığını da gördük. 

İşin ilginç yanı bu tip davalar devletin bir suç politikası varmışçasına pazarlanmıştı. Neredeyse tüm kanallarda bu yapılanların darbecilerle mücadele anlamına geldiğine yönelik binlerce propaganda faaliyeti icra edilmiş ve vatandaşların iktidara güvenmesi gerektiği zihinlere kazınmıştı. Tabii ki beni tek ilgilendiren adaleti tesis etmekle yükümlü olan yargı organlarının kaynağı şeffaf olmayan amaçlar uğruna suistimal edilmesidir. 

Yıllar sonra bu yapılanların ABD ile Türkiye arasındaki tezkere krizinin rövanşı olduğuna dair yorumlara dahi rastladık. Böyle bir durumda devletin bir suç politikası olduğunu söylemek her halde mümkün değildir. Devletin suç politikasından bahsedebilmek için devlet içinde devletçiklerin olmaması gerekir. Ancak halen yaşadığımız süreç devlet içinde çetelerin, terör örgütlerinin cirit attığı gerçeğini gösterdi. Ordu ve yargıda kadrolaşan militanların devletten bağımsız bir suç politikasını yürüttüğüne şahit olduk. 

İktidarın tutarlı bir suç politikasının olduğunu söyleyebilmek için iktidarın tutarlı bir insan algısının olması gerektiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu insan algısının hükümete, iktidara, yönetenlere yakınlıkla veya uzaklıkla bir alakası yoktur.

Kitlelere hakim olan ceza şehvetinin adaletle doğru orantılı olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu yüzden popülist yaklaşımlar, hele hele günü kurtarmacı yaklaşımlar ceza hukuku için en tehlikeli bir hastalık olarak görülmektedir. Kuvvetler ayrılığı bağlamında yasama ve yürütmenin yargı organları tarafından icra edilen işler karşısında yapabileceği tek şey gerçeklik ve bilimsellik algısının dışına çıkmamaktır. Aksi takdirde yasama ve yürütme yargı organı tarafından icra edilen fena işlerin propoganda aracı haline dönüşür. Ülkemiz bu süreci çok acı bir şekilde yaşamıştır. 

Ceza hukukunun sermayesi insandır. Bir insanın hatalı bir şekilde cezalandırılması telafisi mümkün olmayan bir zarara neden olur. Giden zamanı geri getirmek mümkün değildir. Hukuktaki hatalar eğitim zayiatı olarak görülemez. Hukuku uygulayanlar zaten eğitilmiş, hikmetle donatılmış, tarafsızlık duygusuyla görev yapabilecek kadar erdemli olmalıdır. Bu ütopik bir beklenti değildir. Hukukçunun olmazsa olmazı bu insani aygıtlarla donatılmış olmasıdır. Bu erdemleri törpüleyebilecek siyasi baskı ve müdahaleler hiç şüphesiz hukuku bir sindirme aracına dönüştürmekten başka bir işe yaramayacaktır. 

Türkiye’de son 15 yılda yapılan yasal değişikliklere tek tek bakarak tutarlı bir suç politikasına sahip olduğumuzu söylemek mümkün değildir. Bir yandan cezalar arttırılırken diğer yandan infaz kurallarının gevşetildiği süreçte tutarlı bir suç politikası olduğunu söylemek de mümkün değildir. 

Basit bir örnek vermek gerekirse ihaleye fesat karıştırma suçları kamu zararına bakılmaksızın alt sınırı 5 yıl olarak düzenlenmiş iken yapılan yasal değişiklikle kamu zararı oluşmaması durumunda cezaların 10 Aya kadar indirilebildiği yasal düzenleme yapılmıştır. 

Adeta Fenerbahçe Operasyonu için özel olarak kullanıldığını düşündürecek emareler olan şike suçları da 6222 Sayılı Kanun ile başlangıçta alt sınırı 5 yıl, üst sınırı 12 yıl olacak şekilde düzenlenmişti. Yaşanan gelişmeler ve davada Fetullahçı Terör Örgütü mensuplarının etkin rol oynadığının anlaşılması üzerine 6250 Sayılı Kanun ile suça karşı verilecek ceza 1 ile 3 yıl hapis cezası olacak şekilde yeniden düzenlenmişti.

İç İşleri Bakanımızın cezaların ve polisin yetkilerinin arttırılması anlamına gelen söylemleri Adalet Bakanlığı düzeyinde yargılama standartlarının iyileştirilmesi politikasıyla eş zamanlı yaşanmaktadır. 

Bu tip örnekleri saymak mümkündür ve bunlar kesinlikle istisnai durumlar değildir.

Cezaların arttırıldığı, bazılarının indirildiği, tutuklamanın zorlaştırıldığı, fiili müdahale ile kolaylaştırıldığı ve adettendire dönüştürüldüğü bir süreçte ceza hukukunun güçlenmesi de mümkün değildir. Ceza hukukunun güçlenmesinden kastımız hata oranının en aza indirildiği ceza muhakemesi sistemidir. Çay içip çekirdek çitleyerek idam izleyenleri mutlu etmek değildir.