Gündemi meşgul eden ve kamuoyunda endişe ile karşılanan özellikle kadına yönelik şiddet ve cinsel istismar/saldırı davalarında toplumda adeta bir “cezasızlık” algısı oluşmakta, adalet sisteminden beklenen “suç işleyen kişinin cezalandırılacağı” kuralı maalesef yargılama sistemimizdeki aksaklıklar nedeniyle göz ardı edilmektedir.

Ülkemizde adalete, kişi hak ve özgürlüklerine yönelik tehditler artık ciddi boyutlara ulaşmıştır. Özellikle kamuoyunun ilgisini çeken soruşturma ve kovuşturmalarda izlenen usul ve yine yargılamalarda yapılan hatalar, uzun yargılama süreleri, sürekli olacak şekilde yürütme tarafından kısmi af düzenlemeleri yapılarak torba kanunlar çıkarılması, toplumda cezasızlık algısı oluşturmakta ve bu durum kişi/kişilerin çeşitli sosyal platformlarda adalet arayışına girmesine neden olmaktadır.

Öncelikle belirtmeliyiz ki, çeşitli torba kanunlarla ya da İnfaz Kanunu’na dönemsel olarak getirilen birtakım ceza indirimi içeren düzenlemelerle kısmi af uygulamalarının yapılmasına, bu yolla toplumda “cezasızlık” algısı yaratılmasına ve adalet sisteminden beklenen “suç işleyen kişinin cezalandırılacağı” normunun hiçe sayılmasına tümüyle karşıyız. Ayrıca kriminolojik değerlendirmeler ve ceza bilimi açısından bazı suçları işleyen kişi/kişilerin cezasını tam olarak çekmeden ve ceza adaletinden beklenen ıslah mekanizması tam olarak çalıştırılmadan serbest bırakıldığında aynı ya da farklı suçları tekrar işlediği görülmektedir.

Ancak özellikle tutuklama tedbirinin uygulanmasında, kişi hak ve özgürlüklerin özüne zarar verecek şekilde keyfi tarzda uygulamalara, uzun yargılama, dört-beş aya varan duruşma ertelemelerine ve uzun tutukluluk sürelerine maalesef sıklıkla rastlamaktayız. Bu amacı aşan uygulamalar elbette ki 1982 Anayasası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan kişi özgürlüğü ve güvenliği ile adil yargılanma hakkının ihlali anlamına gelmekte, telafisi güç ve imkânsız zararların doğmasına neden olmaktadır.

1982 Anayasası’nın 2. maddesi ile “hukuk devleti ilkesi”ni benimsemiş ülkemize hiç yakışmayacak, hukuk ve adaletten tamamen uzaklaşmış uygulama ve yaptırımlar, bugün kamuoyunda da ses getiren yargılamalarda karşımıza çıkmakta, demokratik bir hukuk devletinde olmazsa olmaz olan yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, hukukun üstünlüğü ve dürüst yargılanma ilkeleri adeta katledilmekte, dolayısıyla sosyal medya aracı kılınarak toplumsal tepki ve itirazlar kamuoyu tarafından dile getirilmektedir.

Önemle belirtmeliyiz ki; hiç kimse ve hiçbir kurum hukukun üstünde değildir. Herkes, hukuk kurallarına bağlı olmak ve bu kurallar gereğince hareket etmek zorundadır. Hangi yer ve makamda olursa olsun hukukçu, hukukun üstünlüğünü kabul etmek, önyargılı davranmamak, hukukun evrensel ilke ve esaslarına bağlı kalmak, kararlarını da maddi gerekçelere dayanmak suretiyle tarafsız bir şekilde vermek zorundadır. Hukuk devletinden beklenen eşitlik ve adalet ancak bu sayede korunabilir ve yine bu şekilde Anayasa m. 138 ile güvence altına alınan yargı bağımsızlığından bahsedilebilir. Bir suç şüphesi altında gözaltına alınan, yargılanan kişi ya da kişilere uygulanacak yaptırım, bu yetkiyi kullanan mercilerce somut, tutarlı gerekçeler gösterilerek uygulanmalı, hukuk ve ceza normları hiçe sayılmamalıdır.

1982 Anayasası m. 138/2 hükmü uyarınca; hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere müdahale edemez, hiç kimse mahkeme ve hakimlere emir ve talimat veremeyeceği gibi genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde de bulunamaz. Yine Anayasa m. 9’a göre; yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. Devlet dahil herkes mahkeme kararlarına uymak zorundadır.

Yargı makamlarının hiçbir kişi ya da kurumdan etkilenmeden, somut olayın özelliklerini dikkate alarak, bağımsız ve tarafsız şekilde karar vermeleri bir cesaret işi olmayıp, hukuk kurallarını uygulayan hâkimden beklenen olağan bir durumdur. Suç isnadı altında kalan kişinin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/2 maddesi ve 1982 Anayasası’nın 387/4 maddesi gereğince “masumiyet/suçsuzluk ilkesi” güvencesinden faydalanacağı, suçluluğu kesinleşmiş bir mahkumiyet hükmü ile sabit olmadıkça masum sayılacağı, ceza soruşturması ve kovuşturması sırasında 1982 Anayasası’nın 36/1 maddesinde de yer alan “adil/dürüst yargılanma hakkı” ilkesinden kaynaklanan tüm haklara sahip olacağı gözden uzak tutulmamalıdır.

Şüpheyi bertaraf edecek nitelikte sağlam delillerin sunulması, dürüst bir adalet sisteminden beklenen en önemli umuttur. Ancak ne yazık ki uygulamada, birtakım varsayımlardan hareketle keyfi ve soyut suçlamalar yöneltilmekte, mahkeme kararları belirli kişi ya da kurumların, sosyal medyanın onayına sunulmakta, yürütmenin ve sosyal medyanın yargıya müdahalesi özellikle kamuoyunun ilgisini çeken davalarda sıradan, alışılmış bir uygulama haline gelmekte, yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, dürüst yargılanma hakkı, hukuk metinlerinde ve ceza normlarında düzenlendiği şekilde işlememektedir.

Özellikle biz hukukçular hukuku yorumlarken hiçbir parti ya da siyasi görüşün etkisinde kalmamalı, sadece somut gerçekleri ve hukuk normlarını dayanak almalı ve bu gerçekleri yontup biçmeden hukukun evrensel ilke ve esasları çerçevesinde somut olayı değerlendirmeliyiz.

Hakkında kesinleşmiş bir mahkeme kararı ya da soruşturma olmaksızın birtakım varsayımlardan ve zorlama isnatlardan hareketle gözaltı tedbirinin kişi/kişilere karşı bir silah olarak kullanılması, toplumun hukuka olan inancını ortadan kaldıracak, suçsuzluk/masumiyet karinesi altındaki kişilere yönelik keyfi uygulamaların önünü açacaktır. Bu durum emir ve talimat alınarak harekete geçilen, sonucu belli, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkelerinden uzak soruşturma ve yargılamaların esas teşkil etmesi anlamına gelir ki, yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı bir ortamda ne hukuk devletinden ne de demokrasiden söz edilemez.

Sonuç olarak, artık teamül haline gelmiş “torba yasa” adı altında çeşitli suçları kapsayan af yasalarının çıkması toplumda “suç işlersem ceza almam, nasıl olsa af çıkar” algısının oluşmasını sağlamakta, bu durum özellikle kamuoyu vicdanını etkileyen kadına yönelik şiddet, çocuğun cinsel istismarı gibi suçlarda toplumda infial yaratmakta ve adaletin hakkı ile yerine getirilmediğini düşünen toplum sosyal mecralarda hak arayışına girmekte, henüz suç işlediği kesin olarak ispat edilen ya da edilememiş olan kişi/kişilere yönelik tutuklama talepleri dile getirilmektedir.

Bu durum linç kültürünü de beraber getirmekte, maalesef ki bağımsız ve tarafsız olması gereken yargının yetki alanına müdahale edilmekte, en önemlisi de bir takım zan ve tahminlerden hareketle henüz hakkında kesinleşmiş bir yargı kararı olmayan kişi/kişiler henüz yargı önüne çıkmadan toplum önünde cezalandırılmakta, bu durum telafisi güç ve imkânsız zararların doğumuna neden olmaktadır.

Oysa ceza ve adalet sisteminden beklenen; suç isnadı altında bulunan kişilerin evrensel hukuk ilkeleri gözetilerek makul sürede, adil ve tarafsız bir şekilde yargılanmasıdır. Kanaatimizce, ancak bu yolla adalet ve toplumsal barış yeniden tesis edilecek, kamu düzen ile güvenliği sağlanacaktır.

Doç. Dr. Murat Volkan Dülger

Av. Ruhsar Köse

--------------------------

* Avukat, Doç. Dr., İstanbul Aydın Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı,

* Avukat, L.LM, İstanbul Barosu,