“Merak ilmin hocasıdır”  derler ya, elbette öyle. Bazen merak, “akılsız başın cezasını ayaklar çeker” dedirtiyor insana. Ben, bir yöreye ilk defa gitmişsem, o yörenin en bilinen nesi varsa tatmak, görülesi yerlerini görmek, tarihi hikayelerini duymak, yöreye has renkleri görmek, insanının tabiatını öğrenmek isterim.

Olur olmadık sapa yerlerde dahi olsa yolların götürdüğü yere gitmek hele hele bordomsu kahverengi tabelaların işaret ettiği yolların götürdüğü tarihi mekanlara uğramadan geçemem. Uzun yola çıkıyorsam ona göre daha erken çıkarım yola. Kendimi biliyorum çünkü. Tabi bu sebeple    yollarda gece konaklamalı ilerlediğim de çok olmuştur.

Tatilimin yarısı dinlenmekle geçiyorsa, yarısı da yol güzergahındaki uğrak mekanlarını keşfetmekle geçer. Bazen yukarıda andığım ikinci sözün özü kulaklarımda çınlasa, ayaklarım sızlasa da her zaman keşfettiğim mekanların anlattığım şekilde tadına varmaya, hayatı o mekanlarda durdurmaya, durduramazsam da dinginleştirmeye çalışırım.

Bir ara Frig vadisinde, Frig Mağaraları tabelasının peşine düştüğüm aklıma geldi şimdi. Dağ tepe köy köy, benzin ha bitti ha bitecek, ‘bu defa gerçekten ayaklarım öz hakiki biçimde çekecek çekeceğini’ umursamazca gülümseyerek dere tepe yol aldığımı dün gibi hatırladım… Onca zahmetten sonra yine de bulmuştum Frig mağaralarını ama… Kütahya yönüne doğru giderken, baraj gölünün kıyısında gördüğüm kısmen suyun altında kalmış olan mağaralara gittiğimi zannediyordum ama gelirken ters yönden gördüğüm tabelaya saptığım için, toprak yol bambaşka Frig Mağaralarına götürmüştü beni. Friglerin ve yaşam alanlarının da hak ettiği ilgiyi görmediğini binlerce yıllık bu mağaralara hiçbir değer verilmediğini tabelasının götürdüğü yerde üzülerek görmüştüm. Neyse asıl meselemize geçelim…

Anadolu’nın bir çok yöresine yayılmış binlerce yıllık antik kentleri gezmek, Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemi eserlerinin izini sürmek, taş, mermer, ahşap işçiliklerindeki detaylarda kaybolmak bana tarif edilmez bir haz verir. Selçuklu ve Osmanlı yakın dönem olduğu için, bu döneme ait eserleri, genelde halen yaşamın olduğu şehir ve ilçelerde tek tük veya dağınık halde görebiliyoruz.

Roma ve daha önceki dönemden ise; bazı ana yapıları hariç birer yıkıntı olarak dahi olsa, komple bir şehir olarak kalan bir çok antik kent bulunmaktadır. Deprem gibi tabii afetler, savaşlar, şehirlerin önemini yitirmesi vs gibi sebeplerle Anadolu’daki antik kentlerin çoğunda ise bin yıldan fazla bir süredir yaşam son bulmuş durumda. Bu topraklarda, zaman geçtikçe bir çok şehir böylece unutulmuş hatta toprak altında kalmış. 

Depremler ve tabii afetlerle tamamen boşalmış komple bir şehir olarak günümüze kalan antik kentlerden biri de Muğla’da Datça yarımadasının güney ucunda bulunan Knidos Antik Kenti’dir.

Anadolu, binlerce yıl bir çok medeniyete beşiklik etmiş, halen keşfedilmemiş, ya da keşfedilse dahi halen tam olarak gün yüzüne çıkarılmamış antik kentler açısından çok bereketli bir coğrafyaya sahip. Ekranlardan sık sık duyarız; inşaat hafriyatı yapılırken, yol inşaatında, metro kazısında vs. kepçelerin binlerce yıllık yapılara, mahzenlere, lahitlere vs değdiğini, bir çok yörede tarihi eserlerin umulmadık şekilde ansızın bu şekilde gün yüzüne fışkırıverir.

Bizde arkeolojiye Cumhuriyet dönemi sonrası önem verilmeye başlanmış ve antik kentler de bu dönemde koruma altına alınmıştır.

Avrupa’da 1700’lü yıllarda sonraki tarihi eser koleksiyonculuğunun revaçta olduğu dönemde, İngilizlerin kurduğu Dilettanti Cemiyeti’nin sağladığı maddi desteklerle özellikle 1736-40 yılları arasında Ege coğrafyasındaki antik kentlere keşif gezileri düzenlenmeye başlar. Derken Fransızlar da bu kervana katılırlar. Keşif gezileri zamanla talan gezilerine dönüşmeye başlar. 1800’lerin başından itibaren arkeolojinin bir bilim dalı olarak gelişmesi ile keşif! gezileri, arkeolojik inceleme adı altında yapılmaya başlanır.

DATÇA’YA NİYE DAHA ÖNCE GİTMEMİŞİM DİYE HAYIFLANMAK…

ESKİ DATÇA SOKAKLARINDA DURAN ZAMAN…

NURLU DATÇA BADEMİ, BADEMLİ ZEYTİN, KAVALA KURABİYESİNİN HASI

KNİDOS’A YOLUM NASIL DÜŞTÜ?

YOLLAR, YOLLAR, YOLLAR…

Keşif ve arkeolojik inceleme adı altındaki talanlardan en çok nasibini alan! antik kentlerden biri de Knidos Antik Kenti maalesef. Tarihe ve tarihi eserlere merakım olmasına rağmen Knidos’u tamamen rastgele keşfettiğimi itiraf ediyorum. Ve yine utanarak söylüyorum ki; yolum(u) oraya düş(ür)meden önce ne böyle bir şehirden ne de Knidos’un tarihteki öneminden haberdardım.

Knidos’u nasıl keşfettiğimi, nasıl gidiliri, neler görülürü anlatayım biraz da.

Otelden öğleye doğru çıkış yaptık. Marmaris civarındaki bir haftalık tatilimiz bitmişti. Ana yola çıkarken sağa gidip Muğla tarafına mı yoksa sola sapıp Datça’ya mı? Tabii ki buraya kadar gelmişken Datça’yı da görelim diye düşünüyorum ve direksiyonu kıvırıyorum Datça’dan yana. İlk defa Datça’ya gidiyorum.

Yollardaki muhteşem manzaraları anlatamam. Gözlerinizin yeşile ve maviye doyamadığı keyifli bir yolculuk ve Datça’ya varıyoruz.

Datça merkezine inmeden hemen önce sağ tarafta Knidos diye bir tabela görüyorum. Hımm Knidos çok bir şey çağrıştırmadı. Ama merakımı cezbeden bu kahverengi tabela, ben yanından hızla geçerken, hızlı hızlı göz kırpıp, aklıma bir kanca atıverdi hemen…

"Tanrı uzun ve sağlıklı yaşamasını istediği kullarını Datça’ya gönderirmiş!" Antik çağın ünlü coğrafyacısı ve Geographıka kitabının da yazarı olan Amaseialı (Amasya) Strabon’a (M.Ö.64-M.S.24) atfedilen bu söz, antik dönemden beri Datça topraklarının ne kadar zengin bir kültüre ve iklime sahip olduğunun en önemli göstergelerinden olsa gerek.

Datça merkezin iniyoruz. Datça’yı hızlıca dolaşıp hemen yola koyulmalıyız, yolumuz uzun. Evet bu hızlıca kelimesini yanlış yerde kullanmışım. Yavaş yavaş, sindire sindire gezmek ve yaşamak lazımmış Datça’yı. Vakit darlığına gelmeyecek bir dinginlikte eski Datça sokakları, rengarenk sardunyalarla dolu pencereleriyle, pembe sarmaşık begonvillerin kapladığı bir iki katı geçmeyen taş evler insana bambaşka bir dinginlik ve huzur veriyor.

Böyle yol üstü olmayan, henüz betona gömülmemiş Cennet gibi bir yere, yol üstünde geçerken uğrayıvermiş gibi yapma yanlışına düştüğümüz için, vakitsiz gelmekle çok yanlış yapmışız çok diye hayıflanıyoruz.

Datça iyi ki de yol üstü bir yer değil, iyi ki ordan öte yol yok, iyi ki buraları bari doğal kalmış diye seviniyoruz. Ama yola koyulmalıyız. Büyük şehrin heyulası bizi bekliyor maalesef…

Hızlıca bir kaç dükkana girip, zeytin, zeytinyağı, dağ kekiği, defneli sabun falan alıyoruz.

O da ne; yeşil zeytin içinde Datça Bademi. Yok böyle bir tat. Bir kavanoz da portakallı yeşil zeytin lütfen… Tabii hemencecik kahvaltı sefasını hayal etmeye başlıyoruz!

Sokakta bir yer daha keşfediyoruz. Yediğim en güzel Kavala Kurabiyesi, bol ama bol bademli.

Tavsiye üzerine yöresel ev yemekleri yapan bir lokantada karınlarımızı doyurduktan sonra Datça’nın çıkışına doğru hareket edip yola koyuluyoruz. Dedim ya yolumuz uzun, büyük şehrin heyulası açmış ağzını bekliyor bizi…

Datça merkezin çıkışındaki Reşadiye Mahallesinde bu defa solumda kalan Knidos tabelası bana yine göz kırpmaya başladı. Aynı yöne doğru Palamutbükü tabelası da var. Deniz mi tarih mi? Zaten bir haftadır denizdeyiz, tabii ki tarih. Hiç aklımıza da gelmedi ki biraz araştırsa idik netten. Ne dersiniz, Türkiye’nin en güneybatı ucuna yarımadanın sonuna Datça’ya geldik zaten şunun şurası, yakıncacık bir yerdir kesin! Hem istesek de daha öteye gidemeyiz, kıta sahanlığımız başlar hemencecik, kara parçamızın en ucunda acık ilerleyip hemen Knidos’u görüp tekrar yolumuza revan oluruz.

Bunları düşünmek, ‘he yaav bi koşu gidip görüverelim bari!’ kararına varıp Knidos tabelası istikametine sapmam saniyeler sürdü. Ve artık Knidos yolundayız. Yeni bir şeyler keşfedeceğiz. Ya da güzel bir yer kesin. İçimizde tarifsiz bir macera hissi…

Bu arada arabadakiler netten Knidos’u araştırmaya, resimlerini bulup, videolarını izlemeye başladılar. Evet Knidos bir antik kentmiş. Spartalıların soyundan gelen Dorlar tarafından M.Ö. 1000 yıllarında sistemli bir şehre dönüştürüldüğü söyleniyor. Milattan önce 3 binli yıllardan itibaren yaşam kalıntıları, 2 binli yıllardan itibaren de şehir kalıntıları varmış. Şehir zamanında dünyanın en zengin ve en meşhur 3 şehrinden biriymiş. Hititler, Spartalılar, Lidyalılar, Dor Şehir Birliği, Persler, Büyük İskender, Bergama Krallığı, Romalılar, Bizanslılar, (kısmen) Arap korsanlar, Menteşeoğulları Beyliği, Osmanlılar hakimiyet sürmüş bu şehirde. M.Ö. 4. ve 5. yüzyıllarda 100 bin nüfuslu olduğu bilinen Knidos, daha önceki yüzyıllardan itibaren yaşanan depremler sebebiyle M.S. 7. yüzyıldaki Arap baskınları sırasında 1000 li nüfuslara düşmüş. Vs. vs. bilgiler havada uçuşuyor.

Vaay güzel bir antik kent olmalı. Hele bir varalım gezeriz bir güzel diyoruz. Anayoldan çıktıktan sonra bir iki köyü geçiyoruz. Bundan sonra yolun dar ve virajlı olması sebebiyle mecburen yavaş ilerleyebiliyorum. Yol gittikçe daha keskin olmaya ve daralmaya başlıyor. Nerde bu Knidos? Arabadakilerin bakışlarını üzerimde hissediyorum. Nerden girdik bu yola ne gerek vardı dercesine…

Oflayıp puflamaların arasında hadi az kaldı şuracıkta olmalıydı derken bir köye daha rastlıyoruz. Köyün içinden geçerken yol boyunca o meşhur Datça Bademinin yetiştiği ağaçların neredeyse kuru dallarını görüp durmuştuk. O da ne? Sarı yazmalı köylü teyzeler birkaç çuval badem yığmışlar köyün içinde kabuklarından ayıklıyorlar. Çocukluğumda poyamların tadına bakarak o ağaçtan bu ağaca badem tarzanı gibi gezdiğim, çağla mevsiminden olgunlaşana kadar bolca badem hasadı yaptığımız günlerin nostaljisi ile hemen teyzelerin önünde duruyorum. Bademlerin yarı kurumuş yeşil dış kabuklarını ayıklıyor bir kadın. Diğeri de taşla tek tek kırıyor. Niyetim kabuklu badem almaktı ama kim kıracak şimdi!, hem yolda da yeriz deyip bir kilo taze badem içi alıyorum. Birkaç kilo da sadece dış kabukları ayıklanmış badem alıyorum. Kadın uyarıyor; kabuklu bademler daha yaş, hemen kırıp yemeyecekseniz poşette tutmayın içleri küflenmesin, bir tepsiye yayın kurusun diyor. Bademleri alırken tadına baktığımız için daha bizim taze iç badem tartılır tartılmaz başlıyoruz atıştırmaya. Bu ne lezzet. Gerçekten övüldüğü kadar var Datça bademi, hem de nurlu bademmiş… Hele daha kurumamış olan böyle tazesinin lezzeti bambaşka.

Hava çok sıcak. Atıştırdığımız bademlerin üzerine köyün çeşmesinde biraz serinliyoruz ve kana kana su içiyoruz. Hemen arabaya geçip yine Knidos yoluna revan oluyoruz. Neredesin Knidos? Allahtan bademleri almaya başladık. Herkes badem yemekle meşgul. Çok da yememek lazım. Kavisli yollarda bol bol frene basarken badem konusunda da frene basmalıyım diyorum. Durduk yere birde motoru bozmayalım! Radyo bir süredir Türk radyolarını doğru düzgün çekmiyor. Yunan radyolarına takılmaya başladık mecburen.

Ana yoldan Knidos yoluna saptığımızdan beri köyde de epey oyalandığımız için 1 saatten fazla süre geçti. Uzakta Datça yarımadasının en ucunu görüyoruz. Manzara muhteşem. Biraz daha ilerledikten sonra yolun sağında muntazam ve estetik kesimli taşlarla örülü sur kalıntıları belirmeye başlıyor. Ama burası gene Knidos’tan epey uzak ve tepelerde. Demek ki şehir buralara kadar uzanıyor diyoruz. Surlar öyle yüksek değil, sanki büyük kısmı toprak altında kalmış gibi. Biraz daha ilerledikten sonra yolun sağ tarafı tepeler ol tarafında turkuaz mavi deniz, yolun gittiği yönde harika bir manzara çıkıveriyor karşımıza. Güneşe doğru ilerliyoruz. Vakit ikindiyi geçmiş. Güneş, karşımda sol tarafta ana karadan ayrı gibi duran bir yarımada ile sağımdaki tepelerin devamı olan ana kara arasında sırt sırta vermiş iki hilal gibi duran koylarda ışıldıyor. Gözümü ilerlediğim yerdeki bu manzaradan ayıramıyorum. 

VE KNİDOS ANTİK KENTİ

Nihayet Knidos’a giriyoruz. Sol tarafımızda mercan rengine bürünmüş büyük koyda 5-6 tane tekne demir atmış. Birkaç tanesi yelkenli. Arabayı park ediyorum. Hemen koya bakan gayet iyi korunmuş bir tiyatro var. Antik Kent kazı alanı tel örgülere çevrilmiş. Küçük bir barakadan giriş biletlerimizi alıyoruz. Knidos bir açık hava müzesi. Ama etrafta yerlere dizilmiş kalıntılar ve bazı yapıların yarı belirsiz kalıntıları var. En net görülen yapı 5 bin (bir rivayete göre de 8 bin) kişilik küçük tiyatro. Daha üst kısımda tüm Dor şehirlerinin kutsal günlerde bir araya geldiği 20 bin kişilik bir tiyatro daha varmış. Ama sanırım daha ortaya çıkarılmamış. Büyük ise daha belirgin şekilde görmemiz gerekmez mi diye düşünüyorum. Ama ortada görünür bir büyük tiyatro yok. Stoa denilen kısım düz ayak neredeyse deniz seviyesinde. Şehrin diğer tarafları tamamen yıkıntı halinde veya halen toprak altındaydı. Hem ana kara hem de karşıdaki yarımaya yayılan şehrin karşılıklı birbirine bakacak şekilde bir çok terastan oluşarak kurulduğu anlaşılıyor. Girişte aldığımız küçük tanıtım kitapçıklarındaki, girmeden önce incelediğimiz şehir planı tabelasıyla benzer bir haritadan şehirde ne nerede çıkarmaya çalışıyoruz

Ana kara tarafında şehrin taraçalarına tırmanmaya başlıyoruz. Yukarıya çıktıkça manzara daha bir keyif vermeye başlıyor. İki koyu, ardında uzanan burnu, burnun sağ tarafında en uçtaki tepesinin üzerindeki beyaz deniz fenerini ve hepsinin arkasında sol tarafta Akdeniz’i, sağındaki Ege Denizini ve hemen dibimizdeymiş gibi görünen Yunan adalarını bir arada görmek çok güzel. Vaktimiz dar olduğu için şehrin daha üst kısımlarına tırmanamıyoruz. Aşağı inip küçük limanın kenarında kısmen kazı yapılmış ve sonra dibi su ile dolmuş kalıntılar arasında gezerken açık sarı krem renlerinde nergis çiçekleri görmeye başlıyoruz. Harika kokuyorlar. Kim bilir kaç bin yıldır buralarda açıyor bu çiçekler.

Bu arada güneş deniz fenerinin ucundaki burunun sağından Ege Denizi üzerinden batmak üzere. Muhteşem bir manzara. Keşke daha erken gelseydik, şu deniz fenerine de kadar tırmanırdık karşı tarafta da diye hayıflanıyoruz. Datça’ya da Knidos’a da tekrar gelmeliyiz diyoruz…

Bu arada saat yediyi geçiyor ve kazı alanından çıkıp, iki limanı birbirinden ayıran ama ana kara ile yarımadayı birleştiren bağlantı kısmındaki restoranda birer çay içip hafif bir şeyler atıştırıyoruz. Restoranda teknelerinden inip balık yemek için gelmiş birkaç kişi var. Etrafta neredeyse kimsecikler kalmadı..

Güneş denize dalmak üzere, ufuktaki seyrek bulutlar, denizle birleşiyor. Ufukta, turuncu, eflatun, mor, lila, pembe, mavinin harmanı var. Deniz yanıyor, ufuk yanıyor ve renk ahenk tütüyor adeta. Doyumsuz bir manzara. Knidosluların bu şehri niye buraya kurduklarını daha iyi anlıyoruz. Akıllı ve zevk sahibi insanlarmış diyoruz kendimizce.

NİÇİN BU YAZI?

Bu yazı için araştırma yaparken Knidos’un dünyada genellikle “Çıplak Afrodit” heykeli ile özdeşleştirildiğini, Türkiye’de ise Knidos Aslanı ve yine Çıplak Afrodit heykeli ile özdeşleştirildiğini gördüm. Elbette iki heykel de sanat tarihi açısından ve sembolik olarak çok önemli. Ancak Knidos’un dünya tarihi, tıp tarihi, belediyecilik tarihi, mimari tarihi, yağmacılık tarihi, ihmal tarihi, nemelazımcılık tarihi, ibret tarihi açısından çok daha dikkat edilmesi gereken ve anlam ifade eden yönleri de var. Knidos’u gezerken bunları da bilerek gezmeliymişim diye düşündüm. Bu topraklardan yağmalanan tarihi eserlerin, doğdukları ve yaşamaları gereken yere, Anadolu’ya tekrar geri getirilmesine, tarih bilincinin gelişmesine belki bir katkım olur düşüncesi ile ve araştırdıkça hayretlere düşerek, hayıflanarak, yer yer üzülerek bu yazıyı hazırladım. Umarım Knidos’tan, diğer bir çok antik kentten ve sair ören yerlerinden kaçırılan tüm eserlerimizi geri getiririz…

KISACA KNİDOS TARİHÇESİ:

Knidos Antik Kenti, tarih boyunca birçok farklı medeniyete ev sahipliği yapmış ve yer aldığı kıymetli konum nedeniyle de sayısız istilaya uğramıştır. Karyalılar tarafından kurulduğu iddia edilen bu kent, Dorlar ve Persler tarafından talan edilmiş ve yenilenmiştir.

Knidos Antik Kenti, (15. yy. da Osmanlı hakimiyetine girince Datça adını almış, Osmanlı’nın son padişahlarından Sultan Reşat döneminde Reşadiye adını alan, Cumhuriyet döneminde tekrar Datça adını alan yarımadanın) Datça Yarımadasının batı ucunda, Tekir Burnu ya da Deveboynu Burnu denilen yerde bulunan bir Karia yerleşmesidir.

MÖ 900’lerde özellikle Anadolu’nun güneybatı sahillerine göç ettikleri tahmin edilen Dorlar, Rhodos ve Kos adalarının yanı sıra Karia kıyılarına yerleşmiş ve burada yaşayan yerli halkla karışmıştır. Dor Heksapolisi’ni oluşturan altı kentten ikisi Halikarnassos ve Knidos’tur.

Knidos’a yerleşen Dorların Sparta kökenli olduğu bilinmektedir.

MÖ 394’te Rhodos, Samos, Ephesos, Knidos, Iasos ve Byzantion kentlerinin bir birlik kurduğu bastıkları sikkelerden anlaşılmıştır. İsmi bilinmeyen bu birlik muhtemelen Pers, Atina ve Sparta egemenliğinden kurtulabilmek için kurulmuştur. Eski kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmaz. Kısa zamanda dağıldığı düşünülür

Antik kentteki buluntular MÖ 2000’lere kadar uzanıyor. Buranın bilinen ilk yerli halkı Karyalılar ve en parlak dönem Dorlar zamanında yaşanmış. Dorlar MÖ 1000 yıllarında Trakya üzerinden güneye inmiş ve bugünkü Datça ilçe merkezinin 1.5 km kuzeydoğusunda Dor uygarlığının merkezi olan Knidos’u kurmuşlar.

Knidos, ticari nedenlerle MÖ 4. yüzyılda yarımadanın uç noktasına, bugünkü görkemli kalıntıların olduğu yere taşınmış. Strabon, buranın kıyı boyu ile önündeki adada kurulduğunu belirtiyor. Ada ile kara arasındaki deniz doldurularak, 2 ayrı liman elde edilmiş. Küçük limana Kuzey Liman denilmiş ve askeri amaçla kullanılmış. Güneydeki liman ise ticaret amaçlı kullanılmış. Liman ağzındaki mendirek ile Kuzey Liman’daki kulenin kalıntıları halen görülüyor.

Antik şehirde biri 20.000, diğeri 5.000 kapasiteli 2 tiyatro varmış. Güneyde, ticari limanın yakınında küçük tiyatro ve Akropol’de de büyük tiyatro varmış. Bugün bu yapıların taşlarını göremiyoruz, çünkü taşlar ve mermerler 19. yüzyılda gemilerle götürülmüş. Bugün Knidos gezilerinde dikkat çeken bir başka nokta ise, mevsimleri ve zamanı gösteren güneş saati.

Herodot’a göre Spartalılar, Knidos‘u bir koloni kenti olarak kabul etmiş. Daha sonra Lidya egemenliğine giren Knidos, MÖ 546’da Lidya Devleti’nin Persler’in eline geçmesinin ardından Pers egemenliğine girmiş. Knidoslular daha sonra Büyük İskender’e boyun eğmiş, fakat bu dönemle ilgili pek ayrıntılı bilgi bulunmuyor. Roma İmparatorluğu ile Seleukos Krallığı arasındaki savaşta Roma‘nın tarafını tutan Knidos, Bergama Krallığı’na katılmış.

Bin yıla akın 100 binden fazla nüfusu olan, Bizans’ın ilerleyen dönemlerinde ise bir yandan depremler, diğer yanda korsan saldırıları ile güçsüz kalan kenti, MS 7. yüzyılda tümüyle terk edilmiş ve nüfusu da 1.000’lere inmiş. Knidos, XI. ve XII. Yüzyıllarda yaşanan Arap akınları ve yaşanan şiddetli depremler de olmasa belki bugün halen yaşayan bir kent olacaktı.

Knidos antik kenti, Halikarnasoslu (Bodrum) Heredot ve Amaseialı (Amasya) Strabon’un da uğradığı (hatta yaşadığı) yerlerden olmuştur. Tarih ve coğrafya alanlarında önemli eserler bırakan bu iki önemli şahsiyet, Knidos kenti ve önemi hakkında yazmış ve günümüze dek ulaşan önemli bilgiler vermişlerdir.

TIP TARİHİ AÇISINDAN KNİDOS:

Datça’ya en yakın Yunan adalarından olan Kos (İstanköy), antik Yunan döneminde modern tıbbın kurucusu/babası Hipokrat’ın (MÖ 5.- 4. yy.) yaşadığı yerdir. Hipokrat’tan çok daha önce (MÖ 7. yüzyılda) Knidos’da dünyanın ilk tıp fakültesi kurulmuştur. Hipokrat sonraki yüzyıllarda yaşayan Hipokrat doğduğu yer olan hemen Knidos’un yanıbaşındaki Kos Adası’nda kendi okulunu kurmuştur. Ancak Hipokrat Knidos Tıp okulunda okumuş ve hocalık tapmıştır. Neticede zamanla Knidos ve Kos, her ikisi de ekol olmuştur ve ikisi de Hipokrat’ın kentidirler, bu iki kent Antik Çağda dünyada bir ilk olarak, okullaşarak teşhis, tanı ve tedavi ile şifa dağıtmıştır.

Modern tıbbın babası sayılan Hipokrat, o güne kadar uygulanan geleneksel dinî-sihrî tedavi metotlarına karşı hem akla hem tecrübeye yer veren bir tıp anlayışı ortaya koymuştur. Yirmi beşi ölümle sonuçlandığı halde kırk iki klinik olaya ait gözlemlerini samimiyetle aktarmış ve tıpta tecrübenin önemini vurgulamıştır. Onun akılcı yaklaşımı ise sebebi doğrudan doğruya tabiat üstü güçlere bağlanan hastalık kavramını reddedişinde kendini göstermektedir. Hipokrat’a göre öteki hastalıklar ne kadar kutsal ise epilepsi de o kadar kutsaldır ve tıp ilminin araştırması gereken şey onun tabii sebebidir. Özellikle hastalıkların doğrudan doğruya tanrıların ve cinlerin eseri olarak tanımlandığı Yunan halk hekimliği için bu görüş çok önemli bir adım teşkil eder. 

Hipokrat tıbba, prensipleri günümüze kadar geçerliliğini koruyan bir hekimlik ahlâkı (tıbbî deontoloji) kazandırmıştır. Bu ahlâkın en dikkat çekici ilkeleri, müslümanlarca da “el-Ahd” veya “el-Eymân” adıyla bilinen (İbn Ebû Usaybia, s. 44) “Hipokrat yemini”nde ortaya konulmuştur. XV. yüzyıldan itibaren Fransa’da başlanan bir uygulama ile bugün bütün dünya tıp fakültelerinin diploma törenlerinde okunan bu yeminin başlıca prensipleri şunlardır: “Hekimin hayatını insanlık hizmetine adaması, kendini yetiştirenlere karşı evlât bağlılığı duyması, bizzat istese bile hiçbir hastayı öldürmemesi, ana karnındaki çocuğa kasten zarar vermemesi, hastanın sırrını kimseye açıklamaması, hayatını ahlâk ve namus kuralları çerçevesinde geçirmesi.”

Hipokrat, Mısır, Knidos ve Kos tıp okullarındaki tecrübî birikimi sistemleştirmiş, tümevarıma dayalı bir tıp anlayışı geliştirmiş ve bu tıp ilmini hurafelerden ayıklamaya çalışmıştır. 

Bu okullarda yazılan veya önceki dönemlerde yazılan eserlerden derlenen Tıp Külliyatları, modern tıbbi bilgi birikiminin çekirdeğini oluşturmuştur.   

Knidos Tıp okulu, MÖ 7. yüzyıldaki kuruluşundan itibaren doktor yetiştiren dünyanın ilk tıp okulu olmuştur.

Böylece tıptaki özgür düşüncenin temelleri de yine bu topraklarda atılmıştır.

BELEDİYECİLİK TARİHİ VE ŞEHİR PLANCILIĞI AÇISINDAN KNİDOS:

MİMARLIK TARİHİ AÇISINDAN KNİDOS:

M.Ö. 3500 yıllarından itibaren Knidos ve yakın civarında denize yakın kısımlarda yerleşim olduğu tespit edilmiştir. Şehrin ana kara ve adanın yamaçlarına tırmanması sonraki binyıllarda olmuştur.

M.Ö. 7. yy’dan sonra şehir hızlı bir şekilde gelişmiş. Özellikle de 5.ve 4. yy. da zirveye çıkmış. M.Ö. 4. yy da Hippodamik Yerleşim Planı uygulanarak şehir tamamen yeniden kurgulanmış. Hippodamik plan ada kısmına da genişletilmiş ve teras sistemi uygulanarak o dönemin hatta günümüzün en fonksiyonel teraslandırma sistemli yerleşim planı oluşturulmuş.

“Knidos, tarihteki ilk belediyecilik ve kent planlamacılığı uygulamalarının olduğu kenttir. Uygulamacı ise Tiryes Hippodamos’dur.

Hippodamos, Knidos’u, teras evleri, düzgün cadde, sokak ve merdivenleriyle bir şehircilik harikasına dönüştürünce, yörenin tanınmış zenginlerinden Siruax tara- fından 5 ticaret gemisi ve bugünkü Yazı köyü yakınlarındaki üzüm bağları verilerek ödüllendirilmiştir.

Kent, güneybatı-kuzeydoğu yönünde, Hippodamos planına göre teraslar halinde düzenlenmiş durumdadır.

Kıyıdan akropolise doğru teraslar halinde yükselir. Surların doğudaki akropolisi çeviren bölümü iyi korunmuştur. Doğu-batı doğrultusunda uzanan ana cadde kenti ikiye böler. Kamu yapıları ve dükkanlar ana caddenin batısındadır.

Knidos düzgün cadde ve sokakları, bin yıllar sonra bir Fransız belediye başkanına örnek olacaktır.

Paris’in yıkılıp yeniden yapılmasıyla görevlendirilen Paris valisi ve belediye başkanı Baron Haussman (Türkçe Osman diye okunur) 1853-1870 arasında yürüttüğü zorlu görevinde başarılı olmuştur.

Baron Haussman, İmparator 3. Napolyon’a sunduğu 21 Nisan 1863 tarihli, 5/889 numaralı belgede bulunan raporunda, “Hiç kuşkunuz olmasın ki, yepyeni bir Paris yaratacağım. Öyle ki, antik çağın kentçilik harikası, ilk belediyecilik örneği Cnide kadar güzel ve zengin bir başkentimiz olacak” ifadelerini kullanmıştır.

Burada adı geçen Cnide, Knidos’un ta kendisidir.

YAĞMACILIK TARİHİ AÇISINDAN KNİDOS:

Daha birkaç gün önce “Türkiye’den kaçırılan 300 eser Londra’da British Museum’da sergilenecek” şeklinde bir haberi ve haberde Knidos Aslanı’ndan da bahsedildiğini görünce, kısmen bildiğim bu talan detaylıca öğrenip bu yazıyı kaleme almayı düşünmüştüm. Maalesef Knidos tarih boyunca yağmalan bir antik kenttir.

MS 15. yy’dan itibaren papalar, kardinaller ve birçok İtalyan soylusu, öncelikle Yunan-Roma olmak üzere eski uygarlıklara ait eserleri toplamaya ve sergilemeye başlar. Daha da önemlisi bu gibi eserleri araştırmaya ve toplayıp biriktirmeye yönelik çalışmalara destek verirler.

Koleksiyonculuğun doğuşu olarak nitelendirilebilecek bu hareket kısa zamanda bütün Avrupa’ya yayılır. 16. yy’dan itibaren eskiden Roma İmparatorluğu sınırları içinde kalan Avrupa toprakları yerel antikacılar tarafından dolaşılmış; yazıtlar, mimari yapılar ve birçok sanat eseri incelenmiş ve koleksiyonlar için toplanabilecekler toplanmıştır.

1734’te bir grup İngiliz soylusu tarafından kurulan Dilettanti Cemiyeti’nin sağladığı maddi destek yardımıyla Ege coğrafyasında da geziler ve araştırmalar başlar. Sonuç olarak Rönesans akımıyla başlayan tüm bu gelişmeler klasik arkeolojinin ve de koleksiyonerliğin ötesinde müzeciliğin ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Karia Bölgesi’nde ilk araştırmalar 1736-40 yılları arasında Dillettanti Cemiyeti adına Anadolu’da geziler düzenleyen Chandler tarafından başlamıştır. 1816’da Turner, 1826’da ise Laborde ve ardından 1830’lu yıllarda Texier çeşitli antik kentlerde incelemelerde bulunmuştur. Texier’den sonra Elliot, 1838-40 yıllarında Fellows, 1824-44 yılları arasında Le Bas, 1844’te Van Ross, 1871-72’de Seiff, 1872’de Davis, 19. yy’ın ikinci yarısında Newton, Paton ve Myres, 1881’de Petersen ve Luschan, son olarak da Deschamps bölgede gezi yapmıştır. 20. ve 21. yy’larda, arkeolojinin de ivme kazanmasıyla, sayıları giderek artan kazı ve yüzey araştırmaları bölgenin tarihi ve geçmiş kültürler hakkında kapsamlı bilgi vermeye devam etmiştir.

Deniz yoluyla ulaşımın çok kolay olduğu Knidos’dan kaçırılan paha biçilemez değerdeki heykeller, tarihi eserler dünya müzelerini süslemektedir. Bu talanı ilk başlatan ise İngiliz albay1857 yılında İng. Sir Charles Newton, kraliyetin emrine verdiği bir harp gemisi ve 250 tayfa ile Knidos’a ayak basar.

Newton kazıları, eserlerin çıkarılması, heykellerin ve diğer buluntuların 212 sandıkla gemiye yüklenmesi 384 gün sürer.

Köylülerimiz Knidos’u delik deşik eden bu adam için “Toprakta delikler açan deli İngiliz” derlermiş..!

Çok iyi Yunanca bilen Sir Charles Newton’un imzasını taşıyan 24 Eylül 1861 tarihli raporunu içeren 427.11 sayılı belge, 1925 yılında, gizlilik özelliği kaldırılan diğer belgeler ile birlikte erişime açılmıştır. Ancak söz konusu belgenin 1921’de yayınlanan diğer belgeler ile birlikte araştırmacıların kullanımına sunulduğuna ilişkin bilgiler de vardır. Yine de bizim için önemli olan, belgenin içeriğidir.

Söz konusu belgenin başında, isminin altında “British Museum’u topladığı tarihi eserler ile zenginleştiren görevli” denmektedir. (Bu ifade British da arkeolog olan Sir Charles Newton’dur.)

Charles Newton’un, 1850’li yıllar boyunca delik deşik ettiği Knidos’taki anılarına ilişkin yazdığı ve 1862 yılında yayınladığı “Travels and Discoveries in the Levant” adlı kitapta vermediği bazı bilgiler, daha sonra arşivlerde ortaya çıkacaktır. İngiliz arşivlerinde yer alan ve dönemin İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderilmiş 4 sayfalık rapor Knidos’un önemini ve İngiliz albayın talancılığını açıkça ortaya koymaktadır.

Newton, İngiltere Dışişleri’nden Osmanlı (belgede Türkiye deniliyor) Sultanından, Knidos’ta yeni kazılar için sadece İngilizlere izin vermesi konusunda baskı yapılmasını istemektedir. Ayrıca kazılarda yine sadece çevre köylerde yaşayan Rumların çalıştırılmasının doğru olacağını söylemektedir.

Anadolu kültür tarihi için kara sayfa olarak nitelendirebileceğimiz bu süreçte batılı bilim insanları ya da entelektüellerin 1700’lü yıllarda masum! ve romantik! duygular ile başlayan gezileri, 1850’den itibaren gerçek bir kültür yağmasına dönüşmüştür. Bu durumu en iyi gösteren yerlerden biri de Knidos’tur.

C.T. Newton’un Halikarnas, Didim ve ardından Knidos’ta gerçekleştirdiği kazılar, Anadolu’nun en önemli eserlerinin British Museum’a nakli ile sonuçlanmıştır.

Anadolu’nun yağmalanması için yaptığı bu faaliyetlerin sonunda Newton, sadece British Museum Klasik Eserler Bölümü Müdürlüğü ile değil aynı zamanda soyluluk unvanları ve devlet nişanlarıyla da ödüllendirilmiştir. (Bu çalışmalarından ötürü, Londra Ünv. ona, “arkeoloji doktoru” ünvanı, Kraliyet ise “Sir “ünvanını vermiş.)

Anadolu kıyılarında yaptığı faaliyetleri kendi kalemiyle övgü ve gururla yazan Newton’un günlükleri ve bu günlüklerdeki ifadeleri bizler ve yerlerinden edilmiş kültür varlıklarının acısını hissedenler için aslında çok hüzün vericidir. Bu ifadeler aynı zamanda Batılıların bu eserleri elde etmek için hiçbir masraftan ve zorluktan kaçınmadıklarını ve bunlar için devlet politikası kapsamında nasıl çaba gösterdiklerini de anlatmaktadır. Yazılanlar bu eserlerin elde edilmesi için ekonomik, siyasi ve politik baskıların yanı sıra gerektiğinde askeri güç gösterisinde bulunmaktan kaçınmadıklarını da göstermektedir.

Royal Engineer’in (Kraliyet Mühendisleri) maddi desteği ile, Vice -Consul Sir Charles Thomas Newton, British Museum adına 1858- 59 yıllarında Knidos’ta ilk kapsamlı ve planlı kazıları gerçekleştirmiştir. Bu çalışmalar sırasında, Osmanlı Yönetiminin izni ile yapıldığı söylenmektedir, ancak açılan arşivlerde bu izne dair herhangi bir belge ortya çıkmış değildir. Kanaatime göre yerel yönetici Mehmet Ali Ağa’nın müsaadesi/desteği ve sağladığı geniş olanaklar ile kentin önemli anıtları ve yapıları açığa çıkartılmıştır. Bu çalışmalar sırasında ünlü Aslanlı Mezar Anıtı, ‘Demeter Kutsal Alanı’, ‘Musalar Kutsal Alanı’, Nekropol Alanı, Odeon ve ‘Küçük Tiyatro’da kazılar yapılmış ve bulunan değerli eserlerin büyük bir kısmı Londra-British Museum’a götürülmüştür.

Knidos’u kazıp, bulduğu eserleri İngiltere’ye götüren Charles Newton, bu kazılarla ilgili anılarını “A history of discoveries at Halicarnassus, Cnidus and Branchidae” ( Halikarnassos, Knidos ve Didim’de Keşifler Tarihi ) isimli kitabında anlatmıştır.

Datça Burnu’na ve özellikle Knidos’a bugün dahi ulaşmak epey meşakkatli iş. Bundan 170 yıl önce yol yok iz yok terk edilmiş bir yer. Karadan ulaşmak ne mümkün. Denizden ulaşmak ve sıvışmak pek mümkün bir coğrafya… Hemen dibindeki adalara yüzme mesafesinde olan küçük bir kayıkla dahi olsa bulunan her şeyin kaçırılabileceği gözden, kontrolden, otoriteden uzak bir antik kent. Böyle bir yer elbette dünya müzelerinin, özel koleksiyoncuların, sözde arkeologların dikkatini celp edecektir. Ve ne yazık ki ziyadesiyle etmiş de…

Fransızların da Knidos ile ilgilendiğini, kendisinden sonra gelen Mısır’dan bölgeye gelen bazı arkeologların önemli tarihi parçaları kaçırdıklarını belirtmekte, “Başta Knidos Aslanı olmak üzere bazı önemli heykelleri iyi ki onlara bırakmamış” demektedir.

Ecoles d'architecture, Ministère de la Culture ve Centre de documentation de l'urbanisme adlı kuruluşların arşivlerinde bulunan söz konusu raporun belki de en ilginç yanı Fransızların, Knidos Aslanı’nı kaçıran İngiliz Albay Sir Charles Newton’un hemen ardından Knidos’a gönderdikleri 3 ayrı gemi ile çok önemli eserleri 1860’lı yılların başlarından itibaren buradan nasıl kaçırdıklarını anlatmaktadır.

İHMAL TARİHİ AÇISINDAN KNİDOS:

Üzülerek ifade ediyorum ki; Osmanlı zamanında arkeolojiye ve arkeolojik eserlere pek önem verilmemesi yazımızda ifade ettiğimiz yağmalara fırsat vermiştir.

Tiyatrolara ait mermer ve sütunların bir kısmı Dolmabahçe Sarayı’nın farklı yerlerinde ve sarayın merdivenleri yapılırken kullanılmıştır. Birçok mermerin ve sütunun da Mısır’a taşınarak Kahire’deki Mehmet Ali Paşa Sarayının ve sair yapıların yapımında kullanıldığı bilinmektedir.

Tarih boyunca, önceki medeniyetlerden kalma yıkılmış veya terkedilmiş yapıların yapı elamanları sonraki dönemlerde yeni yapıların inşaasında kullanılmıştır. Mermer ocaklarından çıkarıp işlemek yerine hazır sütunların, taşların kullanılması ekonomik bir kolaycılıktan mı? O dönemin taşlarının beğenilmesinden mi? Heder olacağına kullanalım anlayışından mı? kaynaklanıyor bilemiyorum. Ama antik çağdan kalan eserlerin korunarak ayağa kaldırılması yerine saraylar inşa etmek için kullanılması da en hafif deyimi ile tarihin ihmal edilmesi değil midir?

Araştırma yaparken rastladığım şu ifade ihmal tarihimize not edilecek türdendi!:  “Stoa ayağa kaldırma çalışmaları, bir vinçe sahip olunca başlandı. Prof. Christine Özgan, restorasyon çalışmalarını anlatırken, "elimiz ayağımız olan vinçi bize, İngiliz "British Museum'u sevenler derneği" hediye etti. Gönül isterdi ki bu olanağı bize Türkiye sağlasın" diyerek ülkemizde arkeolojiye verilmeyen öneme, sitem etti.”

Newton’un Knidos Aslanı’nın vinçlerle yerinden kaldırıp götürdüğü 1858! Yani elin adamı bizim değerlerimizi yağmalayıp götürmek için bundan 162 yıl önce gemilerle vinçler getirmişken bugün halen arkeolojik kazı ekiplerine bir basit vinç verilmemesi beni üzdü ve arkeologlar açısından baktığımda da bu siteme katılmamı sağladı. Bu arada ekibe vinç temin edenlerin de yine burayı yağmalatan British Museum’un sevenleri! olması da ayrı bir trajedya…

NEMELAZIMCILIK TARİHİ AÇISINDAN KNİDOS:

Bir yıldan fazla bir süre devam eden kazılarda yerel halkın çalıştırılması. Ve sırf karın tokluğu için çalışan bu insanların ve bu talanı gören diğer ahalinin yabancıların tarihi eserlerini söküp götürmelerine ses çıkarmaması bana çok garip geldi. Zira Anadolu halkı bir karış toprağını vermek istemez ve onun için savaşır. Yine namusuna el sürülmesini boş verin namusuna yan gözle bakıldığında bile efelenir ve namusuna el değil göz dahi değmesini istemez. Bu topraklarda doğmuş, buraların öz değeri olan tarihi eserlerinin göz göre göre çalınmasına nasıl müsaade etti peki insanımız? Sanırım bu eserlerin, kendi değerlerine uymayan birer taş yığını olarak görülmesi ve alan almış satan satmış bana ne ve nemelazımcılık devreye girdi. Belki farkında değillerdi ama namus elden gitti aslında. Bu namusu kendi namusu olarak görmedi insanlarımız, ama bu topraklarda yaşıyorsa bu toprakların öz değerlerine sahip çıkmak da bu toprakların namusunu korumak değil miydi?

İBRET TARİHİ AÇISINDAN KNİDOS:

Antik kentleri gezerken bu şehirlerin hayat dolu hallerini, en güçlü ve canlı halini, günlük yaşamı, şehirlerin önde gelenlerini, ihtişamlı yapıları, tiyatrolardaki eğlenceleri, konuşmaları düşünürüm. Binlerce yıl önce böyle planlı ve güzel şehirler inşa etmiş medeniyetlerin, valilerin, kralların bugün adı bilinenlerin şanslı olduğunu, antik mezarlarda lahitlerde en muhteşem heykellerle bezenmiş lahitlerde dahi olsa kemikleri dahi kalmamış zamanının “soylu/ulu/büyük!” insanlarının kemiklerinin dahi kalmadığını. İnsandan kalan kemiğe değil de taşa metalden kalan eserlere önem verdiğimizi düşünürüm. İnsan canlıyken bir eser olarak değer görüyor (göreceli olabilir), insan eli ile üretilen sanat eserleri ise onu yaratan insandan daha çok yaşıyor ve değer görüyor. Uğruna define hayalleri kurulan, talanlar yapılan, savaşlar verilen tarihi kalıntıların yanı başında bu eserleri yapan insanların kemikleri çıkmış kimin umurunda. İnsanın canı ve ruhu ile bir değeri olduğunu, canı ve ruhu olmadan taştan, mermerden, demirden dahi değersiz olduğunu. Taşın, mermerin dahi yüzyıllar geçtikçe değeri artarken o eserleri yaratan insanların kalıntılarının ise tamamen değersizleşip yok olduğunu görmek çok ibret verici gelir bana. Tabii sergilenen Mısır mumyalarını ayrık bir yere koymak lazım. Onlara da müzelerde maskara edildikleri için acırım doğrusu. Belki de insanın toprağa karışması ve gerçekten toprak olması daha iyidir…

Antik çağda dünyanın en zengin üç şehrinden biri olan Knidos’un bugünkü hali tek başına ibretlik bir açık hava müzesidir…

Köylülerimiz ülkemizin Newton için “Toprakta delikler açan deli İngiliz” derlermiş..! Köylülerimizin saflığı veya cahilliğini gözler önüne seren bu sözler de ayrı bir ibret vesikası… Deli mi akıllı mı? Uyanık kurt mu? orası başka...

KNİDOS ASLANI HEYKELİ:

"8-11 ton aralığında bir ağırlıkta olduğu bilinen aslan heykelin tarihçesi M.Ö. 2 bin yılına kadar dayanıyor. Kirmeryalı Conan komutasında Knidos önlerinde yapılan büyük bir deniz savaşını kazanan Knidoslular, kenti işgalden kurtarmış olan komutan Kimmeryalı Conan için zaferin anısına Knidos Aslanı anıtını yaptırmış. Bu aslan, Conan ve ordusunun gücünü simgelemekteydi.

Heykel şehrin 1.5 kilometre doğusundaki tepeye dikilmiş. Açıktan geçen bütün gemilerin görebileceği şekilde tasarlanmış. Yüzündeki ifade, göz çukurları ve aslanın duruşu gibi özellikler güneş ışıklarının açısı dikkate alınarak planlanmış. 1855'te İngiliz Subay-Arkeolog Sir Charles Newton tarafından savaş gemisine yüklenerek götürülmüş. Saraydan alınmış özel izinle ve yöre halkının da işçi olarak çalıştırılmasıyla 2.5 ayda taşınarak gemiye yüklenebilmiş. Üzerindeki kırıklar da bu yükleme sırasında oluşmuş. 'Bizde bu taşlardan çok var' mantığıyla heykelin götürülmesi için onay verilmiş. Aslan heykeli gibi Knidos'tan götürülmüş çok eser var. Knidos'tan götürülen en önemli parça ise aslan heykeli. British Museum gibi çok önemli bir müzenin girişinde ziyaretçilerin karşısına çıkan ilk tarihi eser olması bunun kanıtı. Demeter heykeli de çok değerli. Bu coğrafyaya ait bu eserler geri getirilmeli."

Bazı araştırmacılara göre ise anıtın yapılış tarihinin M.Ö 3. veya 4. yy arasında olduğu tahmin ediliyor. Anıtın yapılışına dair bu tahminlerdeki yıllarına bakılarak Spartalılar ile Atinalılar arasında yapılan ve Atina’ nın Pers donanmasının da yardımıyla kazandığı bu savaşta ölen ve kahramanlık gösterenlerin anısına yapıldığı da söylenmektedir.

İngiliz Charles Newton 1850 li yıllarda Deniz Yolundan Knidos’a geliyor, kampını kurarak kazmaya başlıyor ve bulabildiği her şeyi savaş gemilerine yükleyerek İngiltere’ye götürüyor. Söylenenlere göre o zamanki yetkililerden izinler alınıyor ve ferman çıkartılıyor ama bununla ilgili bir belgenin olmadığını okumuştum bir ara.. Götürülen eşsiz eserlerden birisi de Knidos Aslanı . Newton onu burada anıtın dibinde, yarısına kadar gömülü bir vaziyette buluyor .

British Museum’da sergilenmekte olan Knidos Aslanı Charles Newton’un 11 tona yakın ağırlıktaki heykelin vinçle yerinden kaldırışı tarihi resimlere ede yansımıştır.

Antik çağda da bu denizler oldukça hareketlidir, birçok tekne aslan heykelini görerek yoluna devam ediyormuş. 

Charles Newton tarafından Knidos aslanının koya 3 günde indirilebildiği, ondan önce yapılan çalışmalarla birlikte 25 gün uğraşıldığı söylenmektedir.  Anlatılanlara göre büyük bir sal yapılmış, sala konan aslan açıkta bekleyen savaş gemisine yüklenmiş, aslanın açıkta bekleyen savaş gemisine yüklenmesi uzun bir zaman almış.

Geçmişten yana tâki ilk uygarlıklardan bu yana aslan simgesi her zaman gücü simgelemektedir. Öyleki içinde bulunduğumuz yüzyılda bile çok zengin ailelerinin kapılarının önünde aslan heykelleri bulunmaktadır. Knidoslular içinde tıpkı bugün olduğu gibi aslan heykeli gücü simgelemekteymiş. Knidos önlerinde yapılan bir savaşını kazanan ve Knidos kentini işgalden kurtarmış olan komutan Conon için yaptırılmış olan bu aslan, Conon ve ordusunun gücünü simgelemekteymiş. Ama şehrin su kaynaklarının kuruması ve terk edilmesinden sonra aslan heykelide unutulmuş.

Günümüzde British Museum sergi salonlarını süsleyen Knidos eserlerinden belki de en dikkat çekeni, ‘Knidos Aslanı’dır. Müzenin ana giriş kapısının açıldığı büyük avlunun (Wolfson Katı- kuzey) hemen başında bulunan bu devasa ve görkemli aslan, müzeye gelen ziyaretçileri ‘hoş geldiniz’ dercesine karşılar pozisyonda yerleştirilmiştir.

ÇIPLAK AFRODİT HEYKELİ:

MÖ. IV. yy. Elausis yortu günü. Ülkenin her yanından gelen 20 bin kişi plaja toplanmıştı. Aphrodite rahibesi PHRYNE ağır ağır dalgalara doğru ilerledi. Kuşağını çözdü. İç çamaşırları dahil giysilerini teker teker çıkarıp kumsala attı. Saçlarını açıp omuzlarına dağıttı. Denize girdi... Seyredenler arasında bulunan ünlü heykeltıraş Praxiteles, bu olağanüstü güzellik karşısında büyülendi. Bu rahibe, Aphrodite'nin ta kendisiydi. Ve kararını verdi. Bu güzelliği ölümsüz kılacaktı. Kos şehrinden gelen siparişi yaparken bu hayalini de ayrıca gerçekleştirecekti.

Tarihi boyunca inşa faaliyetleri devam eden Knidos’un zamanla en güzel noktası, her 2 limana hakim konumdaki Afrodit Tapınağı olmuş. Dönemin en ünlü heykeltraşları arasında yeralan Praxiteles’in yaptığı Knidos Aphrodite (Afrodit) Tapınağı‘nda bulunan Knidos Afroditi, çok önemli bir yapıt olarak kabul edilmiş. Afrodit Heykeli, tapınağın tam ortasında yer alıyormuş ve kapılar heykele açılıyormuş. İon kentlerinin de katılımıyla düzenlenen dini festivallerde sanatçılar hep Aphrodite’i ön planda tutmuş ve insanlar heykeli görmek için çok uzaklardan gelmiş. Günümüze kadar bulunamayan bu heykelin artık sadece kaidesini görüyoruz.

Knidos Afrodit Heykeli‘nin öyküsü kısaca şöyle: 6 Dor şehrinden biri olan Kos (adası), Praxiteles’ten Aphrodite (Afrodit) heykeli yapmasını istemiş. Praxiteles birisi çıplak, diğerinin üzerinde kıvrımlı kumaş bulunan 2 heykel yapmış. Kos giyinik olanı seçmiş, çıplak olan da Knidos’a kalmış. Böylelikle daha önceleri sadece erkek heykelleri yapılırken, Çıplak Afrodit olarak da bilinen Afrodit Heykeli ile ilk kez böylesine cesurca bir kadın vücudu mermere işlenmiş olmuş.

Afrodit Heykeli, Atinalı heykeltraş Praxiteles’in en ünlü eseriymiş. Hatta en ünlü Klasik Yunan heykellerinden biriymiş. “Knidos Afroditi” heykeli Roma döneminden Rönesans’a kadar, yüzyıllar boyunca sanatçılara ilham kaynağı olmuş. Sadece ileriki nesillere ilham olmakla kalmamış, mükemmel bir çıplaklıkla yapılmış heykel görenleri kendisine aşık etmeye başlamış. Bunu fark eden Praxiteles, çıplak olarak betimlenen heykelleri satmak istemiş. Kimse çıplak ve bu kadar seksi bir heykeli almaya yanaşmamış.

Uyanık Knidoslular da bu heykeli tapınağın girişine koymaya karar vermiş ve bu heykeli satın almışlar. Böylece tapınak, diğer tüm tapınaklardan daha çok ilgi görmeye başlamış. Hatta Bytynia Kralı Nikomades Knidosluların borçlarına karşılık Afrodit heykelini almayı önerir. Knidoslular kabul etmez. İşte Knidos bugün ziyaret ettiğinizde teras şeklinde iki yamaca yaslanmış çeşitli yapı kalıntıları arasında tepeden; Akdeniz ve Ege’yi gören noktada Afrodit Tapınağı kendini belli eder. 

Knidos’ta değerli gördüğü her şeyi gemilerle İngiltere’ye götüren İngiliz arkeolog Charles Newton, kazı sırasında rastladıklarını günlüğünde şöyle anlatmış:

“…Halikarnassos’un gurur duyacağı bir anıt mezarı: Mozole’si, Rodos’un bronzdan dökülmüş anıtsal bir heykeli: Helios’u varsa, küçük Knidos kentinin de aynı şekilde gurur duyabileceği bir Afrodit Heykeli vardır; o heykeldir ki, Bithynia (Ege bölgesinin kuzeyi) Kralı Nikomedes, karşılığında kentin bütün gelirini ortaya koymuştur; Knidos’un bütün borçların silmiştir, ama nafile…

Knidos'da Bulunan Bir Sikkede Praksiteles'in Afrodit Heykeli yer almaktadır.

O tarihe kadar yalnız erkek heykelleri çıplak yapılıyordu. Dünyanın en güzel eseri kabul ediliyordu. Denizcilere şans getirdiğine inanılırdı. Tanrıçaya, evlenecek olanlar bir çift kumru hediye ederlerdi. Plinius'un dediğine göre, pek çok insan sırf bu heykeli görebilmek için Knidos'a gitmişti. Bithynia kralı Nikomedes, heykele karşılık, bütün borçlarını ödemeyi önermiş ama Knidoslular bu teklifi reddetmişlerdir.

Antik çağda, beğenilen heykelleri kopyalarını yapmak modaydı. Knidos Aphrodite'sinin, Antik Çağda yapılmış 53 kopyası halen değişik müzelerde sergileniyor. En önemlileri; Vatikan Müzesi, Paris Louvre Müzesi, Münih Müzesinde sergileniyor.

Knidos Afrodit'i, canlı bir insanın tıpa tıp kopyasıydı. Aslı, Phyrine isimli bir Afrodit rahibesiydi. Tarihçi Athenaus'un yazdığına göre; Phryne birini öldürmek zorunda kalmıştı. Mahkemede rahibeyi avukat Heperides savunuyordu. Avukat savunmasının bir yerinde Phrine'nin gerdanını ve göğsünü örten giysiyi yırttı ve ""Bu güzelliği nasıl ölüme mahkum edebilirsiniz!... "dedi.

İKİ LİMANLI ANTİK KENT:

Deniz yollarının kavşak noktasında olan şehir ve güvenli bir sığınak olan limanları, tarih boyunca hem savaş gemileri hem de ticari gemilerince iyi bilinen bir lokasyon olmuştur. Mısırlı Fenikeli gemiciler bile daha şehir kurulmadan önce fırtınalı havalarda Deveboynu (Kap-Krio Adası) Burnu (o zamanlar ana kara ile birleşik değilmiş ayrı bir adaymış.) sakin ve güvenli olan bu doğal limanlara sığınıyorlarmış.

Öyle ki, Datça Yarımadası’nın özellikle Knidos kıyılarına yakın kısımlarında antik çağdan yakın yüzyıllara kadar tarihlenen bir çok batık bulunmaktadır. Batıkların yoğunluğu bu burundan geçen rotanın yoğunluğunu ve de fırtınaya yakalandıktan sonra sığınmak için Knidos Limanına ulaşmaya çalışan bazı teknelerin akıbetini göstermektedir.

Ana kara ile Deveboynu yarımadası arasında 35 metre civarında bir kanal olduğu ve kuzey rüzgarları (Poiras)  estiğinde küçük limandaki gemilerin açık denize çıkmadan kanaldan daha güvenli olan büyük limana geçiriliyor, güney ve doğu rüzgarları estiğinde veya savaş sırasında da ticari limandaki gemiler, girişi zincirlerle kapatılmış surlarla daha iyi korunan küçük limana geçirilerek düşmandan korunuyormuş. Birbirine sırt sırta vermiş bu iki liman ve aralarındaki bu kanal şehrin ticaret filosuna ve askeri gemilerine savaş halleri ile fırtınalı anlarda müthiş bir manevra kabiliyeti kazandırıyormuş. Her iki limanın ağzının da savaş sırasında Haliç’de olduğu gibi zincirlerle kapatıldığı da düşünülmektedir.

KNİDOSTA YAŞAMIŞ BAZI ÜNLÜ ŞAHSİYETLER:

Knidos antik kenti, antik çağlarda çok önemli bir ticaret merkezi olduğu kadar bir kültür ve sanat merkeziymiş. Knidos, eski tarihlerde bilim, mimarlık ve sanatta oldukça ileri bir kent olarak biliniyor. Knidos’ta yaşamış bazı tarihi şahsiyetler:

Doktor Euryphon: Knidos'ta öğrencileriyle Dünyanın ilk ve asırlar boyu da en büyük ikinci Tıp okulunu kurmuştur.

Eudoksus: Gezegenlerin hep aynı yörüngede hareket eden yuvarlak cisimler olduğunu bulan ünlü astronomi ve matematik bilimcisidir, dönemin büyük buluşları arasına giren güneş saatini de bulmuştur.

Sostratos: Dünyanın yedi harikasından biri sayılan Mısır’daki İskenderiye Feneri'nin mimarıdır.

Kaynaklar:

- Knidos- Kap Krio Yerleşim Alanı, Dr. Ertekin M. Doksanaltı, DOL-Arkeologlar Derneği Dergisi-2007 Yıl:9 Sayı: 33, sfy.: 8-17