İşte böyle süzüldüm o sessiz yoldan/Bedenim yudumluyordu sükuneti/Öyle bir iyileşme ki uyku gibi dingin/Ama daha tatlısı, tepem, arkam, önüm,/Her yanım huzur ve bir başına olmakla çevriliydi.’ William WORDSWORTH

***

…Yürümek iki mesafe arasında gidip gelmek değil, yaratıcı bir eylemdir. Hem kendi yalnızlığımıza çekildiğimiz, hem de toplum olarak bizi dönüştürecek bir ayağa kalkıştır. İki büklüm vücudun karşısında dikilmeye çalışan, attığı her adımda yeryüzünün gerçek bir parçası olduğunu fark eden Homo Viatorun/Yürüyen İnsanın eylemidir. Çünkü yürüyen insan kendi üzerine çöken kaygı, haset ve korku yumaklarını çözer, varlığını yeryüzünün ebediyen yeni olan kalbine düğümler. Yürüyoruz, işte bu düğümü atmak için…

Bu sözler, felsefe profesörü olan Frédéric Gros tarafından yazılan ‘Yürümenin Felsefesi’ isimli kitabın arka kapağında yer alıyor. ‘Yürümek spor değildir’ diye söze başlıyor Frédéric Gros kitabına. Bu başlangıç cümlesinin açılımını, ‘spor skor tutmaktır, sporun bir yeneni, bir de yenileni vardır; oysa yürümenin bir sıralaması, puanlaması yoktur, yürürken takdire şayan tek şey gökyüzünün parlaklığı, manzaranın görkemidir’ şeklinde yapıyor.

Ona göre yürüyüş sadece fiziksel bir eylem değil, aynı zamanda ve belki de daha çok bir tefekkür, yani düşünsel bir eylemdir. Yürüyen insan, özellikle dağlarda, ormanlarda, kırlarda yürüyen insan, hem kendisiyle, hem de ağaçlarla, çiçeklerle hemhal olur. Yürümenin felsefesi de budur zaten. Yani hayatla, hayata dair şeylerle, doğayla hemhal olmaktır. İnsanın üzerine çöken endişe, sızı, acı, korku gibi duygu yumaklarını çözmesi, anlam arayan bir varlık olarak, yani insan olarak varlığını dünyanın kalbine ebediyen düğümlemesi ve sonra bu düğümleri birer birer atmasıdır.

Frédéric Gros’da kitabında, yürüyen insanın doğayla bu hemhal oluşunun, bu amaçla içindeki duygu yumaklarını çözmesinin, varlığını dünyanın kalbine ebediyen düğümlemesinin, sonra bu düğümleri atmasının hikayesini anlatıyor. Onun hikayesini anlattığı yürüyen insanların bir kısmı Nietzsche, Kant, Rimbaud, Rousseau, Thoreau, Nerval, Gandi gibi sıra dışı insanlar, diğer bir kısmı ise aylaklar, göçebeler, sürgünler, hacılar, kaçaklar, seyyahlar, münzeviler, mülteciler gibi sıradan insanlardır. Yürüyen bu insanların hepsinin bir amacı, bir hedefi, yürürken yaptıkları bir şey ya da şeyler vardır.

Mesela Nietzsche için yürümek çalışmaktır, düşünmektir ve hatta yazmaktır. Nitekim ‘Şen Bilim’ isimli kitabında ‘…Sadece kitaplar arasında düşünebilenlerden ….değiliz biz. Bizim ethosumuz açık havada, tercihen yolların bile tefekküre daldığı ıssız dağlarda veya deniz kıyılarında yürüyerek, sekerek, tırmanarak, dans ederek düşünmektir…’ diye yazar.

Yine sürrealizmin ve sembolizmin en önde gelen şairlerinden ve hatta Fransız şiir sanatının kurucularından olan Arthur Rimbaud sıkı bir yürüyüşçüdür. Onun için de kendisini ‘sadece bir yayayım ben’ diyerek tarif eder. Aşklarını bile yürürken düşler ve ‘Gidiyordum, yumruklarım delik ceplerimde;/Paltom bile hayaliydi artık; Göğün altında yürüyordum, İlham Perileri! Ve kul köleydim size;/Ah Tanrım, ne muhteşem aşklar düşledim!’ diye yazar bir şiirinde.

Sivil itaatsizliğin babası Henry David Thoreau’da iyi bir yürüyüşçüdür. Uzun süre tek başına yaşadığı Walden Gölü kenarındaki evinin bulunduğu arazide ve ormanların içinde tek başına yürür. Çünkü oralar sessizdir, o da sessizliği sever zaten. Frédéric Gros’un ifadesiyle ‘yalnızlıklar nasıl muhtelif ise, sessizlikler de muhteliftir.’ Ormanların sessizliği, dağların, dağ yollarının, patikaların sessizliği, seher vaktinin sessizliği, gecelerin sessizliği, karlı yolların sessizliği. Hepsinde sessizlik vardır ama hepsinin sessizliği, bu sessizliklerde sessiz yapılan yürüyüşlerin sessizliği birbirinden çok farklıdır. Onun için ‘insan sessizlikte yürür hep. Sokakları, kalabalık yolları, kamusal alanları terk ettiğiniz anda sessizlik her şeyi şeffaflaştırır. Her şey sakin, tetikte ve istirahat halindedir. Dünyanın dırdırı, uğultusu, homurtusu ardınızdadır artık…’ Thoreau’da o sessizliklerde, sessiz yerlerde, sadece rüzgarın, ağaçların, kuşların sesinin olduğu yerlerde yürür. O sessiz yerlerde düşünür, tefekküre dalar, kendisiyle konuşur ve pek çok şeyi o sessizliklerden öğrenir. Öyle olduğu için de ‘sessizlik, ekseriyetle, karşılaştığım insanlardan daha fazla şey öğretiyor bana’ diye yazar.

Yürümeden hiçbir şey yapmam, benim çalışma odam kırlardır…Hiçbir zaman yalnız ve yürüyerek yaptığım seyahatlerdeki kadar düşünmedim, var olmadım, yaşamadım, kendim olmadım…’ Bu sözler aydınlanmanın ‘öfkeli adamı’ Jean-Jacques Rousseau’ya ait. O da iyi bir ‘homo viator’, yani ‘yürüyen insan’dır. ‘Kendi kimliğini bulmak, gizlenmiş tekilliğini yeniden keşfetmek, maskelerin ağırlığından kurtulmak için değil, başka bir çağa ait o insanı, ilk insanı kendi içinde bulmak için yürür. Dünyayla ve dünyanın dehşetiyle bağını koparmak, yalnızlıkla arınmak, ilahi kaderine hazırlanmak için çöle gider gibi değil, doğadan taze çıkmış, katıksız, ilkel insanı kendi içinde bulmak için yürür.

O, yaptığı bu yürüyüşler sayesinde bir dolu şey yapmıştır. Şan ve şöhretin peşinden gitmiş, ün yapmış, pek çok şey yazmış, yazdıklarından ve düşüncelerinden dolayı pek çok dost, pek çok düşman edinmiştir. Ama bir gün gelir, bütün bunlardan, bu yaptıklarından, bitmek tükenmek bilmeyen dedikodulardan, sadece bir kalabalıktan ibaret olan çevresindeki insanlardan sıkılır, yorulur, bıkar. Yanındaki, yakınındaki pek çok insanı, onu yoran insanları kendisinden, çevresinden uzaklaştırır. Kimi insanlara, kimi çevrelere takılmamaya, onu heyecanlandırmayan şeyleri yapmamaya, ona artık çekici gelmeyen başarıları kovalamamaya karar verir. Yürüme yolunu değiştirir, dahası son yürüyüşlerine çıkmaya başlar.

Onun bu son yürüyüşleri ‘Yalnız Gezerin Düşleri’ isimli kitabında anlamını bulan yürüyüşlerdir. Yani ‘bir şeylere hazırlanmak için, yeni savunmalar, yeni kimlikler, yeni fikirler bulmak için yapılan yürüyüşler’ değildir. Nerde, nerde, o son çizgi nerde diye sorduğu yürüyüşlerdir. Frédéric Gros’a göre, Rousseau için yürümek artık ne bir yöntemdir, ne bir bulgulamadır, ne de bir kestirimdir. O artık sadece ve sadece ‘hiçbir şey’ için çıkar yürüyüşe. Doğan güneşi ya da batan güneşi görmek için, doğayla hemhal olmak için yürür. Öyle yürürken hatırlamak artık hiçbir yaranın kabuğunu kaldırmaz, yaptıklarından ve yaşadıklarından dolayı hiçbir pişmanlık duymaz, ruhunu yoran kayıp mutlulukların hiçbirisinin özlemez, geride kalanları, yaşanmışlıkları kayıtsız bir gülümsemeyle, bazen eğlenceli, bazen hüzünlü hislerle duyumsar.

Zira kaybedecek bir şey kalmamıştır artık. Kimlikler, tarihler, kağıda dökülen anlatılar, hırslar, hepsi, hepsi çok ama çok gerilerde kalmıştır, yapılması gereken tek şey yürümektir. Rousseau’da öyle yapar. Ve bunu ‘İtiraflar’ isimli eserinde, ‘Ben keyfimce yürümeyi, canım istediğinde durmayı severim. Bana seyyar bir yaşam gerek. Güzel bir havada, güzel bir ülkede telaşa kapılmadan yürümek ve yürüyüşün sonunda da hoş bir manzarayla karşılaşmak, onca yaşam tarzı arasında zevkime en uygun olanı da budur.’ sözleriyle itiraf eder.

Modern felsefenin en merkezî figürü olan, metafizik, epistemoloji, siyaset felsefesi, etik, estetik alanlarında çok önemli eserler veren Kant’da sıkı bir yürüyüşçüdür. Hayatı da felsefesi gibi kurallı, düzenli, disiplinli olan Kant, bu özelliğinden olsa gerek hep aynı yolda yürür. Aynı yolda yürümesi, sadece tutarlı ve disiplinli felsefesi anlamında değil, her gün yaptığı yürüyüşlerindeki güzergahı itibariyledir. Bu güzergah, Könnigsberg’deki ünlü ‘Filozof Yolu’dur. O düşünmek için yürümez. Yürümek için yürür, düşünme enerjisini kazanmak için yürür.

Ve Gandi. Ünlü ‘Tuz Yürüyüşü’ için yola çıktığında ‘ardımıza dönmeyeceğiz’ diyen, bunu diyerek bağımsızlık yolunda başlattığı mücadeledeki kararlılığını gösteren Gandi, yürümenin hem ruhani, hem de siyasi önemini bilen bir liderdir. Onun için her sabah Tagore’nin ‘Yalnız yürü./Çağrına kulak vermiyorlarsa yalnız yürü;/Korkar da dehşet içinde duvara dönerlerse yüzlerini,/Ah sen, kara bahtlı,/Aç zihnini ve yalnız konuş./ Yoldan cayar da bırakırlarsa yabanda seni,/Ah sen, kara bahtlı,/Yolun üstündeki dikenleri çiğne ve/Kana bulanmış o yolda yalnız yürü.’ dizelerini okuyarak çıkar yola.

Peki! Nasıl yürümeli? Yalnız mı, başkalarıyla birlikte mi? ‘Her şey bir harita ile başlar… umutla yolculuk etmek, gidilecek yere varmaktan çok daha zevklidir’ özdeyişlerinin sahibi İskoçyalı yazar Robert Louis Stevenson, ‘Yürüyüşten hakkıyla keyif alabilmek için yalnız olmak gerekir’ diyor ve şöyle devam ediyor: ‘İki kişi bile olsa yürüyüşe grup halinde çıktıysanız, buna sadece sözde yürüyüş denir, aslında pikniğe çıkmışsınızdır. Yürüyüşe yalnız çıkılmalıdır, çünkü yürürken özgürlük elzemdir, yani keyfinize göre durabilmeli, devam edebilmeli, istediğiniz yola sapabilmeniz, ritminizi kendiniz belirlemeniz gerekir.

Yürümek konusunda referans olarak Stevenson’a dayanan, ondan yukarıdaki alıntıyı yapan Frédéric Gros, mutlak yalnızlık şart değildir diyor ama en iyisi tek başına yürümektir diye de ekliyor. Ona göre tek başına yürüyen insan yalnız değildir. Çünkü ağaçlar, çiçekler, yolların rengi vardır yanı başında. Bunlar ve daha başka şeyler onunla konuşur, onu selamlar, ondan ilgi bekler. Rüzgarın fısıltısı, böceklerin vızıltısı, derelerin çağıltısı, adımlarının sesi ve daha başkaca şeyler onun mevcudiyetine yanıt verir. O nedenle, tefekkürün mutlak kavrayışı içinde sunulan bütün bunlara tanıklık ederek yürürken insanın yalnız kalması mümkün değildir. Yeter ki, ‘Bir sistem oluşturmalıyım, yoksa başkalarının sistemine köle olacağım, Düşüneceğim ve kıyaslama yapacağım’ diyerek yürümeye başlasın ve dik, dimdik yürüsün.

Hayatta, hayatımızda bir yürüyüştür aslında. Bu yürüyüşü yapmak üzere her birimiz için tek bir hayat süresi vardır ve bunun tekrarı yoktur. Hepimiz bir daha asla yaşamayacağımız bir yol üzerinde yürürüz. Bu yolda zaman zaman başkalarıyla birlikte olsak da çoğu zaman  yalnızızdır. Zira herkesin yolu farklıdır. Yola birlikte çıktıklarımız da bir zaman gelir bizi bırakırlar ve başkalarıyla birlikte yürümeye başlarlar. Neden mi? Mark Twain söylüyor nedenini: ‘Aynı yolu birlikte yürüdüğümüzü sandığımız insanların çoğu, bize sadece gidecekleri yere kadar eşlik ederler’ de ondan.

Bu yazıyı 07 Ekim 2017 tarihinde yazmıştım. Şimdi ‘Savunmanın Yürüyüşü’nden esinlenerek ve birazcık düzelterek, değiştirerek yeniden yayınlıyor ve ‘adalet için, hak için, savunma için, avukatlar için, baroların bağımsızlığı, kişiliği, onuru için, yağmur, rüzgar, soğuk, sıcak demeden yürüyen, dimdik yürüyen, her biri bir diğerinden değerli ve yürekli Baro Başkanlarımıza’, büyük şairimiz Nazım Hikmet’in şu güzel dizeleriyle birlikte ithaf ediyorum:

Yürümek;

yürümeyenleri

arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,

havaları boydan boya yarıp ikiye

bir mavzer gözü gibi

karanlığın gözüne bakarak

yürümek!..

Yürümek;

dostun omuz başlarını

omuzlarının yanında duyup,

kelleni orta yere

yüreğini yumruklarının içine koyup

yürümek!..

Yürümek;

yolunda pusuya yattıklarını,

arkadan çelme attıklarını

bilerek

yürümek…

Yürümek;

yürekten

gülerekten

yürümek…