Türkiye Gazetesi'nden Adem Demir'in röportajı...

Yeni anayasada neler olmamalı?

“Değer yargıları, ilkeler, ideolojik referanslar, kesin ve nihai çözümler anayasaya girmemeli” diyen Doç. Dr. Can, şunları söyledi: “Minimum düzeyde kurumlara yer vermeli. Devletin bireyin özgürlükleri konusunda söz sahibi olmasını sağlayacak hiç bir ifade ve imkâna anayasada yer vermemeli. Merkeziyetçilikten uzak durulmalı. Anayasa diller, inançlar, tercihler konusunda susmalı... Bunu bireylere, topluma ve siyasetin dinamiklerine bırakmalı. Bizim adımıza karar vermemeli, bizim kendi kararımızı vermemizin imkânını sunmalı.”

Türkiye’nin yeni bir anayasaya kavuşması büyük çoğunluğun arzusu. Siyasi partilerin tümü bu arzuyu yansıtan vaatlerle seçime girdiler. Haziran 2011 tarihinden bu yana yeni Anayasa Türkiye’nin değişmez gündem maddeleri arasında ilk sıralarda yer alırken, bu amaçla toplumun farklı kesimleri ve bireyler de çalışmalar yürütüyorlar. Sivillerin hazırlayacağı ve “herkesin kendisini içinde ifade edebileceği” bir anayasanın yapılması için büyük gayret gösteren isimlerden biri de Anayasa Mahkemesi Eski Raportörü Doç. Dr. Osman Can. Türkiye’yi kent kent gezip bu kapsamda konferanslar veren ve “Yol Ayrımında” isimli bir kitaba imza atan Can ile yeni anayasa çalışmalarını ve bu konudaki girişimlerini konuştuk. Can’ın hem Timaş’tan çıkan kitabı hem de fikirleri oldukça ilginç. İşte sorularımız ve Can’ın cevapları:

> Türkiye’nin yeni bir Anayasa’ya ihtiyacı olduğuna ilişkin gerekçeleriniz nelerdir?

Bir kere mevcut Anayasa, 1982’de kabul edilmiş olmakla birlikte üzerine kurulu olduğu anayasal düzenin yüz yıllık bir geçmişi var. Antidemokratik, tek tipçi, merkeziyetçi, devlet ve güvenlik eksenli ve jakobendir. Bu sistemin bir teşkilatlanma yapısı vardır ve neredeyse tüm anayasalarda korunmuş halde bugüne gelmiştir. Bu teşkilat yapısı anayasanın “temel haklar” kısmında değil, “cumhuriyetin organları” kısmında yer alır. 1982 Anayasası’nda bu güne kadar 17-18 değişiklik yapılmıştır. İki buçuk tanesi dışındakilerin tamamı temel haklarla ilgili kısımda gerçekleşmiştir. Yani yapısal değişiklikler değildir. Bu istisnalardan “buçuk” olanı 1987 yılında gerçekleşmiştir. Turgut Özal zamanında anayasanın değiştirilmesi kolaylaştırılmıştır. O olmasaydı, 2010 yaşanmazdı. İkinci yapısal değişiklik 2007 yılında yapılmıştır. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi esası getirilmiştir ki, bunun yapısal boyutunun önemini, “27 Nisan bildirisi” ve “Cumhuriyet Mitingleri”ne bakarak anlamak mümkündür. Sonuncusu ve en önemlisi de 2010 değişikliğidir. Yargısal alanda yapısal değişim gerçekleşmiştir. Ancak bunlar bütün bir sistemde kısmi değişikliklerdir, sistem ise olduğu gibi durmaktadır. Kriz üretmeye adaydır ve toplumsal taleplere cevap verme kabiliyeti yoktur. Bu sistemle Türkiye yürüyemez...

> Toplum nasıl bir anayasa istiyor?

Bence toplumun nasıl bir anayasa istediğini anlamak için, kurtulmak istediği düzene bakmak yeterlidir. Antidemokratik, tek tipçi, ideolojik, merkeziyetçi, devlet ve güvenlik eksenli ve jakoben bir sistemden kurtulmak istiyorsa, demek ki demokratik, çoğulcu-katılımcı, ideolojisiz, ademi merkeziyetçi, insan ve toplum merkezli ve toplumun taleplerine göre çalışan bir anayasal düzen istiyor. Böyle bir düzenin toplumsal barışı sağlayabileceğini, aynı zamanda bölgemize örnek oluşturabileceğini söylemek yanlış olmayacaktır.

> Meclis’teki partiler dâhil olmak üzere herkes yeni bir anayasa istemesine karşın, her kesimin “işte benim anayasam” diyebileceği bir metin niye ortaya çıkmıyor?

Meclis çalışıyor. Uzlaşma komisyonu kurulmuş vaziyette. Nisan sonuna kadar toplumu dinleyecekler. Ondan sonra bir metin üzerinde çalışacaklar. Yani böyle bir yargıya varmak için henüz çok erken. Ancak şunu söylemek lazım, eğer bu komisyonda partiler kendi ideolojik tutumları ve parti politikalarına öncelik verip toplumsal talepler yerine kendi pazarlıkları temelinde bir anayasa oluşturmaya kalkarlarsa bu toplumun kuruculuk yetkisini ortadan kaldırma anlamına gelir. Toplumsal talepleri esas alırlarsa kavga etmelerine gerek kalmadan asgari ortak paydada buluşan bir anayasa ortaya çıkarabilirler.

> Yeni Anayasa’nın inşası konusunda her partinin “kırmızı çizgileri” var. Bunlar aşılabilir mi?

Eğer Türkiye kendine yeni anayasa yapacaksa, siyasi partilerin kırmızı çizgilerinin geçerliliğinin olmaması gerekir. Unutmayalım, siyasi partiler mevcut anayasal düzene göre kurulmuşlardır. Onun ilkelerine ve ideolojik referanslarına tabi olmak zorundadırlar. Oysaki yeni anayasa bunların dışına çıkmayı gerekli kılar. Toplum adına siyaset yapan partiler toplumun yalnıza temsilcisidirler. Ama toplumun bizatihi kendileri olduğu zehabına kapılmamalılar. Anayasa topluma ait bir karar olduğuna göre onların kırmızı çizgiler ileri sürmesi toplumun iradesine saygısızlıktan başka bir anlama gelmez. Bu kırmızı çizgiler geçmiş anayasal düzenin ideolojik referansını yansıtıyorsa eğer, bu durumda kırmızı çizgiden söz eden partinin amacının yeni anayasayı engelleme ve geçmiş darbe ve tek parti diktatörlüğü ideolojisine sadakat olduğu ortaya çıkar.

> Türkiye nasıl bir yol ayırımındaki yeni kitabınız da bu ismi taşıyor?

Kabul edelim ki yüz yıllık düzen halksız, toplumsuz ve anti demokratik olduğu gibi, artık günümüzün minimum ihtiyaçlarına dahi cevap verebilecek durumda değildir. Toplum, Türkiye tarihinde ilk defa siyasette doğrudan bir aktör olmaya başladı, siyaseti belirliyor. Son 10 yıldaki tüm değişimlerin toplumsal dinamiklerce belirlendiği ve yönlendirildiğini görüyoruz. Bu daha önce hiç olmadı. Toplum değişti, talepleri, öncelikleri, algısı ve zihniyeti değişti. Dolayısıyla buna uygun bir sistemin inşası zorunlu hale geldi. Yani Türkiye cari anayasal düzenle yoluna devam edemez. Ne iktidar, iktidar olabiliyor, ne de muhalefet güvencede. Tüm kesitler kaybetme riskiyle karşı karşıya. Bu yüzden ötelenemeyecek bir karar aşamasına geldik. Türkiye’de tüm partiler anayasa sözüyle seçime girdi ve 2011 parlamentosu bir anayasa parlamentosu olarak oluştu. Buna rağmen anayasa yapılmayacaksa, demokratik siyasi süreç içinde anayasa yapımına ilişkin umutlar tükenebilir. Bunun ise ağır sonuçları olan kırılmalara neden olabileceği söylenebilir. Bu ve benzeri pek çok sebepten ötürü içinde bulunduğumuz durum tam bir yol ayrımı durumu...

> “Yeni Anayasa tartışması, Türkiye’de bir safi metin tartışması değil, bir Anayasa düzen değişikliği tartışması” ise yeni bir anayasa yapmak mümkün olur mu?

Esas mesele bu. Eğer anayasal düzen değişmiyorsa, hazırlanmış her bir Anayasa metni, yalnızca revizyon anlamına gelir. Aynı sistemde yalnızca bir “tuning” yapmış olursunuz. Oysa Türkiye’nin karar verme aşamasına geldiği şey metin değişikliği değil, anayasal düzen değişikliğidir. Metinle düzen aynı şey değildir. Olsaydı 1924’ten 1961’e, oradan 1982’ye geçince bir şeyler değişmiş olacaktı. Oysa ki bunlar aynı anayasal düzenin farklı numara verilmiş yeni sürümlerinden farklı değil. 1924’ten bu yana anayasal düzenin temel karakteristiğinde o tarihten bu yana bir şey değişmiyor. Ama işte bu “şey” can yakıyor, yok sayıyor, asimile ediyor, inkâr ediyor, bireye teba muamelesi yapıyor, inancını yok sayıyor, işkence ediyor. Medeniyet, insanlık, evrensel değerler namına ise pek bir şey ürettiği yok. Türkiye’deki gelişim esasen, bu sisteme rağmen toplumun sağladığı gelişimden ibarettir. Toplum bu değişimi yapabilecek güçte. Mesele ona Ankara’daki siyasilerin de inanması...

> Anayasa’nın inşası önündeki en büyük engel olarak neleri görüyorsunuz?

Yüz yıllık düzenin oluşturduğu siyasal alışkanlıklar, toplumu milliyetçilik ve milliyetçiliklerle zehirlemiş olması, önemli aktörlerin anayasa metni ile anayasal düzeni aynı zannetme hatası, siyasetçilerin bir kısmı ve akademisyenlerin büyük bir kısmının anayasayı eleştirirken, farkında olmadan onun diliyle konuşması, onun referanslarını tekrarlaması, terk etmek zorunda olduğumuz anayasal düzenin ideolojik referanslarıyla problemlerin bulunmadığını söylemesi ve nihayetinde cari sistemin kurumsal yapısının oluşturacağı krizlerle anayasa yapmaya müsait bir siyasal atmosferin oluşumunu engellemesi sayılabilir. Bu ülke için yeni anayasa arzulayanlar, tüm bu engelleri ancak ve ancak “toplumsal talepleri esas alan bir anayasal düzen inşası” ilkesiyle aşabilirler.

> Bir ülkenin Anayasası’nda “değiştirilmesi teklif edilemez” maddeler bulunmalı mı?

Buna toplum karar vermeli. Ben mantıksal olarak böyle bir düzenlemenin hiç bir işlevinin olmadığını düşünüyorum. Hatta Türkiye örneğine bakıldığında aslında yalnızca zararı vardır denebilir. Kişisel olarak eğer değiştirilemezlik olacaksa bunun iki unsurdan müteşekkil olması gerektiğini düşünürüm. Birincisi devletin insan onuru üzerine temellenmesi, ikincisi de bireylerin ve toplumun kendi kaderini tayin hakkı...

> 1982 Anayasası’ndaki ilk üç madde korunmalı mı?

Eğer yüz yıllık süreçte ortaya çıkan Anayasal düzeni içselleştirebiliyorsak kalsın. Ancak bununla neyi içselleştirdiğimizi ve neye onay verdiğimizi de iyi bilelim: Bu demokrasi karşıtlığı, özgürlüklerin reddi, ideolojik hegemonya, vesayetçilik, istiklal mahkemeleri, Yassıada mahkemeleri, DGM yargılamaları, darbeler, muhtıralar, soykırımlar, asimilasyonlar, kültürel, etnik, dilsel vs farklılıkların reddi ve kriminalize edilmesi ve sayısız birçok sonuçla problemi olmamak demek. İnsana ve toplumu bugünkü düzeyine getirenlerin emeğine saygıdan söz ediyorsak ilk üç madde konusunda biraz daha dikkatli düşünmemiz gerekiyor.

> Etnik vurgu konusunda bir değişiklik yapılması ya da yapılmaması, MHP ve BDP’nin tavrını nasıl etkiler?

Her iki partinin üzerinde uzlaşabileceği tek nokta, anayasanın hiç bir etnisiteye referans vermemesi. Zira hangi etnisiteye referans verirse, onun dışındakiler dışlar ve ötekileştirir. Filmi başa sarmış oluruz. Bununla birlikte yıkımı da başa sarmış oluruz. Türk derseniz, zaten kopmakta olan Kürt için bu düzende yeriniz yok anlamına gelir. Türk ve Kürt derseniz ötekilere demiş olursunuz veya Türkiye’yi bir etnisiteler ülkesi olarak telakki edersiniz. Bu da yanlış. Devlet bunlar karşısında tarafsızlığını sağlamalı. Bu da etnisite referansına yer vermemekle olabilir. Evet çok önemli ve hayati bir karar aşamasındayız, bu yüzden yol ayrımından söz ediyorum.

> Anayasa Platformuyla ilgili gezip verdiğiniz konferanslardan edindiğiniz intiba nedir?

Buna özet olarak söyleyeceğim şey: Türkiye önündeki engelleri toplumla ve toplumsal dinamikleri esas alarak aşabileceğimizdir. Bu düşüncem çok güçlü. Ankara’ya kulak verdikçe Türkiye kaybeder. Topluma ve insanımıza kulak verdikçe de kazanır. Bu kesin. Bu arada sivil toplum örgütleri ve meslek kuruluşlarının girişimlerini de pozitif olarak görüyorum. Unutmayın Türkiye tarihinde bir ilk yaşıyoruz. Sivil toplumun çabasıyla ilk defa hem kurumlar, hem de partiler geri adım atarak, “halk yapsın” demek zorunda kaldılar. Bu tarihi bir başarı değil mi?

> Anayasa değişikliği vaadinde bulunmuş bu iktidar, yeni bir anayasa yapamazsa ne tür sonuçlarla karşılaşır?


Ya sisteme yenilir, ya da yozlaşır ve küçülerek süreç içinde yok olup gider. Toplumla bağlantısı kopacağı için arkasındaki toplumsal desteği kaybeder. Ama toplum yoluna devam eder. Unutmayalım ki, Türkiye’yi bu noktaya getiren iktidar partisi değil, toplumdur. Toplum gerektiğinde onsuz da yoluna devam eder. Bu Türkiye’nin tarihi kazancıdır. Ben iktidarın da muhalefetin de rasyonel davranacağını, her ikisinin de kaybedeceği bir inatlaşma ve eski sistemle devam tercihini bırakıp, hepsinin kazanacağı yeni anayasal düzen tercihine doğru yöneleceğini düşünüyorum. Eninde sonunda yüzleşecekleri gerçek, bence onlara doğru tercihi yaptıracaktır.

> Anayasa kısa ve öz bir metin mi olmalı, yoksa detaylara inmeli mi?

Anayasa, yeni anayasal düzenin ifadesi olmalı. Demokratik, çoğulcu, dengeli, katılımcı, etkin ve işlevsel bir anayasal düzen için zorunlu olduğu ölçüde uzun olan, asgari garantileri içeren, bunun dışındaki tüm hususları kanunlara ve siyasal işleyişin doğasına bırakan bir anayasa olmasında yarar görüyorum.