Çetinsaya, “Bunlar konsensüsle, toplumsal uzlaşmalarla hayata geçebilir. Başörtüsü sorunu gibi konuları acı bir hatıra olarak tarihin tozlu raflarına koymamız lazım” dedi

Her gün 300 kişiyi ağırlıyoruz

YÖK Başkanı Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya, son 6 aydır genel kurul üyeleriyle birlikte yeni Yüksek Öğretim Kanunu (YÖK) taslağı üzerinde çalışıyor. Taslak, üniversitelerarası kuruldu değerlendirilip, rektörlerin görüşü alındıktan sonra 5 Kasım'da kamuoyu ile paylaşıldı. O günden beri de tartışılıyor, web sitesinde taslağın oluşturulması aşamasından itibaren yapılan bütün çalışmaların raporlarına, üniversitelerin resmi görüşlerine, öğretim üyelerinin, vatandaşların, öğrencilerin eleştirilerine ve önerilerine ulaşılabiliniyor. Çetinsaya, "Her gün YÖK'te yaklaşık 300 kişiyi ağırlıyoruz. Her üniversiteden 2'şer araştırma görevlisi, yardımcı doçent, doçent, profesör, idari personel, öğrenci, kamu kurum ve kuruluşlarının temsilcileri, sivil toplumu açık bir ortamda tartıştırıyoruz ve bu tartışmaları canlı yayınlıyoruz" bilgisini verdi. YÖK Başkanı, ay sonunda tekrar kampa gireceklerini, eleştirileri ve önerileri masaya yatırarak taslak üzerinde revizyona gideceklerini söyledi. Üniversitelerin bölünmesiyle ilgili bir çalışma ise şu anda kurul gündeminde yok.

* Siz de gençliğinizde, YÖK'e karşı mıydınız?

Tabii ki hepimiz YÖK'e karşıydık. O, hocalarımızı fişleyen, mesleklerinden atan, meslekdaşlarımızın kariyerleri ile oynayan, başörtüsü, katsayı sorunu gibi sorunlar etrafında ara rejimlerin, antidemokratik rejimlerin aracı olmuş, antidemokratik uygulamalar yapan bir YÖK'e karşıtlıktı. O mânâda tabii ki ben de YÖK'e karşıydım ve hâlâ öyle bir YÖK'e karşıyım. 120 bin öğretim elemanı, 168 üniversitesi, 4 milyon öğrencisi olan bir sistemi koordine eden, planlayan bir kuruma karşıtlık değildi.

AYDINLAR ASKERİ VE BÜROKRATİK ELİTİN PARÇASI OLMUŞ

* Üniversiteler neden darbe süreçlerinde hep aktör olarak rol oynadı sizce?

19. Yüzyıl'dan itibaren gelen Türk modernleşmesinin bir özelliği olarak belirtebiliriz. Aydınlar her zaman doğal olarak "bu vatan nasıl kurtulur" sorusuna bir cevap aramışlar ve kendi inandıkları ilkelerin, o ülkenin hakim ilkeleri olması gerektiğine dair bir inanca varmışlar. Bu uğurda da askeri ve bürokratik elitlerle işbirliğine gitmişler ki kendileri de aslında bu askeri ve bürokratik elitin bir parçası olmuşlar.

* Bu rolleri değişebilir mi bundan sonra?

28 Şubat ile 27 Nisan'ın etkileri, sonuçları ve toplumda yarattığı dalgalar itibariyle aynı olmadıysa, bunun değişmeye başladığının bir göstergesidir. Öğretim üyeleri eskiden kariyerleri ve kaderleri ile oynanacak diye ağzını açıp bir kelime söyleyemezdi. Bu ülkede insanların doktora tez konuları sebebiyle hayatları çar çur edildi. O ortamdan bugüne geldik.

* Üniversite sınavı kalkmalı mı?

Üniversiteye giriş sınavlarının kalkmasının kısa vadede pek mümkün olabileceğini düşünemiyorum. Bir sınav mutlaka olacaktır ama bu sınavın modeli, yöntemi her zaman değişebilir. ÖSYM sistemini de hemencecik kaldırıp rafa atmamamız gerekir. Sosyal yapımız itibariyle eşitleyici ve fırsat eşitliği yaratan bir etkisi olduğunu da kabul edelim. Toplumsal ve sosyal kaynaşmayı üniversitelerde görebiliyoruz. Düşünebiliyor musunuz bir sistem Türkiye'nin her tarafından ve her düzeyde çocuğu bir sınıfın içinde buluşturabiliyor. Bu sistemin hataları, eksikleri olabilir ama farklılıkları eşitliyor. Toplumda kompartmanlaşma olabilir, aına okullarından liselere kadar bu kompartmanlaşmayı görebiliyoruz ama üniversitede şu anda böyle bir kompartmanlaşma yok.

* Başörtüsü sebebiyle üniversiteye gidilememesi meselesi tamamen üniversitelerin gündeminden kalktı mı?

Tabii Allah'a şükür kalktı.

* Bundan sonra, öğretim üyeleriyle ilgili de bir gelişme yaşanabilir mi?

Neden olmasın? Yani, 21. Yüzyıl çeşitli sebeplerle tek tipleştiren bir yüzyıldı, tek bir doğru vardı, tek bir anlayış doğruydu. Herkes yakasına kırmızı gül takmalıydı, herkesin pantolon paçası şöyle olmalıydı. 20. Yüzyıl'daki bu milli devlet süreçleri, daha sonra soğuk savaş süreçleri bizleri, hem idraklarımızı hem de çalışmalarımızı neredeyse deli gömleğine hapsetti. Bugün gerçekten çok başka bir dünyadayız. İnsanlar ister yeşil ister mavi gül takar isterse hiç gül takmaz. Şiddet içermeden, temel etik ve ahlaki kurallara aykırı olmadan farklılıkların birarada yaşabildiği bir ortam. Bu da aslında tarihin normalleşmesi. Başörtüsü sorunu gibi konuları da acı bir hatıra olarak tarihin tozlu raflarına koymamız ve bir daha da hiç hatırlamamamız lazım.

* Öğretim üyeleriyle ilgili de böyle bir serbestlik gündeme gelebilir mi?

Neden olmasın? Bunlar hep konsensüsle, toplumsal uzlaşamalarla hayata geçebilir. 21. Yüzyıl'ın dünyasında bence olmalı, hiç şaşırtıcı değil. 20. Yüzyıl'ın dünyasının terimleriyle düşünürsek bir çok insan itiraz edecektir ama 21. Yüzyıl'ın terimleriyle düşünürsek neden olmasın? Bence olması gereken de odur.

REKTÖRLÜK SEÇİMLERİNDE 2 MODEL

* Her ile üniversite kuruluyor, hepsi aynı standartlara ve kaliteye sahip olabilir mi?

Eğer doğru politikalar izlersek gelebilir, bunda hiç bir tereddütüm yok. Nitelikli öğretim üyesi yetiştirmemiz gerekiyor. Hem yurtiçi hem de yurtdışı bursları yeniden düzenlemek, bu yolla nitelikli öğretim üyesi yetiştirmek için yeni birtakım politikalar üzerinde çalışıyoruz. Kalite güvencesi sistemi de bunu sağlayacak.

* Cumhurbaşkanı, üniversitelerde adaylar arasında yaşananlara dikkat çekerek rektörlük seçimlerini eleştirmişti, nasıl bir düzenleme öngörülüyor?

Taslakta, doğrudan seçim modelini ve atama modelini tartışmaya açıyoruz. Bu hem kamuoyunun üzerinde uzlaşmadığı bir konu hem de bizim kurul içinde de henüz uzlaşma aşamasına gelmediğimiz bir konu. Gelecek tepkilere, eleştirilere, önerilere göre bir karar vereceğiz.

* Sizin kanaatiniz nedir?

Kampuslarda propaganda yaparak, oy toplayarak, sandık koyarak gerçekleştirilen seçim sürecinin gerçekten üniversitelerin bilimsel ve akademik yapısına zarar verdiğini görüyorum. Slovenya, Güney Kore ve Yunanistan gibi bir kaç ülke dışında neredeyse bizdeki gibi bir seçim modeli kalmamış durumda.

İLANLA REKTÖR ARANACAK

*Seçim modelinin alternatifi ne?

O modelde, iç ve dış paydaşlar bir kurul oluşturuyor, bu kurul ilana çıkıyor, "x üniversitesi için rektörlük şartları şunlardır" diye, kişiler bunlara başvuruda bulunuyor. Kurul onların sunuşlarını dinliyor, vizyonlarını, misyonlarını, projelerini inceliyor ve bir karar varıyor. Kişisel görüşüm, rektör belirleme komitesi yoluyla yapılan rektör atamalarının daha uygun olduğu yönünde.

* Rektörlük seçimleri tartışılırken, diğer yandan bölüm başkanlıklarına kadar seçimin öngörülmesi üniversiteleri seçim arenasına çevirmez mi?

Rektörlük seçimi başka bir süreç üniversitelerimizde. Diğer taraftan bölüm başkanlığından, fakülte dekanlığına, fakülte kurullarına ve senatolara kadar her aşamada ve kademede seçim öngörüyoruz.  Bunun idari özerklik ve katılımcılık adına anlamlı, akademik süreçler bakımından sağlıklı olduğunu düşünüyoruz. Bölümlerde, fakültelerde yapılan seçimlerde rektör seçimlerinde yaşananların yaşanmayacağını düşünüyorum.

DİL ÖĞRETMEK BOYNUMUZUN BORCU

 * Öğretim üyelerine yabancı dil şartı getirilmesi kolejde okumamış, taşradan gelen akademisyen adayları için önemli bir engel olmaz mı?

Mutlaka her öğretim üyesinin bir yabancı dili, akademik düzeyde kendisine yarayacak kadar bilmesi gerekir. Puanın kaç olacağı, sınavların düzeyi, içeriği hepsi tartışılabilir, düzeltilebilir. Kendilerini dezavantajlı gören insanlara dili öğretebilmek tabii ki bizim boynumuzun borcu. Eğer, bir akademisyende dil arayacaksak, ona dil öğretecek mekanizmaları da oluşturmamız lazım. Aslında, Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı (ÖYP) ile bunu yapıyoruz. Her yıl 4 bin ÖYP kadrosu istihdam ediliyor. Bu arkadaşlarımızın önce dil seviyelerini ölçüyoruz, Türkiye'nin önde gelen üniversitelerindeki hazırlık okullarına gönderiyoruz, sonra yurtdışına göndererek dil imkânlarını geliştiriyoruz, bu mekanizmaları çoğaltarak sürdüreceğiz.

ÖZLÜK HAKLARINI CAZİPLEŞTİRMELİYİZ

* Bir araştırma görevlisi ortalama 2 bin, yardımcı doçent 2. 500, doçent ise 3 bin lira maaş alıyor. Bu ücretlerle üniversiteler cazip hale gelebilir mi?

Bu mesele artık  geçinip geçinememe meselesi olmaktan çıkmıştır. Özlük hakları meselesine, "Biz, 21. Yüzyıl'ın dünyasında var olmak, 2023 hedeflerine ulaşmak istiyor muyuz? Küresel dünyada bir oyuncu, oyun kurucu olmak istiyor muyuz?" diye bakmamız lazım. Eğer bunları hedefliyorsak, en parlak beyinleri ister sosyal bilimlerde ister fen bilimlerinde ister tıp bilimlerinde akademiye çekmemiz lazım. En parlak beyinleri doktora yapmaya, akademisyen olmaya ikna etmemiz lazım. Bunun için de özlük haklarını mutlaka cazip hale getirmeliyiz.

ÖĞRENCİ TEMSİLCİSİ HER YERDE OLACAK

* En çok vergi verenler üniversite mütevelli heyetlerinde yer alacak. Mesela, hayali ihracatçı en fazla vergi verense mütevelli heyetinde yer alacak mı?

Biz bir model koyuyoruz, bunu da tartışmaya çağırıyoruz. 7 öğretim üyesi, 2 Bakanlar Kurulu kontenjanından gelmiş kişiler oturup, üniversiteye en çok bağış yapanlardan veya o ildeki vergi rekortmenlerinden birisini seçecekler. Bu kadar akil insan yanlış kişiyi seçerlerse "bravo" denilir.

* Yeni oluşturulacak sistemde öğrenci nerede duruyor?

Bölüm kurulları, fakülte kurulları, üniversite senatosu ve yönetim kurulları dahil her yerde öğrenci temsilcisi olacak. Öğretim üyelerinin özlük hakları ve disiplin konuları dışında her konuda da tartışmaları dinleyecekler ve sözlerini söyleyecekler. Bütçeleri, kendilerine ait mekanları, meşru görev ve yetkileri olacak.

ÖNEMLİ YETKİLERİ ÜNİVERSİTELERE 

* YÖK, varlığını bugüne kadar bildiğimiz YÖK olarak mı sürdürecek?

YÖK mevcut taslakta, bir planlama, koordinasyon ve denetleme kurulu haline dönüşüyor. O tek tip ve merkeziyetçi yapısından kurtuluyor. Farklılıkları, çeşitlilikleri kabul eden bir hale dönüşüyor. Bütün önemli yetkileri üniversitelere devrediyor, bunun karşılığında üniversitelerden hesap verebilirlik kuralına uymasını ve bu mekanizmaları oluşturmasını istiyor. Performans değerlendirmesinin ve rekabetin sağlıklı bir yüksek öğretim sistemi için olmazsa olmaz olduğunu, devlet bütçesi dışında da üniversitelerin birtakım özkaynaklar yaratması gerektiğini söylüyor. Bütün bunların da kalite güvencesi sistemi içerisinde garantiye alınmasını istiyor.

* Türkiye neden bilimde bir sıçrama yapamadı?

Bir çok sebebi olabilir, mesela biri tek tipleştirme. Mevcut sistem İstanbul Teknik Üniversitesi'ne de,  yeni kurulmuş 3-4 yaşındaki bir üniversiteye de aynı standartları getiriyor. Onları aynı yaşta, aynı boyda, aynı kiloda kabul ediyor. Biz ne hızlı koşana "biraz az koş" ne de az koşana "daha hızlı koş" diyeceğiz. Bir de Türkiye'nin darbe dönemlerinde, darbe sonrası kaos dönemlerinde akademik özgürlükler, bilimsel özgürlükler tam olarak yaşanamadı. Akademik ve bilimsel özgürlüklerin olmadığı yerde bilimde patlama beklenemez.


* Fizik, kimya gibi bölümlerinin kapatılması gündemdeydi, yine gündemde mi bu bölümlerin kapatılması?

Bizim açımızdan kapatmak diye bir şey yok. İkinci eğitimleri birinci eğitime dönüştürürüz, kontenjanlarını kısıtlarız, lisans öğrencisi yoksa yüksek lisans imkânları veririz. Temel bilimlere sağlıklı bir zemin yaratmak zorundayız. Yıkıcı değil yapıcıyız. 


RÖPORTAJ: SEDA ŞİMŞEK