Av. Mehmet UÇUM

Sorunumuz insan eyleminin özgürlükle ilişkisi değildir. Böyle bir sorun tarifi insan eyleminin dışında bir özgürlük alanının kabulünü gerektirir. Oysa insan için böyle bir alan yoktur. Sadece eylemimizle sınırlarını belirlediğimiz hareket alanları vardır. Eylemimizi yönlendiren ise toplumsal varoluş koşulları içinde oluşturduğumuz düşüncelerdir. Öyleyse insan için özgürlük düşünsel bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü yaşarken özgür olduğumuzu düşünmek ve hissetmek isteriz. Eğer özgürlüğümüzü hissedemiyorsak özgür yaşadığımıza nasıl karar verebiliriz. Özgürlüğümüzü hissedemediğimizde nasıl yaşarsak yaşayalım tek fark ettiğimiz tutsaklık olacaktır.

Demek ki özgürlük aslında nesnel bir durumu anlatmaz. Tam aksine bir bilinç durumudur. Özgürlüğün bir bilinç durumu olması onun içinde bulunduğumuz maddi koşullardan tamamen bağımsız bir kategori olduğu anlamına asla gelmez. Bir bilinç durumu olan özgürlük elbette ki somut yaşama bağlı olarak hissedilebilir. Başka bir anlatımla özgürlüğün soyut bir bilinç durumundan “düşünsel somut bir varlığa” dönüşmesi yani somut bir bilinç olarak yaşanması maddi koşullarla ilgilidir.

Bu nedenle insanlığın asli yönelimine baktığımızda, maddi koşullara etki ederek daha fazla özgür olma çabasını görmekteyiz. Bu yönelim, düşüncelerin oluştuğu iç süreçlerin özgürlüğe engel dış koşullarını gözetmeden veya bu koşulları aşarak kendimizi özgürce ifade etmenin yollarını aramaktır.

İnsanlık, tarihi boyunca bu arayışın içinde olmuştur. Bu arayış bilinçteki özgürlüğü yaşamak için gerekli maddi koşulları oluşturma çabası olarak biçimlenmiştir.

Bunun için kimileri özgürlüğü, nesnel nitelikli olan doğal ve sosyal yasallıkların farkına varılması olarak tanımlamıştır. Bu bağlamda toplumcu düzen teorileri geliştirilmiştir. Tamamen farklı noktalarda olan kimileri özgürlüğü, “bırakınız yapsınlar” önermesi içinde görmüş, liberal toplum teorilerine yönelmiştir. Din içinde özgürlüğü arayanlar mutlak bir iradeye olan inancı özgürleşmenin biricik yolu olarak kabul etmiş, din esaslı bireysel yaşam ve/veya toplum modellerini benimsemiştir. Kimileri ise bütün maddi ve ruhsal bağlardan kurtulmayı özgürlük olarak anlamış ve iktidardan arınmış yaşam örnekleri aramıştır. Geliştirilen birçok model yaşam alanında iç içe girmiş ve karmaşık toplumsal yapılar oluşmuştur.

Tüm farklı yollara ve biçimlere rağmen iki kesin sonuç kaçınılmaz olmaktadır. İnsanlığın özgürlüğe ulaşma arayışı ve buna karşın mutlak özgürlüğe ulaşmanın imkânsızlığı.
Bu gerçeğe rağmen İnsanlık bir bütün olarak özgürlük yolunda büyük adımlar atmıştır. Ama özgürlük, ne kadar yakınlaşılırsa o kadar uzaklaşılan bir amaç olma özelliğini hep korumuştur. Bu yüzdendir ki İnsanlık, özgürlük yolundaki yürüyüşünün başarısını amaca ne kadar yaklaştığına göre değil kendisini ne kadar ve ne düzeyde ifade ettiğine göre ölçmektedir. İnsanın varlığını ifade etmenin olanakları ne kadar artarsa ve çeşitlenirse insanlığın özgürlük yolundaki yürüyüşü de o denli başarılı kabul edilecektir. Demek ki özgürlük amacına yürüyen insanın en temel ihtiyacı varlığını ifade etmektir.

Evet, ifade etmek, ihtiyacımız budur. Sadece düşündüğümüzü değil bireysel ve toplumsal varoluşumuzu özgürce ifade etmek bu yolla özgürlük idealine yönelmek varlık sebebimizdir. Dolayısıyla eylem alanlarımızı düzenleyen hukukun idesi de çoğunlukla kabul edildiği üzere adalet ve/veya eşitlik değil özgürlük olmak gerekir.

Bununla birlikte bireysel olarak aynı yönelimde bulunan insanların, özgürlük idealine dönük eylemlerinin yaratacağı çatışmalar sorununun nasıl çözüleceği de hukukun alanına girmektedir. Diğer deyişle hukuk, karmaşık toplum yapısı içerisinde yer alan her bireyin ve (sosyal, kültürel, politik, dinsel, etnik, vb.) her grubun ifade özgürlüğünü etkin kullanımlarını güvence altına almalıdır. Ancak hukuk, bu çetrefil soruna çözüm bulmaya çalışırken hem düzen ve güven ilkelerine göre normlar koyabilmeli hem de özgürlük yönelimine zarar vermemelidir. Özgürlük yönelimine zarar vermemek “ifade özgürlüğünü” düzen ve güven için sınırlamamak demektir.

İşte bu noktada bir paradokstan söz edilebilir. O da hukukun ifade özgürlüğünü sınırlamadan nasıl bir düzen ve güven sağlayacağıdır.  Ancak bu görünürdeki çelişkidir.

Hukukun sağlayacağı düzen ve güvenin amacı aslında ifade özgürlüğünü kullanmanın koşullarını yaratmaktır. Başka bir anlatımla ifade özgürlüğü başka her hangi bir ilke için değil tümüyle ifade özgürlüğüne etkinlik kazandırmak için sınırlanabilir.

Nasıl ki mutlak yasak olanaksız ise aynı şekilde mutlak sınırsızlık da olanaksızdır. Her iki durumda da ifade özgürlüğüne ilişkin bir alan kalmaz. İşte bu gerçek, ifade özgürlüğüne getirilen sınırlamanın tek meşru nedenidir. Bu nedenden türetilen ölçüt; herkes için ifade özgürlüğünü güvence altına almaktır. Bu ölçüt sınırlamanın derecesini belirler. Sınırlama ancak ve sadece, ifade özgürlüğünün herkes için aynı düzeyde etkin kullanımına olanak sağlayacak ve bu kullanıma zarar vermeyecek derecede olabilir.

Tam da burada hukukun adalet ve eşitlik ilkeleri devreye girer. Adalet ve eşitlik hukukun özgürlük idesine yönelik olarak ifade özgürlüğünün etkin bir biçimde kullanılmasının koşullarına ilişkin niteliklerdir. Düzen ve güven içinde adil ve eşit koşullarda herkes için ifade özgürlüğünü etkin kılmak hukukun temel işlevidir.
Çünkü sözle ve eylemle kısaca tercih ettiğimiz yaşantımızla kendimizi ifade etme özgürlüğü varoluş sebebimiz olan mutlak özgürlüğe yönelim için elimizdeki en etkili, belki de tek araçtır.

İşte Türkiye Toplumu yeni anayasasını bu yaklaşımla ele alıp yaparsa o zaman belki biz de Nelson Mandela’nın dediği gibi “özgür olmakta özgür olacağımız” bir siyasal yapıya kavuşuruz.