Ceza Hukuku Profesörü A. Caner Yenidünya, Hukukihaber.net'e konuştu. Prof. Dr. Yenidünya, kadın cinayetleri, idam, kimyasal hadım ve İç Güvenlik Paketi hakkında çok önemli açıklamalarda bulundu. 
İç güvenlik yargı paketinin temel hak ve hürriyetler yönünden çok tehlikeli düzenlemeler içerdiğine dikkat çeken Yenidünya, "Herkesi sınırsız bir şekilde olağan şüpheli haline getiren yasal düzenlemeler bir hukuk devletinde kabul edilemez. Adeta olağanüstü hal dönemlerini hatırlatan bazı düzenlemelerin getirildiğini görmekteyiz" dedi.

MEHMET ALİ AY / HUKUKİ HABER

İşte Prof. Dr. A. Caner Yenidünya ile yaptığımız röportaj;

Türkiye’de kadın cinayetlerinin sayısı her geçen gün daha da artıyor. Cezaların caydırıcılığı noktasındaki tartışmalar, üniversite öğrencisi Özgecan’ın canice öldürülmesinin ardından ayyuka çıkmış durumda... Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? 

Evet, maalesef son dönemlerde ülkemizde birçok kadın cinayetine şahit olduk. Üst üste yaşadığımız bu olaylar toplumun her kesimini, hepimizi derinden üzdü ve etkiledi. Özellikle bir öğrenci kızımız Özgecan’ın canice, hunharca katledilmesi toplumumuzda çok büyük bir infiale yol açtı. Günlerdir yaşadığımız, konuştuğumuz bu olay hepimizin vicdanında, hafızasında kolay kolay kapanmayacak derin etkiler, izler bıraktı. Böyle bir olayın bizim toplumumuzda nasıl yaşanabildiğini, bu olayın nasıl bu şekilde gerçekleşebildiğini anlamak, kavrayabilmek gerçekten kolay değil. Bu olayların temel sebebinin anlaşılması, bu konudaki hassasiyetlerimizin daha da fazla artırılması, toplumumuzun ortak bir sorunu olarak kadın cinayetlerinin önüne geçilebilmesi için artık çok ciddi çalışmaların yapılması, somut ve kararlı adımların atılması gerekliliği bir kez daha ortaya çıkmış oldu. 

Bu noktada şunu belirtmek gerekir ki, kadın cinayetleri sadece yasal düzenlemelerle, ağır cezalarla önlenebilecek bir sorun değildir. Ne kadar ağır yaptırımlar öngörülürse öngörülsün, sorunun psikolojik, sosyolojik temelde ve en önemlisi eğitim temelinde mutlaka ele alınması gerekmektedir. Bir fiile ağır bir ceza öngörülmesi, caydırıcılık bakımından önemli ve etkili olsa da, o fiilin önlenmesi bakımından tek başına yeterli değildir. Burada yapılması gereken, suçun işlenmesinden sonra uygulanacak yaptırımlardan öte, daha o suç işlenmeden biz bu kişileri o suçları işlemekten nasıl alıkoyabiliriz, bu insanların o suçları işlemesini nasıl önleyebiliriz, bu sorulara yanıt verebilecek politikalar ve çözümler üretmektir.

Aynı olay idam tartışmalarını da beraberinde getirdi… İmza kampanyaları dahi başlatıldı. İdam ve hadım tartışmalarını hakkında neler söylemek istersiniz? İdam geri getirilmeli midir?

Bilindiği gibi, kimyasal hadım, kişinin tıbbi ilaçlarla testosteron hormonu salgılamasının azaltılmasını ve bu yolla cinsel isteğin ortadan kaldırılmasını sağlayan bir yöntem. Bu yöntem uygulandığında, kişi cinsel ilişkiye girme yeteneğini kaybetmemekle birlikte, cinsel ilişki başlatamamakta ya da cinsel haz hissedememektedir. Bu yöntem her ne kadar, cinsel suç faillerine uygulanacak alternatif bir yaptırım türü olarak dile getirilse de, çağdaş ceza hukukunun en önemli ilkelerinden biri olan insanilik ilkesi, suç teşkil eden insan davranışlarına karşılık insancıl yaptırımların öngörülmesini gerektirdiğinden, kimyasal hadımın doğrudan doğruya cinsel suç faillerine yönelik uygulanacak bir yaptırım olarak kabul edilmesi, insanilik ilkesine aykırıdır. 

Bununla birlikte, bu yöntemin hukuk devleti ilkesi ve ceza hukukunun temel ilkelerine uygun bir şekilde belirli şartlar altında tatbiki de söz konusu edilebilir. Örneğin, işlenen cinsel suçun, kişideki psikolojik yahut biyolojik bir rahatsızlıktan meydana geldiği tespit edilmişse ve bu rahatsızlığın etkilerinin zayıflatılabilmesi için tıbben kimyasal kastrasyon gerekli görülüyorsa, belirli bir yaşın üzerindeki kişilere, rızalarına dayalı bir denetimli serbestlik tedbiri olarak kimyasal kastrasyonun tatbik edilmesi yöntemi benimsenebilir. Fakat, cerrahi kastrasyon, bireyin vücuduna geri dönülmez bir biçimde müdahale içerdiği için, bir suçun karşılığında ceza yahut güvenlik tedbiri olarak tatbik edilmesi, ceza hukukunun temel ilkeleri bakımından kabul edilemez.

'ÖLÜM CEZASINI SAVUNMAK MÜMKÜN DEĞİL'

İdam tartışmasına gelince, bu konu toplumda infial yaratan, toplum vicdanını derinden etkileyen çeşitli hadiselerde sürekli gündeme gelmekte ve idam cezasının hukuk sistemimize dahil edilmesi gerektiği yönünde düşünceler ileri sürülmektedir. Baştan ifade etmeliyim ki, bir ceza hukukçusu olarak, ölüm cezasının insancıl bir ceza olduğunu savunmak mümkün değildir. Çağdaş ceza hukukunda yaptırımların insancıl olması, adli hata halinde geri alınabilir, düzeltilebilir olması esastır. Ancak ölüm cezası bu özellikleri taşıyan bir yaptırım türü değildir.  

Mevzuatımızda ölüm cezasının kaldırılması sonrasında, yerine öngörülen yaptırım ağırlaştırılmış müebbet hapistir. Türk Ceza Kanunu’nda karşılığında ağırlaştırılmış müebbet hapis öngörülen suç tipleri incelendiğinde; bunların içerisinde siyasi suçların ağırlık kazandığı görülecektir. Ülkemizde maalesef bu suçlarla irtibatlı geçmişte verilen ölüm cezası kararları ve infazları ile ilgili halen tartışmaların devam ettiği, toplumun hafızasında olumsuz etkiler bıraktığı düşünülürse, eminim ki, vatandaşlarımız o uygulamaların da tekrar yaşanmasını arzu etmemektedir.  

Diğer taraftan ölüm cezasının ülkemizde kabul edilmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerimiz gereğince de mümkün değildir. Ülkemiz, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalamış ve idam cezasının kaldırılmasını, idam cezasının uygulanamayacağını öngören “Ölüm Cezasının Kaldırılmasına Dair 6 Nolu Ek Protokol”ü onaylanmıştır. Böylelikle, Türkiye, tarafı olduğu uluslararası anlaşmaların bir gereği olarak idam cezasının kaldırıldığını ve bu cezanın uygulanmayacağını kabul etmiştir. Bu bakımdan idam cezasının hukuk sistemimiz içerisine yeniden dâhil edilmesinin mümkün olmadığını belirtmek gerekir. Hukuki gerçekler böyle olmasına rağmen, sırf siyasi bir söylem gerçekleştirmek adına halkın vicdanında derin yaralar açan hadiseler sonrası bu cezayı gündeme getirmek doğru değildir. Öte yandan unutulmamalıdır ki, ölüm cezası yeniden düzenlense, gerçekleşen bu hadiselerde tatbik imkanı da yoktur. Çünkü aleyhe bir ceza yasasının geçmişe yürürlü uygulanması mümkün değildir. Bu durum bilinerek yapılan yorumların samimiyetini halkımızın takdir etmesi gerekir.
 
Siyasilerin bu denli hassas bir konuya yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tabi ki bu tür hassas konularda politikacıların soğukkanlı ve sağduyulu açıklamalar yapması gerekir. Toplumda hangi tartışmalar yapılırsa yapılsın, özellikle ölüm cezası gibi bir konuda sorumluluk sahibi kişiler, bilhassa siyasiler daha dikkatli açıklamalar yapmalıdır. Bu tür hassas konularda hukuk zemininden çıkılarak, daha çok popülist yaklaşımlar sergilenmesinin doğru bir yöntem olmadığını düşünüyorum. 

Kadın cinayetlerinde faillere verilen ‘iyi hal’ indirimi de bir başka tartışma konusu… Takım elbise ile mahkemeye çıkan bir sanığın bu durumunu gözeterek cezanın miktarının değişmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

İyi hal indirimi olarak kamuoyuna yansıyan konu, aslında hukukumuzda cezanın bireyselleştirilmesi, suçlunun kişiliğine uydurulması vasıtalarından biri olarak TCK.’da kabul edilen “takdiri indirim nedenleri”nin bazı davalarda uygulanmasıyla medyanın gündemine taşınmıştır. 

Takdiri indirim nedenlerinin ceza hukukunda kabul edilmesinin temel sebebi, cezaların bireyselleştirilmesi ve böylece cezanın failin kişiliğine uygun hale getirilmesi ihtiyacıdır. Yani aynı suçu işleyen kişilere aynı cezanın verilmesi her zaman adaletli, hakkaniyetli sonuçlara yol açmayabilir. Hem suçun işleniş biçimi, hem failin şahsi özellikleri, yaptırım yönünden hakkaniyetin sağlanması, cezanın amaçlarına ulaşabilmesi bakımından göz önünde bulundurulan hususlardır. Fiilin işlenişine ilişkin özellikler, temel cezanın tespitinde dikkate alınır ve bu yapılırken TCK.’nun 61 inci maddedeki sıra ve kriterler gözetilir. Failin kişiliği, geçmişi, duruşmadaki davranışları cezanın kişi üzerindeki olası etkileri gibi hususlar ise 62 nci madde kapsamında takdiri indirim nedenlerine konu edilir.  Diğer bir ifadeyle, takdiri indirim nedenleri, fiilin işleniş şeklinden bağımsız olarak, tamamen bireyin kişisel özelliklerine, sosyal durumuna, fiil sonraki davranışlarına bakılarak uygulanan bir bireyselleştirme türüdür. Yasa koyucunun, yargılama sürecindeki davranışları 62 nci maddede örnek kabilinden zikretmesindeki amaç, failin pişmanlığını, adaletin tecellisine katkısını, yargılamanın düzenine uyumunu gösteren tavır ve hareketlerin cezanın bireyselleştirilmesi vasıtası olarak nazara alma yönündeki iradesidir. Dolayısıyla takdiri indirim nedenleri uygulanırken, kurumun amacına uygun şekilde hareket edilmesi gerekir. 

Takdiri indirim nedenleri, şekli bazı kriterlere değil, hayatın içinden somut olgulara bağlı olarak uygulanmalıdır. Keyfiliğe kaçılacak tarzda, bu indirimin peşinen uygulanmasını kabul etmemek gerekir. Nitekim Yargıtay’ın bir kararında temas edilen olgu sorduğunuz soruya da yanıt içerebilir. Nitekim örneğin, Yargıtay 1.CD., 18.07.1986 tarih ve 1805/2470 sayılı kararında; altı yaşındaki mağdurun ırzına geçtikten sonra, delilleri ortadan kaldırmak için taşla kafasını ezerek, parçalayıp öldüren sanıklar hakkında takdiri hafifletici sebebin uygulanamayacağını isabetle belirtmiştir. Şu halde, hâkimin takdir yetkisi sınırsız değildir. Bütün kararlarda olduğu gibi, takdiri indirimin uygulanmasına veya uygulanmamasına ilişkin kararlar da gerekçeli olmalıdır. Bununla birlikte gösterilen gerekçe hak, adalet ve nasafet kuralları ile dosya içeriğine uygun düşmelidir. Sadece çocuk ve kadın cinayetlerinde değil, işlenen tüm suçlarda, sadece ve sadece hak edene, adaletin tesisine katkı sağlama düşüncesi ile bu indirim uygulanmalıdır. Yoksa, bir insanı katleden, acımasızca cinayet işleyen, ardından suç sonrası delilleri ortadan kaldırmak için, suçtan kurtulmak için insani değerlere sığmayacak, insan onuruna yaraşmayan davranışları gerçekleştiren bir kimsenin, sadece ve sadece kıyafeti düzgün gerekçesiyle, takdiri indirim uygulanması ne hakka, ne adalete, ne de hükmün konuluş gayesine uygundur. 

'MAĞDUR OLAN BİR ANDA FAİL OLABİLİR'

‘Kadınların silahlanması’ tartışmaları da gündemdeki bir başka konu… Görüşleriniz nelerdir?

Hukukun egemen olduğu bir ülkede kişilerin kendi kendilerine hak araması, ihkak-ı hak kavramını gündeme getirir ve böyle bir durumun bir hukuk devletinde kabul edilebilmesi mümkün değildir. Esas olan, suç teşkil eden bir davranışa, hukuk düzeninin öngördüğü çerçevede devletin karşılık vermesidir. Ancak doğaldır ki, bir ülkenin polisinin, kolluk güçlerinin her işlenen suça anında müdahale etmesi mümkün değildir. Bu sebeple kişiler zaman zaman, kendilerine ya da başkalarına yönelik saldırılara karşı koymak durumunda kalabilir. Ceza hukukunda bu sebeple “meşru savunma” bir hukuka uygunluk sebebi olarak kabul edilmektedir. Böylelikle, polisin gerçekleşen bir olaya müdahale etme imkânının bulunmadığı durumlarda, kişiler mevcut bir saldırı karşısında kendilerini ya da başkalarını koruma içgüdüsüyle meşru savunmada bulunabilirler. Meşru savunma şartları dahilinde yapılan davranışlar suç teşkil etmez.

Kadınların silahlanması deyimi, biraz yanlış anlaşılmaya müsaittir. Silahlanma denilince, kadınların silah bulundurarak, bir tehlike ya da saldırı karşısında bunu alelade, ölçülülüğe riayet etmeden kullanabilecekleri bir ortamın sağlanması gibi bir algı oluşturmamak gerekir. Bir korunma aracı olarak herhangi bir vasıtanın ölçüsüz şekilde kullanılması, mağdur konumunda olan kişiyi bir anda fail konumuna getirebilir. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki, sadece kadınlarımız özelinde değil toplumumuzu oluşturan tüm bireyler sokakta, herhangi bir yerde bir saldırı ile karşılaşabilirler ve kişilerin her zaman güvenli bir yerde olması, derhal yardım isteyebileceği bir yerde bulunması söz konusu olmayabilir. Böyle durumlarda kişiler, kendilerine yönelik saldırılara karşı “meşru savunma” çerçevesinde hareket edebilirler. 

Toplumumuzda kadınların daha zayıf ve korumasız oldukları düşünüldüğünde, bunu belirli araçlarla dengelemeye çalışmaları anlaşılabilir bir durumdur. Yani eğer, kadınlarımız kendilerini belirli araçlarla daha iyi koruyabileceklerini, savunabileceklerini düşünüyorlarsa, bu araçları bulundurmaları makul karşılanabilir. Burada gözden kaçırmamamız ve dikkat etmemiz gereken husus, bu araçların hukukumuza göre bulundurulması yasak olan bir araç olmaması ve bu araçların sadece gerektiğinde savunma amaçlı olarak kullanılabilir olduğu bilincinin yerleştirilmesi gerekliliğidir.  Ancak özellikle yukarıda temas ettiğimiz üzere, esas olanın suçla mücadelede devletin tekel yetkisine uygun politikalar üretmesidir. 

ÇOK TEHLİKELİ BİR DÜZENLEME

‘Yeni İç Güvenlik Paketi’ tartışmaları devam ediyor. Yargı camiasının büyük kesimi yasayı ‘İfade özgürlüğüne darbe’ olarak nitelendirdi? Neler söylemek istersiniz?

İç güvenlik yargı paketinin temel hak ve hürriyetler yönünden çok tehlikeli düzenlemeler içerdiğini en baştan ifade etmem gerekir. Bu tehlikenin de yalnızca ifade özgürlüğü bakımından değil, başta yaşam hakkı olmak üzere, kişi güvenliği, özel hayatın gizliliği, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı yönünden mevcut olduğu şüphesizdir. Getirilen düzenlemeler, bu hakların tamamını özünden etkileyen,  bir bölümünü ise kullanamaz ve işlevsiz hale getiren bir niteliğe sahiptir.

Özellikle toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı yönünden Tasarı ele alındığında, kişilerin barışçıl da olsa bir gösteriye yüzünü kısmen de olsa kapatarak katılmasının suç olarak düzenlenmesini, suç politikası ilkeleriyle hiçbir şekilde açıklayabilmek mümkün değildir. Keza bir saldırı aracı olarak kullanılmasa bile bilyenin, sapanın bizatihi bulundurulmasının suç kapsamına alınması da anlaşılabilir değildir. Bir taraftan, bu tarz davranışlar suç olarak yaptırıma bağlanırken, diğer taraftan da bu suçların tutuklama tedbirinde katalog suçlar arasına dahil edilmesi, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkını kullanmak isteyen vatandaşlarımız üzerinde bir baskı ve korku meydana getirecektir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı, ifade özgürlüğünün en temel kullanım yöntemlerinden biridir ve demokratik bir toplumda bu hakkın bu şekilde sınırlandırılması kabul edilemez. Burada özellikle şu konuya da vurgu yapmak istiyorum, bu fiillerin suç olması için; bir toplantı ve gösteri yürüyüşünde saldırgan tavırların sergilenmesi, eşyaya yahut kişilere zarar verilmesi, kolluk güçlerine saldırılması gibi hususlar aranmamaktadır. Herkesi sınırsız bir şekilde olağan şüpheli haline getiren yasal düzenlemeler bir hukuk devletinde kabul edilemez.

'OLAĞANÜSTÜ HAL DÖNEMLERİNİ HATIRLATIYOR'

İç güvenlik yasa tasarısıyla kolluk kuvvetlerine olağanüstü yetkiler verilmektedir. Kolluk kuvvetlerinin yetkileri olağanüstü hal durumlarında genişletilir? Peki sizce ülkemizde Anayasa’ya göre ilan edilmiş bir olağanüstü hal tehlikesi mi var?

İç güvenlik yasa tasarısındaki düzenlemelere bakıldığı zaman, adeta olağanüstü hal dönemlerini hatırlatan bazı düzenlemelerin getirildiğini görmekteyiz. Vali ve kaymakamlara adli yetkiler tanınması, polise adli bir karar olmaksızın arama ve gözaltı yetkisi verilmesi, silah kullanma yetkisinin genişletilmesi, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı yönünden ciddi sınırlandırmalara yer verilmesi, ülkemizde sanki bir olağanüstü hal döneminin yaşandığı izlenimini doğuran düzenlemelerdir.  

Ceza ve ceza usul yasalarında konjoktürel değişikliklerin yapılmaması gerekir. Ne yazık ki ülkemizde, ceza yasaları çok sık değiştirilmekte, yaşanan her olaydan sonra yeni bir düzenleme ya da değişiklik yapılması yoluna gidilmektedir. Özellikle ceza yasalarında yapılan, belirli olaylara tepki olarak ortaya çıkan bu tarz yasal düzenlemeler, hukuki istikrarın ve güvenliğin sağlanması bakımından ciddi problemleri beraberinde getirmektedir. Ne yazık ki, iç güvenlik Yasa Tasarısı da bu tarz yasalaştırma tekniğinin son örneğidir.

'UYGULAMADA BİRÇOK HAK İHLALİNE YOL AÇACAKTIR'

İç Güvenlik Paketi’yle polise gözaltı yetkisi veriliyor. Düzenleme yasalaşırsa polis, 24 saat gözaltına alabilecek. Hakim önüne çıkarma süresi 48 saat olacak. Konu hakkında neler söylemek istersiniz?

Bilindiği gibi, CMK.’nun mevcut sisteminde suç şüphesi altında bulunan kişinin gözaltına alınmasına karar verme yetkisi, sadece Cumhuriyet savcısına ait bir yetkidir. Pakette, CMK.’nun istisnasız şekilde Cumhuriyet savcısına tanıdığı gözaltına almaya karar verme yetkisi, belirli suçlarla sınırlı olarak Cumhuriyet savcısının elinden alınmakta ve kolluk amirinin yetki alanına dahil edilmektedir. Hiç kuşkusuz kolluk amirine gözaltına alma kararı verme yetkisinin tanınmış olması, gözaltı tedbirinin keyfi şekilde uygulanmasına yol açacak niteliktedir. Çünkü adli karakterli bu tedbire ilişkin uygulamanın, belirli suçlarla sınırlı da olsa “idari bir merciye” bırakılması, tedbiri kötüye kullanıma müsait hale getirir. 

Özellikle, Tasarıda katalog halinde yer verilen ve aralarında “toplumsal olaylar sırasında işlenen cebir ve şiddet içeren suçlar”ın da yer aldığı birtakım suçlar yönünden kolluk amirine, 24 saate kadar, şiddet olaylarının yaygınlaşarak kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasına yol açabilecek toplumsal olaylar sırasında ve toplu olarak işlenen suçlarda ise 48 saate kadar gözaltına alma kararı verme yetkisi verilmesi, gözaltı tedbirinin barışçıl amaçlarla “toplantı ve gösteriyi yürüyüşü düzenleme hakkını” kullanan vatandaşlar yönünden bir sindirme, baskı aracı olarak idari mercilerce kötüye kullanılmasının önünü açacaktır. Hukuk güvenliği ilkesine ve geniş anlamda hukuk devleti ilkesine açıkça aykırılık oluşturan bu tarz bir yetkilendirme, kuşkusuz uygulamada birçok hak ihlaline yol açabilir. 

İÇERİK SOYUT VE BELİRSİZ

Bu düzenlemenin eleştirilmesi gereken diğer bir yönü de, son derece soyut ve belirsiz bir içeriğe sahip olmasıdır. Tasarıda yer alan ve kolluk amirine 48 saate kadar gözaltına karar verme yetkisinin getirildiği “şiddet olaylarının yaygınlaşarak kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasına yol açabilecek toplumsal olaylar sırasında ve toplu olarak işlenen suçlar” ifadesinin uygulamada nasıl değerlendirileceği, buna hangi mercin nasıl karar vereceği ayrı bir tartışma konusudur. Özgürlük kısıtlaması sonucunu doğuran yasal düzenlemelerin bu şekilde soyut ve belirsiz olması, kötü ve haksız uygulamalara kapı aralar. Esas itibariyle bir gri alan oluşturarak, idari makamlara inisiyatif alanı bırakan, adli mekanizmayı ise bu tarz hadiselerde devre dışı bırakan bir düzenlemenin, tatbikatta birçok soruna yol açacağını öngörmek hiç de zor değildir. 

Bu yasa tasarısı ülkemizde polis devletinin oluşturulmaya çalışıldığı iddia ediliyor… Polis devletinin kurulması ne anlama geliyor?

Polis devleti, iktidarın, kamu güvenliğini sağlama, bireylerin can ve mal güvenliğini koruma gerekçesiyle, hukuk düzenin koruma altına aldığı temel hak ve hürriyetlere en ağır bir biçimde müdahale tarzını öngören ve bunu benimseyen devlet anlamına gelmektedir. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, polis devleti, bireyin temel hak ve hürriyetlerine haksız ve ölçüsüz müdahaleyi, “kamu güvenliğini sağlıyorum” düşüncesiyle meşru kabul etmektedir. Ancak bir hukuk devletinde yalnızca bireyler değil, devletin tüm organları, hukukun öngördüğü sınırlar içerisinde hareket etmek zorundadır. Dolayısıyla hukuk devleti içerisinde, polis devletini andıran uygulamalara hiçbir şekilde yer yoktur.

İç güvenlik paketindeki düzenlemelere bakıldığında, özellikle ülkemizde yaşanan bazı toplumsal olaylar, bu düzenlemelerin bir gerekçesi olarak ileri sürülmekte ve kamu düzenin sağlanması yasanın amacı olarak belirtilmektedir. Fakat, getirilen bu düzenlemelerin toplumsal olaylarda suçun önlenmesi, suç işleyenlerin yakalanmasından öte, vatandaşlarımızın günlük yaşantılarını yakından etkileyen, bireylerimizin mevcut temel hak ve hürriyetleri üzerinde her an tehdit oluşturan bir içeriğe sahip olduğunu ifade etmek gerekir. Silah kullanma yetkisinin genişletilmesi, polise 48 saate kadar gözaltına alma yetkisi tanınması, kolluk amirine sözlü emirle arama kararı verme yetkisi getirilmesi, vali ve kaymakamlara C. Savcılarının haiz olduğu adli yetkilerin verilmesi, başlı başına temel hak ve hürriyetler yönünden sakıncalı ve tehlikeli düzenlemelerdir. Kamu güvenliğini sağlama amacıyla getirilen bu düzenlemelerin önemli bir bölümünün Anayasa’ya aykırılıklar taşıdığını belirtmek gerekir. Keza bu düzenlemeler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde güvence altına alınan haklara, demokratik toplumda kabul edilmesi mümkün olmayan müdahale tarzlarını benimsemekte ve bu yönüyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına da ters düşmektedir. Şüphesiz, getirilen bu düzenlemeler en başta hukuk devleti ilkesi açısından kabul edilemez niteliktedir. Temel hak ve hürriyetlere yönelik müdahale alanını ölçüsüz, sınırları olmayan bir şekilde genişleten bu paketin polis devleti anlayışını yansıttığını söylemek mümkündür.

'TUTUKLAMA İSTİSNAİ BİR DURUMDUR'

Cumhurbaşkanına hakaret suç mudur? Son 1 yıl içerisinde onlarca insan tutuklanarak cezaevine konuldu. Hatta eski bir milletvekili dahi bu suçtan dolayı tutuklandı. Neler söylemek istersiniz?

Türk Ceza Yasası’nda Cumhurbaşkanına hakaret, hakaret suçunun ayrı ve özel bir şekli olarak 299 uncu maddede yaptırıma bağlanmış ve cezası da 1 yıldan 4 yıla kadar hapis cezası olarak öngörülmüştür. 299 uncu maddede bu suçun kovuşturulması, Adalet Bakanının iznine bağlanmıştır. 

Hakaret suçunun bir suç olarak ihdası, bireyin şeref ve haysiyetinin korunması amacına dayanmaktadır. Hakaret suçu herkese karşı işlenebilir, ancak Yasa, Cumhurbaşkanı’na bulunduğu mevki ve temsil ettiği görev gereği daha ayrıcalıklı bir koruma sağlamıştır. Burada esasen tartışılması gereken, Cumhurbaşkanı’na hakaretin bir suç olup olmadığı değil, bu suçu işleyenler hakkında verilen tutuklama kararlarının haklı olup olmadığıdır.

Her şeyden önce kişinin tutuksuz yargılanması esas olup, tutuklama ise istisnai bir tedbirdir. Tutuklama tedbirinin ceza muhakemesinde belirli bir uygulanma amacı vardır. Tutuklama bir ceza değil, geçici surette, belirli şartlar dahilinde uygulanması icap eden bir koruma tedbiridir. Tutuklama, kuvvetli suç şüphesinin bulunduğu ve şüphelinin delilleri karartması, kaçması hususunda somut olguların bulunduğu hallerde uygulanabilir. Dolayısıyla esasen şüphelinin kaçması şüphesi yoksa, delillerin bütünü ya da büyük bir çoğunluğu toplanmış, şüphelinin karartabileceği bir delil kalmamış ise, bu tedbire başvurulmaması gerekir. 

Maalesef tutuklamanın bu şartları uygulamamızda gereği gibi değerlendirilmemekte, tutuklama tedbiri peşin bir ceza gibi uygulanmakta, tedbirin amacı göz ardı edilmektedir. Bu uygulamanın son dönemlerde Cumhurbaşkanı’na hakaret suçunu işlediği iddiasıyla haklarında soruşturma başlatılan bir kısım vatandaşlarımız hakkında da uygulandığını medyadan takip etmekteyiz. Her şeyden önce böyle bir suç tipinde tutuklama tedbiri ölçüsüzdür. Sadece yasada bu suç için öngörülen yaptırımın tutuklama yasağı kapsamında olmaması sebebiyle tutuklama tedbirine müracaat edilmiş olması, uygulamamızdaki çarpıklığı tek başına gözler önüne sermektedir. Bütün koruma tedbirlerinde olduğu gibi, tutuklamada da ölçülülük esastır ve tedbir uygulanırken bu ölçülülük ilkesine mutlaka riayet etmek gerekir.

Diğer taraftan bu suç tipi özelinde, kişinin acaba tüm deliller toplanmış, karartabilecek bir delil kalmamış iken hangi delilleri karartabileceği de ayrı bir tartışma konusudur.  Örneğin kişinin bir gösteride pankart açarak yahut sosyal medya üzerinden Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiği iddiası söz konusu olduğunda, söz konusu hakaret olgusu çeşitli yöntemlerle tespit edildiğinden, artık karartılabilecek bir delilin varlığından söz etmek mümkün değildir. Öte yandan yasada aranan kovuşturma şartı çoğu kez gerçekleşmeden bu tedbire müracaat edilmesi de ayrıca değerlendirilmesi gereken bir hukuka aykırılıktır. 

Dolayısıyla, uygulamamızda yaşanan tutuklama tedbirine ilişkin bu çarpıklık ve yanlışlıklar, ne yazık ki Cumhurbaşkanına hakaret iddiasıyla yürütülen soruşturmalarda da hem tedbirin ölçülülüğü hem de tutuklamanın uygulanma şartları göz ardı edilerek bir kez daha kendisini göstermiştir.

(Hukukihaber.net)