EZGİ BAŞARAN

Eski YÖK Başkanı, eski Galatasaray Lisesi Müdürü ve eski Galatasaray Üniversitesi Rektörü Prof. Erdoğan Teziç ülkenin en deneyimli birkaç anayasa hukukçusundan biri. 1992’de dokuz hukukçu ile beraber TÜSİAD için hazırladığı anayasa taslağında devletin dili yerine resmi dili ibaresini koymuş, anayasada “Devletin yönetim biçimi Cumhuriyet’tir dışında değiştirilemeyecek madde yoktur” demişti. Hâlâ bu taslak örnek olarak gösteriliyor. Prof. Teziç’le Türkiye’nin en ciddi sorunu nedir, onu aşmak için anayasada ne gibi hükümlerin konulması gerekir, konuştuk.


1992’de TÜSİAD için hazırladığınız anayasa taslağı bugün hâlâ örnek gösteriliyor. O taslakta “Cumhuriyet dışında anayasada değiştirilemeyecek madde yok” diyordunuz değil mi?

Evet. 1982 Anayasası’nın Cumhuriyet’in niteliklerini değiştirilemez kabul etmesinin nedenlerine bakmak gerek. Bu maddelerin nasıl değiştirilemez hale geldiğinin bir serüveni var. Anayasa Mahkemesi (AYM) 1970’li yıllarda vermiş olduğu 4-5 ayrı kararda sadece Cumhuriyet’in değil, niteliklerinin de değiştirilemez olduğuna hükmetmişti. AYM kararları biliyorsunuz ki yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlayıcı bir nitelik taşıyor. Belli ki anayasa yapıcılar yani askerler 1982’de bu durumu metne yansıtmışlardı. Ama bunun şöyle bir sakıncası vardı: Siz Cumhuriyet’in değişmez niteliklerini anayasaya sınırlı sayıda yazarak bu niteliklerin gelişen sosyal yaşam içerisinde çeşitlenmesini, artmasını engelliyorsunuz.

Nasıl yani?

Örneğin Cumhuriyet’in niteliği sadece laiklik veya sosyal devlet olmak zorunda değil. Cumhuriyet kavramının içine, günümüzün şartlarını da göz önünde bulundurduğumuzda örneğin çevrenin korunması gibi bir nitelik de girebilir. Nasıl ki Cumhuriyet insan haklarına saygılı olmalı, aynı zamanda çevreye de saygılı olmalı gibi yeni bir anlam da kazanabilir. Siz Cumhuriyet’in niteliklerini sınırlı sayıda belirterek bu tarz muhtemel içtihadi gelişmelerin önüne set çekiyorsunuz. Biz işte bu nedenle 1992’de hazırladığımız anayasa taslağında böyle bir değişiklik öngördük. Ve Cumhuriyet’in niteliklerinin bu biçimde dondurulmaması gerektiğini savunduk. Ayrıca AYM’nin Cumhuriyet’in niteliklerini belirleme ve geliştirme konusunda daha yetkili olması gerektiğini ifade etmeye çalıştık.

AYM’ye böyle bir misyon yüklenmesini hâlâ savunuyor musunuz?

Bu soruya cevap vermek için yargının bugünkü durumunu incelemek gerekiyor. Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusunda bir güven sorunu olduğu açık. Başbakan da bunu dile getirdi. Evet eskiden de tam bağımsızdı denemez ama bugünkü durum daha kötüdür. Bugün aslında tüm sorunları doğuran temel sorun yargının bağımsızlığı meselesidir. Bunu nasıl düzelteceğiz sorusuna cevap aramalıyız.

Anayasa Uzlaşma Komisyonu buna cevap aramıyor mu?

Anayasa Uzlaşma Komisyonu çok iyi niyetli yola çıktı ama iki hususta isabetsiz adımlar attı. Biri; temel sorunu belirleyemedi. Yargının bağımsızlığı temel sorunumuzdur şeklinde adını koyamadı. Halbuki yargının bağımsızlığı sağlansa diğer birçok sorunun çözümü için büyük bir rahatlama olur. O zaman isterseniz parlamenter sistemle yönetilin, ister başkanlıkla. Önemli değil. Çünkü eğer yargı bağımsız ise kuvvetler ayrılığı ve hürriyetler teminat altındadır.

Sizin yargı bağımsızlığı için bir formülünüz var mı?

Evet, net bir formül var bana göre. Bakın, yargıçların atanmasında çoğunluk iradesi hep rol oynamıştır. Sistemin bundan arındırılması gerekir. Bunu beceremedik. Bağımsız bir yargıya ulaşabilmemiz için AYM ve HSYK’nın üyelerinin seçimi önemlidir. Çok yollar denendi. Yargıtay’ın ya da Danıştay’ın bu üyeleri seçmesi söz konusu oldu. 12 Eylül referandumu ile yeni bir sisteme geçildi. Bunların hiçbirisi tutmadı. Bakınız paket üstüne paket geçiriyoruz. İşlerin yolunda gitmediğinin kanıtıdır bu. Şimdi madem ki yeni anayasayı şekillendiriyoruz, tutacak bir formül bulmalıyız. Bunca yıllık birikimimle şu görüşü öne sürüyorum: 1- HSYK ve AYM üyeleri doğrudan parlamento tarafından seçilmelidir. 2- Bu üyelerin seçimi Meclis’te arttırılmış nitelikli çoğunluklarla olsun.

O ne demek?

Bir yargıcın AYM’ye ve HSYK’ya seçilmesi için parlamentonun dörtte üçünün yani 411 yahut beşte dördünün yani 440 vekilin oyunu alması gerekir şartı koyulmalı diyorum. Nitelikli çoğunluktan kastım bu.

Bu şekilde ne sağlanmış olacak?

Öncelikle bizim bir türlü başaramadığımız partiler arası mutabakat sağlanması sorunu aşılmış olacak. Zorunlu olarak çeşitli iştirakler oluşacak. Daha önemlisi bir yargıç bir partinin ya da gücün etkisi altında kalmayacak. Çünkü seçimi için sadece çoğunluğu elinde bulunduran partinin değil, muhalefet partilerinin onayı da gerekecek. Belki kıran kırana bir mücadeleyle üyeler Meclis’te belirlenmiş olacak. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi? Bu formülle hiçbir yargıç çoğunluğun yargıcı olmayacağı gibi en az iki muhalefet partisinin dahlini de gerektiriyor.

Ama bu çok ciddi kriz getirmez mi Meclis’te?

Eğer kriz çıkıyorsa, demokratik bir düzende parlamento bunu aşma becerisini gösterecek. Çünkü yargı herkese lazım. Belki bugün muhalefette olana lazım ama yarın kimin muhalefette olacağını bilemeyiz değil mi? Bu yöntemle her iktidar değiştiğinde yargı üzerinden hesaplaşma dönemi de kapanmış olacak. ABD’de Federal Yüksek Mahkeme üyeleri başkan tarafından atanıyor ama ilk adım olarak başkan Amerikan barosuna atamak istediği yargıçların listesini veriyor. Baro görüşünü bildiriyor. Ardından Senato bu listeyle ilgili görüşünü bildiriyor. Sonra Senato’da komitelerde yargıçlarla ilgili incelemeler başlıyor. İncelediği dosyalara, verdiği kararlara, hatta özel hayatına kadar didik didik ediliyor.

Peki bu dediğiniz formülle yargı bağımsızlığı sağlansa biraz önce dediğiniz gibi başkanlık sisteminin gelmesinde sorun olmaz mı?

Evet ama başkanlık sisteminin de koşulları var. ABD’nin tek demokratik başkanlık sistemi örneği olmasında tarihi bir neden var. ABD’nin kurucu babalarının amacı denge ve fren sistemini kurmaktı çünkü 13 koloninin valileri İngiltere’den atanıyor, Kraliçe adına yürütme yetkisini kullanıyordu. Ve İngiltere’de çıkan kanunlar da uygulanıyordu ve bu kolonilere tahammül edilemez mali yükler getiriyordu. Bu acı hatıralar Amerikan kurucularını ‘Ne yasamaya ne de yürütmeye güveniyoruz’ noktasına getirmişti. Bu şekilde yürütme ve yasama arasındaki yetki ayrımını denetleyen yüksek mahkemeyi (Supreme Court) getirdiler. Şimdi bu tarz bir denge-fren mekanizmasını getirir, AYM’yi güçlendirir, seçim barajını kaldırır, Siyasi Partiler Yasası’nı vekil adaylarının belirlenmesine kadar köklü şekilde değiştirirseniz elbette başkanlık sistemi de olabilir. O zaman buna söylenecek laf yok. Fakat AKP’nin önerisi maalesef bu özellikleri barındırmıyor.

Bu günlerde gündeme gelen partili cumhurbaşkanı sistemi hakkında ne düşünüyorsunuz?

2007’de yapılan değişiklikle cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi hata olmuştur. Elbette bu durumda başbakan ve cumhurbaşkanı arasında çıkmasından endişe edilen ikilik muhtemeldir. Çünkü cumhurbaşkanı adayı seçilmesi için propaganda yapacak, kendi programını sunacak ya da bir partinin programını desteklediğini belirtecektir. Yani cumhurbaşkanını halkın seçmesi zaten doğal olarak partili cumhurbaşkanı sistemini getirir. Ve tarafsız olması varsayılan bir kurumu daha taraflı konuma getirmektir bu. Bu muhtemel ikilikten ya başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine geçerek çıkılmaya çalışılıyor. Ama daha kolay bir çözüm var.

Nedir?

Bana kalırsa 2007’deki değişikliği kaldırmalı, cumhurbaşkanının yeniden Meclis tarafından belirlenmesi hükmü getirilmeli. Çünkü 2014’te cumhurbaşkanını halk seçtiğinde ülke olarak arada kalacağız. Ne parlamenter sistemde olacağız ne de başkanlık. Çünkü yüzde 10 barajı baki kalacak, vekil adaylarını bu kez partili cumhurbaşkanı belirleyecek. Bunun adı nedir? Ben ‘kişiselleşmiş iktidar sistemi’ diyorum. Latin Amerika’daki otoriter başkancı sistemden daha da kötüdür, söyleyeyim. Çünkü ‘Sezaryen’ dediğimiz bir sisteme doğru evrilir. Başbakan’a başkanlık sistemiyle ilgili şeffaf bilgi verecek, bu detayları anlatacak bir kanalın oluşturulması gerekiyor. Çünkü yanlış bilgilendirildiği çok açık.

‘ZİHNİYETİ DEĞİŞTİREMİYORUZ, TÜRK MİLLETİ SÖZÜNÜ KALDIRALIM’ OLMAZ



Vatandaşlık tanımının pratik olarak ne değeri var?

Hukuki değeri var. Hukuken halk kavramı başka, millet kavramı başkadır. Millet bir sentez ve bölünmez bütün olarak algılanır. Üniter devletlerin anayasalarında millet kavramı ve milletin adı bulunur. Fransız milleti, Alman milleti… Eğer bir ülkenin vatandaşıysan, o ülkenin milletinin bir parçası olmuşsun demektir. Türk milleti sözünden rahatsız olunması da anayasadaki vatandaşlık maddesinin iyi anlaşılmadığından ileri geliyor. Orada Türk kelimesinin ırksal bir anlam taşımadığı, bir hukuki bağdan ibaret olduğu net biçimde belirtilmiştir. Bakın Türkiye devletinin bugüne kadar yaptığı çeşitli yanlış uygulamalar, anadilin yasaklanması başta olmak üzere, elbette negatif bir etki yarattı halk üzerinde. Fakat bu etkiyi anayasadan Türk milleti lafını çıkararak kaldıramazsınız. Bir zihniyet değişikliği gerekiyor ve bunu sadece hukuk aracılığıyla yapamazsınız. Bu bir türlü anlaşılmıyor. Hukuki bir kavram olan Türk milleti sözünü ortadan kaldırmak sosyolojik bir soruna çözüm olmaz.

Yine de kaldırsak ne olur, Kürtlerin böyle bir talebi var...

Anlıyorum ama ben bir hukukçuyum ve meseleye öyle bakmak zorundayım. Anayasadaki vatandaşlık tanımı ne Kürtleri, ne Ermenileri, ne Musevileri ne de Rumları dışlamıyor. Bu insanlar kendilerini dışlanmış hissediyorsa, bunun kaynağı anayasadaki o tanım değildir. Dolayısıyla bu ‘Dışlayıcı zihniyeti değiştiremiyoruz, hukuku değiştirelim’ mantığıdır. Ben de diyorum ki, hukuki manada vatandaşlık tanımında bir sorun yok. Ve bir anayasada halkların belirtilmesi değil ama milletin belirtilmesi hukuki zorunluluktur, ayrıca birlikte yaşama iradesini gösterir. Bu durumda ne diyeceğiz, ne milleti diyeceğiz?