Heyamola Yayınları'nın hazırladığı ve cuma günü yayımlanan '12 Eylül Sabahı' adlı kitap, geri dönüşü olmayan o sabahı 99 tanığın dilinden anlatıyor.

30 yıl önce yaşadıklarımızdan dolayı hâlâ acı çekiyorum

Adviye Erbay: Biz, 12 Eylül'ü tüm boyutlarıyla yaşamış bir aileyiz... Ağabeyim Demir Yumruk operasyonuyla birlikte 27 Kasım 1980 gecesi gözaltına alındı ve iki ay Emniyet Müdürlüğü'nde kaldı, iki ay sonra Mamak Cezaevi'ne onu annem ve babamla birlikte ziyarete gittiğimizde kollarının tutmadığını ve sol kulağının duymadığını söyledi bize... Ağabeyimin ölümüne kadar uzanan yaklaşık iki yıllık dönemde, ziyaret günlerinde onun kırılmış gözlüklerini sık sık yaptırmak durumunda kaldık. Bundan da kolayca anlaşılabileceği gibi Mamak Askeri Cezaevi'nde sürekli dövüyorlardı... Gözaltına alındığından yaklaşık iki yıl sonra kaçtı ve 4 gün sonra İstanbul'da nişanlısının evinde, polisler gelince intihar etti. Bu dört gün zarfında, nişanlısının ailesi –ki nişanlısı Sema Derici'nin babası, Kenan Evren'in Harp Akademisi'nde hocası olmuş bir albaydı– İstanbul'da, biz Ankara'da ailece gözaltına alındık... Ben ve annem fiziksel işkenceye maruz kaldık. Babam da işkence odasının yanındaki hücreye konularak manen çöktü... Annem ve babam birer ay da Mamak'ta kaldıktan sonra serbest bırakıldılar. Ben bir yıl kaldım orada ve sinir krizleri geçiriyordum. Annem bu arada GATA'da tedavi görmüş. Ben serbest bırakıldıktan sonra tekrar üniversite sınavına girerek Hacettepe Üniversitesi Felsefe bölümünde okumaya başladım. Sonra da aynı okuldan doktoramı aldım. Okulu dereceyle bitirmeme rağmen asistanlığım güvenlik soruşturması ve yargılanmam nedeniyle olmadı ve ancak davam düştükten sonra, 42 yaşımda çalışmaya başlayabildim. Bugün bir üniversitede felsefe hocasıyım. O günleri hiç unutmadım, ölene kadar da hiç unutmayacağımı biliyorum. Ve otuz yıl önce yaşadıklarımızdan dolayı hâlâ çok acı çekiyor ve zaman zaman bir köşede ağlıyorum...

Yüzlerimize bakması yasaklanmış gencecik bedenleri muayene ettirdiler

Alper Akçam: Olağanüstüydü sabahın sessizliği... ..hastane lojmanının camından dışarı baktığımda, nedenini tam anlayamadığım bir boşluk içinde gördüm sanki Karabük'ü... İç hattan gelen telefonla anlayacaktım olup biteni... Cerrahi servis hemşiresiydi arayan. "Sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş doktor bey. Hastaneye gidecek miyiz?" Elbette gidecektik hastaneye. Hastaneye de gidecektik hapishaneye de, nezarethaneye de, işkencehaneye de... Hesabını bizlerden soracaklardı işledikleri, işlettikleri cinayetlerin... Yüzlerimize bakması yasaklanmış gencecik bedenleri muayene ettireceklerdi bize... İşkenceden felç olmuş, içi dışı parçalanmış savunmasız insanlara verdiğim raporlar nedeniyle ölümle tehdit edilecek, yaşarken ölümle tanıştırılacaktım...

12 Eylül 1980 sabahına uyanmanın sanata vurduğu darbeleri sonuna kadar yaşadım

Anais Martin: ...Sanki haftanın diğer günlerinden hiç farkı olmayan, sıradan bir cuma sabahı ama ne sabah!... Opera sanatçısıydım ve yalnız bir anneydim... Aslında 12 Eylül 1980 sabahı nasıl uyandığımız değil nasıl uykuya yatırıldığımız çok önemli. Çünkü o günlerden bugünlere köprülerin altından çok sular aktı ama çağıl çağıl akmasına karşın sular aktıkça temizleneceklerine, kirlendiler... Daha sonraki yıllarda 12 Eylül katlana katlana bizleri tuhaf sabahlara uyandırdı. Asıl uyanmak gerektiği zamanlarda da uyuduk sanırım. Ben bir sanatçı olarak 12 Eylül 1980 sabahına uyanmanın sanata vurduğu darbeleri sonuna kadar yaşadım, yaşıyorum.

12 Eylül sabahı İstanbul İstiklal Caddesi'nde askerî birlikler

Asker kimliğim olmasa o gün aç kalacakmışım!

Yusuf Doğar: 12 Eylül'de Gelibolu Asker Hastanesi'nde asteğmendim... Hastanenin İstanbul'da işleri olduğunda beni görevlendirirlerdi. Yine satın alma işi vardı İstanbul'da. 11 Eylül'de askeri araçla yola çıktık... Pazartesi işleri bitirip dönecektik. Sabah uyandığımda derin bir sessizlik vardı... Yalnızca ellerinde makineli tüfekleriyle dolaşan askerler vardı. Kontrolleri geçe geçe Fatih'te çalışan bir fırın buldum. Kapısında silahlı bir asker bekliyordu. Yine asker kimliğimi gösterip bir ekmek alabildim. O gün, o kimlik olmasa aç kalacakmışım... Dönerken yolda mola verdiğimiz lokantada, bize hizmet etme yarışı vardı. 'Katiyen olmaz' diye hesap bile almadılar. Oysa daha dört gün önce İstanbul'a gelirken aynı yerde bize servis açmamak için bir sürü bahaneler uydurmuşlardı...

Masa başında üretilen pis bir senaryonun uygulaması

Birsen Ferahlı: Tank, üniforma ve sıkıyönetim yasaklarının hemen yanına darağaçları kuruluyor; gözlerim açıkken bile görüntüler uğursuz ve kaçınılmaz bir kader gibi sallanıyor önümde. Ne darbeciyim, ne faşistim ne de devrimci. Yirmi yaşındayım. İnsanları yaşatmak için tıp okuyorum. Ben bir bronşiti iyileştirene kadar, sapasağlam organlar işkencelerde, kurşunlarda, ipin ucunda... 12 Eylül 1980... Önceki darbeler gibi ve onlardan beter el koyuyor hayatıma. Sonradan gereksinim duyacağım yaşama sevincini çekip alıyor elimden... ...bütün yaşananların masa başında üretilen pis bir senaryonun uygulaması olduğunu bile bile genç olmak... (...) İşte bu yüzden, yarım kaldı hikâyemiz...

Ana-kız, yirmi yıl arayla darbe yıllarının çocukları olmuştuk

Çiğdem Sezer: ...O yıl doğmuştu kızım; 12 Nisan 1980'de... İlginç olan benim de bir "ihtilal çocuğu" olmam... 12 Eylül 1980 sabahı uyandığımda her sabah yaptığım gibi pencereyi açıp kente bakmıştım. Trabzon'da Yenicuma Mahallesi sırtlarında bir ev... Hemşireyim ve Trabzon Doğumevi Çocuk Servisi'nde çalışıyorum o sıralar... Radyoya kulak veriyoruz, sağlıkçıların çıkabileceğini söylüyor... Hastanede günlük koşturmaca başlamış; hasta çocukların birinden diğerine koşuyoruz... Yine de küçük el radyom açık, pencerenin önünde... Tedirginiz biraz. Ama o kadar yoğun çalışıyoruz ki tedirginliğimizi yaşayacak fırsatımız bile yok. Ülkenin büyük dönemece girdiği o sabah bunun ne kadar ayrımındaydım? Belki de hiç...

12 Eylül sabahı, magazin haberleri devri başladığının önsözüydü

Elvan Feyizoğlu: 12 Eylül sabahı, gazeteye (Milliyet Gazetesi) gitmek üzere hazırlanırken, televizyon haberlerinden darbe olduğunu ve sokağa çıkamayacağımı öğrenmemle başladı... Önümde büyük bir engel vardı... Aslında o "Büyük Engel" bundan sonra yazacağımız haberlerin hep önünde duracaktı... Hem çok yeni haberlerin bombardımanı altındaydık hem de o güne dek yoğunlaştığımız haberlerin kapısı kapanıyordu. 12 Eylül sabahı, bundan sonra istediğimiz haberleri yazamayacağımızın, daha çok tercih edilecek magazin haberleri devri başladığının önsözü gibiydi. Artık toplantılarda kimin hangi düşünceyi dile getirdiği önemini kaybetmişti. Hangi toplantıda "En güzel kadın konuşmacı kim?" ona bakılıyordu...

Anayasa oylanırken hayır oyu atanlara çocuk aklımla bir anlam veremedim

Yusuf Erkan: 12 Eylül 1980 darbesi günlerinde Burdur'un Dirmil ilçesine bağlı Çörten köyündeydik... Çok geçmedi dalga dalga bir haber daha yayılmaya başladı. "Emin vurulmuş"... Kastedilen Dirmilli halk sanatçısı Emin Demirayak'tı... Bağlaması ve sesiyle Dirmil'in bluesunu yapan Demirayak, sınırsızca kural tanımadan içinden geldiği gibi yaşamanın bedelini askeri darbe gecesi ödemişti. Dirmillilere göre eğer darbe gecesini atlatıp yaşayabilseydi "Bugünkü teknoloji ile tüm Türkiye tanırdı..." ...ilerleyen günlerde diğer hakların üstünden darbenin silindir gibi geçtiğini öğrenince nasıl bir yaşama hakkının geldiğini öğrenecektim. 12 Eylül'ün ürünü anayasa oylanırken hayır oyu atanlara bazılarının "vatan haini" demelerine çocuk aklımla bir anlam veremedim o yıllarda...

Kitapta yazarlar, şairler ve sanatçılar da var

Kitapta Adalet Ağaoğlu, Adnan Binyazar, Ayşe Sarısayın, Cüneyt Ayral, Genco Gülan, Haslet Soyöz, Hıfzı Topuz, Nail Güreli, Turgut Çeviker, Üstün Akmen, Yiğit Bener, Haydar Ergülen ve neyzen Süleyman Erguner'in de anılarına yer verilmiş. Haydar Ergülen, son anda ölmekten nasıl kurtulduğunu, Nail Güreli Kenan Evren'e yazdığı mektubunu, Genco Gülan sokağa çıkma yasağına neden gizli gizli sevindiğini anlatmış. Süleyman Erguner'in ise yaşadıkları daha farklı. O da ölmekten son anda kurtulmuş, darbeye ilk başta neden sevindiğini, asker babasını, sonra yaşadığı üzüntüleri ve bir hafta süren sokağa çıkma yasağından 'ney'i sayesinde nasıl azat olduğunu anlatmış.

Kenan Evren ve Konsey üyelerine ney taksimi

Süleyman Erguner/Neyzen: ...ihtilalin ilk haftası ciddi sıkıntılı geçti. Evden dışarı çıkmak yasak ve her şeyle irtibat kesikti... Bir gün akşama doğru evin kapısı çalındı... "Süleyman Bey, lütfen hazırlanın, neyinizi de alın, orduevine gideceğiz." dedi. Ama annemi teskin edene aşk olsun... Bir hafta sonra ilk defa evden çıkıyordum... Sessiz film vaziyetinde, Harbiye Orduevi'ne geldik... Etraftaki araçlardan, koşuşturmalardan Org. Kenan Evren ve diğer dört konsey komutanının orada olduğunu anladım... Benim gibi evden alınan diğer üç sanatçı arkadaşım ve Üsküplü sanatçımız rahmetli Recep Birgit'le kucaklaştık. Bizi karşıladılar ve hemen paşaların bulunduğu yemek salonunun kulisine götürdüler. Devlet erkânının böyle isteği olduğunda ilk akla gelen TRT sanatçılarıydı, çünkü en sıkıntısız-güvenli kadroyduk. Recep ağabey, gür sesi ile Rumeli türkülerini çok güzel okurdu, hemen prova yaptık. Ortalık, general ve albaydan geçilmiyordu. En düşük rütbeli subaya kadar hepsi gelip "Aman sahneye şöyle çıkın, ne yaparlarsa yapsınlar, disiplininizi bozmayın, sakin olun, otuz dakikayı geçmesin, güzel olsun." vs. diye bizi ikaz ediyordu... Org. Kenan Evren ve diğer komutanlar, konserin başında yaptığım 'ney' taksimimi can kulağıyla dinliyorlardı... Org. Kenan Evren ve konsey üyeleri, konserin sonunda bizi alkışlıyorlardı... 1980 askeri müdahalesi'ni yapanlar, maksatlarının seller gibi akan kanı durdurabilmek olduğunu söylüyorlardı. Evet, sokaklar ve okullarda durum, o sabahtan itibaren hemen değişmişti. Ancak sonrasında yapılan idamlar, işkenceler, beni ve herkesi çok üzdü, sanırım o zamanki hukukun neticesiydi bunlar...



Zaman