Bazı insanlar böyledir. Başkalığı o kadar doğaldır ki, üzerinizdeki tesiri bas bas bağırmaz. Hiç fark etmeden kafanızı karıştırmıştır, kafanızdaki karışıklıkları düzene sokmuştur. Bu sadece sevmek ve sevmemek fiilleriyle açıklanabilecek bir durum değil.
Türkiye’de anayasa hukuku denince akla ilk gelen isimlerden olan, ıstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin efsanevi hocalarından Prof. Bakır Çağlar’ı önceki gün kaybettik. Benim şansım, onun ardından yazılacak yazıya Sarıca Anfisi’nde sabah 9 dersine nasıl girdiğini anlatabilmemdir.
93 yılı. Üzerinde her daim blazer ceket. Yazları çizgili gömlek, kışları balıkçı kazak. ılk bakışta, başka birinde olsa katlanamayacağınız bir mesafe. Bir karizmatik omurga hareketi, bir etkileyici burun çekiş… 

Çağlar'ın cenazesi perşembe günü Karacahmet Mezarlığı'ndaki Şakirin Camii nde kılınacak ikindi namazından sonra Karacaahmet Mezarlığı na defnedilecek.

Kimin avukatı?
Hem başka bir gezegenden gibi davranıyor ama konuştu mu gerçekten başka gezegenlerden söz ediyor. O zamanlar Avrupa ınsan Hakları Mahkemesi’nde, Türkiye’nin avukatlığını üstlenmiş. Ama adam derste bok yedirilen Kürtleri, bölgedeki sistematik işkenceyi, faili meçhulleri anlatıyor. 93 yılı.  Bu adam kimin avukatı kafamız karışıyor.
90’ların ortasında SBF Tiyatro Kulübü’nün girişimiyle düzenlenen panelde Hasip Kaplan’la birlikte konuşmacı olmayı kabul ediyor. Okul idaresi bu panele izin vermemiş, ama işte Çağlar “Tamam” diyebiliyor.
Ağzında hep ‘anayasanın ruhu’ var. 82 Anayasası’nı anlatmayı reddediyor, “Ben size anayasa yapma tekniklerini anlatayım” diyor. Kriz olmadan, ‘barışlandırmadan’ yeni anayasa olmayacağını anlatıyor. Dersler bol tartışmalı. AİHM davaları sınıfta görülüyor. O hep “Türkiye’nin iki fay hattı vardır” diyor: Kürt meselesi ve ıslamcılık.
Zihni hızlı akıyor, tahtaya yazdığı asla okunmuyor. Sevdiği öğrencisini odasına çağırıyor. Muhabbet seviyor. Bazen odasında kanyağı, viskisi de oluyor. Dersleri hiç kaçmıyor. 

Gaz bombası koleksiyonu
Kadıköy’ün göbeğinde, Çağlar Apartmanı’nın en üst katında yaşıyor. Babası Kıbrıslı; Güney’de kalmış şimdi köyü. Dilinde hep Kıbrıs var. Son zamanlarını da geçirdiği Kıbrıs… 2001’de Roll dergisinde çıkan çok şahane bir söyleşisi var. Müzik üzerinden Bakır Çağlar tarihi. ışte orada okuduğu Saint Joseph Lisesi’nde delirmekten nasıl kurtulduğunu anlatıyor. Kurbağalıdere’de kulübede yaşayan ıngiliz donanmasından emekli bir balıkçıyla ahbaplığı kurtarıyor onu. ‘Oksijen tüpü’ diyor hayatta bambaşka bir yerde olabilecekken o külubeyi seçen balıkçı için.
ıstanbul Üniversitesi’nde hukuk okurken öğrenci olayları sırasında öğrenci temsilcisi seçilmiş. Sorbonne’da yaptığı iki doktoranın da hikâyesi bol. Sartre’dan Serge Gainsbourg’a uzanan kesişmeler… Hayatta en fazla içini acıtan şeyin gaz bombası koleksiyonunu kaybetmesi olduğunu anlatıyor öğrencilerine ara ara. Paris sokaklarında 68 eylemlerinde polisin attığı gaz bombalarını topluyor. Bir yurt baskınında polis el koyuyor. Nesneleri seven bir adam. Elinden düşmeyen sigarasını yaktığı Zippo çakmak da Amerikan ıç Savaşı’ndan kalma.
‘Bir Anayasacının Seyir Defteri’, ‘ınsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Hukukunda Türkiye’ gibi kitapları da vardı. 1998’de AıHM’de Türkiye’nin avukatlığını, aynı yıllarda SBF’deki anayasa ve insan hakları dersini bıraktı. Son dönemde hastalık haberleri geliyordu. Öldüğünde 70 yaşındaydı.

‘Şırnak’tan döndüğümde ben artık aynı insan değildim’
*Kafka, “Hukuk Önünde- başlıklı kısa öyküsünde, Hukuk Sarayı diye bilinen barınağın önüne gelen adamın macerasını anlatır. Kapı açıktır, ama girişi bir gardiyan tutmuştur. Gardiyan, adama “şimdilik içeri giremezsin” der. Adamın yakarmaları sonuç vermez. Yıllar geçer, adam orada, kapının önünde yaşlanır, umutsuzca, yalnız. Artık ölmek üzeredir. Günün birinde kapıda ölgün bir ışık görür gibi olur ve gardiyana sorar: “Eğer herkes hukukun peşindeyse, nasıl olur da bunca yıl, benim dışımda, kimse içeri girmeyi talep etmez?” “Çünkü buraya senin dışında kimse giremezdi. Bu giriş senin için yapılmıştı. Ama şimdi sen öleceksin, ben de kapıyı kapatıp gideceğim.” Kafka’nın öyküsü, gündelik hayatta hukuk estetiğini yaşayamayanların, ihmal edilenlerin, mağdurların öyküsüdür.
(…) Hukuku hiç sevmedim. Bir tek şeyini sevdim, o da Fransız Anayasa Mahkemesi Başkanı Robert Badanter’in söylediği bir şeydir: Hukuk bir teknik değil, bir sanattır. Ben sanat olduğunu kabul ediyorum. Bir insanlık mesleği olarak, teknik değil, sanat. O zaman, tamam, ben kendimle barışık hale gelebilirim. Ben doğaçlamacıyım, entellektüel anlamda, kişisel yaşamım anlamında, hukukçuluğum anlamında doğaçlamacıyım.
(2001 tarihli Roll söyleşisinden) 

*Biz insancıl bir devleti, hukuk devletini yaratamadık. Bir türlü devlet ‘biz’ olamadık. Bu olayların sorumlusu hepimiziz. Benim duygusallığımı ve düşünce sistemimi en çok zorlayan davalar Güneydoğu davalarıydı. Güneydoğu davaları, köy boşaltma, köy yakma, insanlık dışı aşağılatıcı muamele, yargısız infaz gibi davalardı. Ben uzun süre Fransa’da eğitim yapmış, ıstanbul’da oturan, Kıbrıs’ı seven ve Strasbourg’u yadırgamayan biriyim. Ama günün birinde tanık dinlemek için Strasbourglu yargıçlarla birlikte Güneydoğu’ya gittim. Ankara’nın ötesine geçmemiş biri olarak büyük bir kültür şoku yaşadım. şırnak’a gittim ve hayatım ikiye bölündü benim. Amerikalıların bir ‘Vietnam sendromu’ var ya, bir insanın hayatının öncesi ve sonrası diye ikiye bölünmesi demektir bu, o sendromu ben de yaşıyorum ve hâlâ kurtulamadım. Ruhsal olarak sakatlandım. şırnak’tan döndüğümde ben artık aynı insan değildim.
(1999 tarihli Neşe Düzel söyleşisinden)

PINAR ÖĞÜNÇ/RADİKAL FOTOĞRAF:ŞAHAN NUHOĞLU