Bir toplum düşünün. Orada bir suçlu, hükümlü kendisini izleyen bir gazeteci ordusunun sorumsuzluğu sayesinde bir kahraman ilan edilmiş olsun.

Orada bu yapay kahraman, elbette bu göstermelik kahramanlığın tadını çıkarır.

En pahalı otellere yerleşir.

Bu kahramanlığı paraya dönüştürmeye hazırlanır.

Hiç kimse ne önceki gerçek, ne daha sonraki olası mağdurlara saygıyı anımsar, orada.

Doğallaşır, bunlar.

Bir de o kişi eğer insanlık adına ya da ülkesi için cezaevine girmiş bir Mandela değil de, “On Buyruk”tan bu yana, dünyanın en eski yasalarında bile suç olan eylemlerden hükümlü, “toplum yaşamına karşıtlığı” (antisocialité) saptanmış biriyse.

Bütün bunlar daha üç yıl önce üstünde silah değil, sadece kalem taşıyan Hrant Dink olayında bebekten suçlu yaratan (kriminojen) düzene çok öfkelenen bir toplumda yaşanıyorsa.

O toplum, bu doğru, güzel öfkeyi üç yıl sonra unutacak kadar bellek zayıflığı yaşıyorsa.

Bu toplum nasıl bir toplumdur?

İkiyüzlü mü?

Unutkan mı?

Sağlıklı mı?

Durum, gerçekten vahim.

Şimdi kendimizi karşımıza alıp sorgulama zamanı.

Bir hukuk toplumunda insanlar, suç işlemeden önce de, sonra da yasalara uymak zorunda değiller mi?

Uymayanlara karşı hukuk bilincini kazanmış herkesin bu türden davranışlara karşı çıkması gerekmez mi?

Çıkmıyorsa, o toplumun bu bilinçten ne denli uzak olduğunun kanıtı olmaz mı bunlar?

Denecek ki, gazeteciler haber verme haklarını kullanıyorlar.

Tamam. Kullansınlar.

Peki, hak böyle mi kullanılır?

Böyle kullanılan bir hak, geleceği güvence altına alan hukukun içine gizli bir düşman yerleştirmek değil midir? Bu düşmanı, haber verme hakkının kamusallığıyla peçelemek etik midir? RTÜK vb. kurumların öz görevleri nedir? Olanı biteni seyredip susmak mı? 

Değilse, neredeler?

O gün polisler de, korumalar da elbette oradaydılar. Hukukun üstünlüğünü benimsemiş bir devlet, suçlu oldukları kanıtlansa da, insanları korumakla yükümlüdür. 

İyi ama hükümlünün avukatlarının orada işleri neydi? Orada savunma mı yapacaklardı, danışmanlık mı?

Hükümlü ortalıkta görünürken onun yanında soruları mı yanıtlayacaklardı? Yola çıkarken, korumaların yanında gazetecilere “İzlemeyin!” demek, araba değiştirterek hükümlüyü gazetecilerden kaçırmak, savunma görevinin kapsamına mı giriyordu? 

Eğer avukatlar, yanlış biçimde ünlü kılınmış hükümlünün yanında boy göstermek için orada iseler, bu tutum “meslek ve ödev etiği”yle (deontoloji) ile bağdaşabilir mi?

Ya psikologlar, psikiyatrlar böyle biri hakkında özsever (narsisizm) tanısı koymuşlarsa ya da koyarlarsa?

O zaman durum daha da vahim olmaz mı?

Çünkü o anda suçbilim çevrime girer ve der ki: Özseverlik kimileyin psikiyatrik hatalıklara, yani nevrozlara, paranoyalara, psikozlara yol açabilir. “Ben” olmanın sorunlarını çözemediğinde de özsever kişi, çevresini yakıp yıkar. Bu yüzden dünyayı ateşe veren en acımasız diktatörlerin çoğu özseverler arasından çıkmıştır.

Gerçekten şaşkınlık içindeyim. 

Duyarsızlıkta, sorumsuzlukta, değerlere saygısızlıkta adeta yarışıyoruz. 

Böyle bir toplum, suç üreten (kriminojen) bir toplumdur; böyle bir ortam, suç üreten bir ortamdır.

Şimdi gelecek kuşaklara bunları nasıl anlatacağız?

Suçluları “ünlü kahramanlar!” diye alkışlayan bir toplum, sadece yeni suçlu adayları yaratır, insanları suç işlemeye kışkırtır.

Özellikle bu konuda basının sorumluluğu çok önemli.

Haber verme hakkı; ahlaka, hukuka tuzak kurma hakkı değildir. 

Lombroso, hekimdi, bir adli tıp uzmanıydı. Onlarca yıl suçluları gözlemledi. Bunlardan sonuçlar çıkardı. Suç etkenlerini saptamaya çalıştı. Suçbilimin temellerini attı. 

Tam yüz yirmi yıl önce yapıtının üçüncü cildinde basının, sorumsuzca yayınların nasıl bir suç etkeni olduğuna ve suçu kışkırttığına şöyle değiniyordu, Lombroso: “Toplumsal yaraların, yıkımların en iğrenç çürümüşlüğünün, kokuşmuşluğunun içine kalemlerini batıran ve bu nedenle de gerçekten suçlu olan bu gazete(ci)lerin inanılmaz derecede çoğalmasıyla, (suça özendiren) bu hastalıklı kışkırtmalar günümüzde (ne yazıktır ki) yüze katlanmıştır. Gazeteler, sadece iğrenç bir kazanç hırsıyla toplumsal katmanların en sağlıksız iştahlarını ve meraklarını kışkırtmaktadır.” 

Bu denli ağır cümleleri acaba neden yazdı, Lombroso?

Düşünmeye değer.

Üstelik Lombroso sadece yazılı basını gördü. Ya bir de çarpıcı, sarsıcı boyutları ve renkleriyle görsel basını görseydi kim bilir neler yazardı?  

Avrupa Konseyinin de bu konuda tavsiye kararları var.

Bu tür şiddet kışkırtıcısı yayınların suç patlamasına yol açtığı bilinen bir gerçek.

Suçbilimcilerin, toplumbilimcilerin araştırmalarına göre, özellikle bu tür yayınların çocuklarda ve gençlerde öykünmelere, topluma ve düzene karşı güvensizliğe, saldırgan davranışlara, şiddet suçlarının patlamasına yol açtığı kesin. 

Lütfen bebekten suçlu, suçludan kahraman yaratan bir düzenin parçası olmayalım.

Hem şiddet suçlarından yakınacaksınız, hem de şiddet suçlularını kahraman yapacaksınız. Bu, yaman bir çelişkidir.

Yaşananlar, utandırıcı, yüz kızartıcı.

Kendi türünün çirkinlikleriyle yüzleşmeye gücü yetmeyen bir toplum gelişemez, ahlaklı ve sorumlu birey yaratamaz.

Yaratılan yapay kahramana imrendirme/özendirme, Brutus yöntemiyle pusu kurarak hukuk arkadan hançerlemektir.   

Tanıyı korkusuzca, dürüstçe koyalım: Belli ki, toplumda derin bir yarılma yaşanıyor. Ahlak ve hukuk bu yarığın dehlizlerinde yitip gidiyor. Yükselen iniltilere, çığlıklara kulaklar sağır; duyarsız. Kimi sağduyulu sesler ise etkisiz.

Artık bir karar verelim: “Bir insan öldüren bütün insanlığı öldürmüş olur” diyen Hz. Muhammet’lerin yolunda mı ilerleyeceğiz ya da “Bir yanağına tokat atana öbür yanağını uzat” (Matta, 5, 39) diyen İsa’lara, Heidegger’in deyişiyle “İsa’nın yüreğini taşıyan Sezar’lara”, Hitler’lere doğru mu yürüyeceğiz, yoksa Sezar’ın, Hitler’in yüreğini taşıyan İsa’lara doğru mu?   

Evet, bu yazıda yakınma, ihbar, uyarı, sorumluluk vb. bir aradadır.

Özellikle sorumluluk duygusu çok önemli.

Çünkü “Kim ki sorumludur; öyleyse vardır” (E. Levinas).

Ve kim ki sorumsuzdur; görünüşte vardır, gerçekte yoktur.

Unutmayalım. Kendimizi yok saydıkça biz de, toplum da tehlikede.

O zaman yeni suçlara, suçlulara, kahramanlara(!) hazırlamalıyız kendimizi.

(Sayın Sami SELÇUK\'un Star Gazetesinde yayınlanan yazısıdır.)