Yargının kimi işlemleri ve kararları sık sık siyasetçilerin önüne gelir.

Siyasetçiler, takdir yetkilerini kullanırlar.

Bunun nedeni, yargının kimi işlemleri ve kararları, hukuka uygun olsa bile, ülke yararıyla çatışabilir.

Siyasetçi, devlet adamı olarak, “ülke yararı ölçütü”ne göre durumu değerlendirecek, kararını verecektir.

Kuşkusuz bu siyasetçiye tanınmış bir “değerlendirme/takdir yetkisi”dir.

Hukukta “değerlendirme/takdir yetkisi” (pouvoir d’appréciation, potere d’apprezzamento), ikiye ayrılır: “Denetlenebilen bağımlı değerlendirme yetkisi” ve “denetlenemeyen özgür değerlendirme yetkisi”.

Bu sonuncusu da ayrıca ikiye ayrılır: 1-Gerekçe göstermeyi gerektiren, ancak denetlenemeyen  “sınırlı özgür değerlendirme yetkisi” (pouvoir souverain, potere sovrano). 2-Asla gerekçe göstermeyi gerektirmeyen ve asla denetlenemeyen “tam özgür değerlendirme yetkisi” (pouvoir discrétionnaire, potere discrezionale).

Türk Ceza Yasasının (TCY) 301. maddesinde öngörülen “izin” ile ölüm cezasının onaylanması, “tam özgür değerlendirme yetkisi”nin en çarpıcı örnekleridir.

Ancak ülkemizde bu iki yetki de hiçbir zaman doğru kullanılmamıştır.

Bu yazıda yalnızca ölüm cezasının onaylanması üzerinde durulacaktır.

Ölüm cezasının bulunduğu ülkelerde bu cezayı içeren kararlar, yerine getirilmeden önce devlet başkanının onayına sunulur.

Osmanlı’da da böyleydi.

Doğru olan buydu.

Ancak Cumhuriyet ilan edilmeden önce Gazi, “padişah oldu” denmesin diye bu hükümlerin TBMM’ce onaylanmasını istemişti.

Bu geçici ve yanlış yöntem, Cumhuriyet’ten sonra da sürdürülmüş, düzeltmek kimsenin aklına gelmemiştir.

Bu tür düzenlemelerin nedeni şudur: Ölüm cezası, yerine getirildiği anda yaşamı bitirdiğinden cezalarda aranan düzeltilebilirlik niteliğine sahip değildir.

Bu nedenle “devlet adamı” olarak devletin başındaki kişi, cezanın yerine getirilmesinden önce salt ülke yararı ölçütünü gözeterek bir değerlendirme yapar. Eğer ülkenin zararına ise cezanın yerine getirilmesine engel olur.

Ölüm cezasına hükümlü birinin dosyası TBMM’ye geldiğinde ülkemizde yargının kararının doğru olup olmadığı sıklıkla tartışma konusu yapılmış ve TBMM’nin buna yetkili olduğu ileri sürülmüştür.

Bu sakat görüşü savunanlar arasında Merhum Mehmet Ali Aybar gibi ünlü kamu hukukçuları bile olmuştur.

Bu satırları yazarken, olgun yaşlarında asılan Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun; yirmili yaşlarında asılan Gezmiş, Aslan ve İnan’ın resimlerine bakıyorum.

Ülke için emek harcamış siyasetçilerin, delikanlılık coşkusuyla ülkeyi kurtarmaya özenmiş gençlerin asılmalarının neye ve kime yaradığını düşünüyorum.

Ülkeye mi? Gelecekteki suçları önlemeye mi?

Hayır. Hiçbir şeye yaramadı.

Ama onları yaşamlarının baharlarında cellâtlara öfkeyle, kinle, hınçla teslim ettik.

Ne geçti elimize?

Hiçbir şey.

Türkiye kazanmadı, yitirdi.

Bölünmeler, hınçlar, acılar yaşıyoruz, hâlâ.

Bugün, bu cezaların çektirilmesi için oy kullananlar da vicdan azabı içindeler. 

İlmeği geçirinceye dek herkes cellâttır. 

Ama ölüm gerçekleştiğinde ilmeği sadece cellât çıkarır.

Kansız ölürler, ipe çekilenler. Ama ipe çektirenlerin ömür boyu kanar durur yürekleri.

Kimileyin kendilerini avutacak bir gerekçe bulmaya çabalarlar.

Boşuna.

Bu yüzden ipe çekenlerin de, çektirenlerin de işi zordur.

Kırılan kalemler, onay için kalkan ya da avluda ilmeği boyna geçiren eller ne kadar talihsizdir!  Ne kadar işleri zordur!

Öfkenin, kinin, öcün külrengi içinde erimeye durmuştur, hepsinin yürekleri.

Bu satırları yazarken 7 Mayıs 2010 tarihli gazetelerdeki Erdal Eren’in resmine bakıyorum.

Ne kadar genç, zavallı! Elleri arkadan kelepçeli. Çizgili gömleğinin yakası açık. Tek düğmeli ceketi ilikli. Çelimsiz. İddiasız. Anlamsız, umutsuz, mutsuz bakıyor, objektife. Belli ki henüz çıkmış mahkeme salonundan.

Bir Askeri Yargıtay üyesinin dediği gibi çalakalem ve haksız yere idama gönderilmiştir, Erdal Eren. “Asmayalım da besleyelim mi?” sorusunun en iğrenç yanıtıdır, o.

Erdal Eren suçlandığında 17 yaşındaydı. 18’ini doldursaydı bile asılmamalıydı. Ama asıldı, yaş küçüklüğünden bile yararlandırılmadı. Çünkü asıl olan, ülkeyi kurtarmaktı, çelimsiz vücutlarıyla koskoca Türkiye Cumhuriyetini yıkmaya kalkışanlara gözdağı vermekti, amaç.

Erdallar ve adalet bu amaç uğruna kullanılan birer araçtılar.

Hayır, Erdallar asılmadılar.

Birileri önce yargıyı bağımlı kıldı, sonra onu kullandı, meşruluk peçelemesi altında tasarlayarak öldürdü Erdalları.

Yargı da, hukuk da, insanlık da, ülke de yitirdi.

Peki, Türkiye Cumhuriyeti kurtuldu mu?! 



YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ. Star