Buna göre, doğal/tabii hukuk teorisi, doğal/tabii hukuk veya doğa hukuku/lex naturalis, içeriği doğal olarak var olan, doğa tarafından düzenlenmiş bulunan, her şeyin üzerinde, her zaman ve her yerde geçerliliği olan bir hukuk düşüncesi olarak tanımlanabilir.

Kuralları yazılı olmayan doğal/tabii hukuk, insanın akılla erişebileceği ve kavrayabileceği hukuktur. Merkezine insan sevgisini ve saygısını alan doğal/tabii hukuk, etiğin konusu olan soyut adalet anlayışını hukukun nihai amacı olarak gören; insanların doğarken getirdikleri ve o nedenle, Tanrı bağışı olarak kabul edilen; özgürlük, eşitlik, yaşama, mülkiyet hakkı gibi temel hakları bulunduğunu; bu haklara dünyevi iktidarların müdahale edemeyeceklerini; bu hakların yere ve zamana göre değişmeyeceğini, zira bu hakların genel ve evrensel olduğunu savunan; temelinde adalet düşüncesi yer alan hukuk anlayışıdır ve bu niteliği itibariyle hukuki pozitivizme karşıdır.

Bu teoriye göre, hukuk ve bu hukukun kuralları doğa tarafından belirlenmiştir, o nedenle, doğal/tabii hukuk insan ile insan iradesinden bağımsız olarak mevcuttur. Yine evrensel ve insanların kendileri dışında esasen var olan bu hukuku ve bu hukukun kurallarını, insanlar akıl yoluyla keşfedebilirler. Ne var ki, hukuku ve hukukun kaynağını bu şekilde açıklayan Doğal/Tabii Hukuk okulu, bir adalet teorisi sunmakla birlikte, adaletin ne olduğunu tam olarak açıklamaz. Bu yönüyle, özcü/esasçı bir teori değil, aksine biçimci bir teoridir.

Doğal Hukuk/Tabii Hukuk düşüncesi, ne eski Yunan uygarlığında kabul edilen, ne de bu hukuk düşüncesini Yunanlılardan tevarüs eden Romalılarda tevarüs edildiği şekliyle kalmamış, zaman içinde evrilmiş ve bu evrilmeye bağlı olarak üç ayrı evreye ayrılmıştır.

Bu evreler; 1- Doğa/Tabiat felsefesine dayanan doğal/tabii hukuk, 2- Din felsefesine dayanan doğal/tabii hukuk, 3- Akla dayanan doğal/tabii hukuk şeklinde tasnif edilebilir. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 76 – 1996) Buna göre;

1- Doğa/Tabiat Felsefesine Dayanan Doğal/Tabii Hukuk

Yazılı olmayan Doğal/Tabii Hukuk, insanlar tarafından icat edilmemiş ama keşfedilmiştir. Bu hukuk, bir koddan, yani yasadan daha ziyade bir tür ahlaki ve etik bir eğilimdir, sabittir ve değişmezdir. O nedenle, bu hukukun teolojik veya dini bir yoruma ihtiyacı yoktur.

Doğal/Tabii Hukuk ahlaki ve etik ilkelerden oluşan bir kurallar bütünü, tüm insanlık için ortak olan ve sadece akılla kavranabilen ve tanınabilen bir adalet sistemi olmakla, kabaca tüm insanlık için ortak kabul edilen, toplum kurallarından veya pozitif hukuktan daha ziyade doğadan türetilen bir haklar, ahlak ve adalet sistemi olarak tanımlanabilir. Buna göre, bu hukuk görüşü, evreni düzenleyen ve insan doğasını şekillendiren temel ilkelerden oluşur. O nedenle, doğal/tabii hukuk kavramı bize, insan yapımı yasaların/pozitif yasaların ölçülebileceği ve değerlendirilebileceği bir standart ve model sağlar.

Doğal/Tabii Hukuk düşüncesini ve bu düşüncenin savunulmasını İlk Çağ’ın edebi eserlerinde de buluruz. Bu bağlamda, Sophokles’in “Antigone” isimli oyununa esas olan düşünce ve anlayış, Doğal Hukuk’a/Tabii Hukuk’a dayanır.

Antigone isimli oyunu seyredenlerin veya Sophokles’in bu eserini okuyanların hatırlayacakları üzere, Antigone’nun, Thebai’de krallığı paylaşamayan kardeşleri Eteokles ile Polyneikes birbirleriyle girdikleri iktidar mücadelesi sonunda ölürler. Bu aşamada tahta çıkan Kreon, Eteokles’in yurdunu savunurken öldüğünü, o nedenle kahraman olduğunu ilan ederek onun için görkemli bir cenaze töreni düzenler. Polyneikes’in ise yabancılarla işbirliği yaparak kendi yurduna saldırdığını, o nedenle hain olduğunu, gömülmeyeceğini, mezarsız kalacağını, bu suretle kurda kuşa yem olacağını, onu kim gömmeye kalkışacak olur ise ölümle cezalandırılacağını emreder. Antigone, Kreon’un bu emrini tanımaz, vicdanının sesini dinler, kardeşini gömmenin kendisi için ahlaki bir görev olduğunu düşünür ve kardeşi Poyneikes’i gömer. Bu eylemi sonrasında Antigone suçlu sıfatıyla Kral Kreon’un huzuruna getirilir ve aşağıdaki sorgulama başlar:

Kreon: Neden emrime karşı geldin? Çıkardığım emirnameyi bilmiyor muydun?

Antigone: Biliyordum. Nasıl bilmem? Herkese ilan edildi.

Kreon: Demek buna rağmen benim emrime karşı koymaya cesaret ettin.

Antigone: Bana emir veren Zeus değildi. Hades’te hüküm süren Dike de biz fanilere böyle bir nizam yüklememiştir. Senin emirlerinde, insan sözlerini Tanrıların yazılmamış, değişmez kanunlarından daha üstün yapacak bir kudret bulunduğunu zannetmiyorum. Çünkü göklerden gelen kanunlar var ve bu kanunlar dün ve bugün yaşamıyorlar, bunlar ebediyen meridirler ve ne zamandan beri var olduklarını da bilen yoktur.

Kreon: Thebai’liler arasında bunu böyle gören yalnız sensin.

Antigone: Hepsi böyle görüyorlar, fakat korkudan konuşamıyorlar.

Kreon: Bunlardan ayrı düşündüğün için utanmıyor musun?

Antigone: Öz kardeşime saygı göstermekte utanılacak ne var?

Kreon: Onunla dövüşüp ölen de kardeşin değil miydi?

Antigone: Öz kardeşimdi.

Kreon: Diğerine gösterdiğin ilgiden dolayı günah işlemiyor musun?

Antigone: Mezarında yatan ölü böyle hüküm vermeyecektir.

Kreon: Ama sen bir günahkara karşı aynı ilgiyi gösteriyorsun.

Antigone: O bir köle değildi.

Kreon: Birinin koruduğu bu ülkeyi diğeri harap ediyordu.

Antigone: Olsun. Hades her ikisine de aynı mezar hakkını tanır.

Kreon: Ama orada iyi insan kötü insanla aynı muameleyi görmek istemez.

Antigone: Ölüm diyarında böyle bir kural olduğunu bana kim söyleyebilir?

Kreon: Düşmanımız bizim için hiçbir zaman, hatta ölümünden sonra dahi dost değildir.

Antigone: Ben dünyaya kin değil, sevgi paylaşmaya geldim.

Eğer “Antigone”, Sophokles’in bir kurgusu değil ve gerçekten yaşanmış bir hayatın hikayesi ise, bu hikaye tarihin yazımladığı ilk “sivil itaatsizlik” örneğidir.

Yine bu oyunda karşı karşıya gelen iki ayrı hukuk anlayışı vardır. Bu anlayışlardan biri Antigone’un “Senin emirlerinde, insan sözlerini Tanrıların yazılmamış, değişmez kanunlarından daha üstün yapacak bir kudret bulunduğunu zannetmiyorum. Çünkü göklerden gelen kanunlar var ve bu kanunlar dün ve bugün yaşamıyorlar, bunlar ebediyen meridirler ve ne zamandan beri var olduklarını da bilen yoktur” sözleriyle yollamada bulunduğu ve savunmasında dayandığı hukuk, yani bugün bizim doğal hukuk/tabii hukuk diye isimlendirdiğimiz, insan hakları dediğimiz, kaynağını etikten, ahlaktan, vicdandan alan hukuk, diğer anlayış ise, dayanağı hikmet-i hükümet olan Kreon’un temsil ettiği egemenin hukuku, yani pozitif hukuktur.

Oyunun sonunda Kreon’un hukukunun, yani yasakçı ve baskıcı hukukun değil de, Antigone’un kişi hak ve özgürlüğünü referans alarak otoritenin baskısına karşı koyan hukuk anlayışının, yani doğal/tabii hukuk anlayışının üstün gelmiş olmasının nedeni elbette Sophokles’in tercihi değildir. Aksine, bu hukuk anlayışının üstün ve evrensel olması, ahlak, etik, vicdan ve akıldan müteşekkil insanın yapısına ve ruhuna uygun bulunmasıdır.

Sophokles’in bu eserinin de gösterdiği üzere, Doğal/Tabii Hukuk, bir düşünce olarak İlk Çağ’ın siyaset felsefesinden doğmuş ve zamanla modern hukuk ve siyaset felsefesinin önemli bir parçası haline gelmiştir.

Ne var ki, doğal/tabii hukuk teorisi, özellikle 19.Yüzyıldan itibaren, hem öznel/subjektif değerlere hem de bilimsel gerçeklere dayanan tarihselcilik ve pozitivizm doktrinleri tarafından büyük ölçüde yerinden edilmiştir.

Hukuktan daha ziyade felsefede ve sanatta iyi olan kadim Yunanistan’ın, hukuka yaptığı en büyük katkı, adaletle ilgili felsefi ve kozmolojik idealler üzerinedir. En eski mitlerin bazılarına dayalı olan Yunan site/şehir devletleri ve erken Yunan kozmolojileri, bireyi, ilahi yasadan (logos) kaynaklanan ve insan yaşamıyla ilişkili olarak Tanrı’nın yasasında (nomos) ifade edilen evreni, bir tür aşkın uyum içinde muhafaza edilmiş olarak görmüşlerdir.

M.Ö. Beşinci Yüzyıl Atina’sının entelektüel ve politik yönden huzursuz olan ikliminde, Platon/Eflatun, adaletin doğasını, site/şehir devletinin nomos’undan çok daha kalıcı ve mutlak bir şeyle ilişkilendirerek ve bunu yeniden tanımlamakla uğraşmıştır.

Bu bağlamda, Platon/Eflatun, gerçekliği, felsefe tarafından aydınlatılmamış bireysel insanlar tarafından yüzeysel ve karışık bir şekilde algılanan geçici fenomenlerden daha ziyade, şeylerin/nesnelerin değişmeyen arketipsel biçimlerine – yani fikirlerine – dayandırmıştır.

Nitekim Platon/Eflatun, “Cumhuriyet/Devlet” isimli eserindeki ütopyasında, adaleti mimari bir anlamda tanımlamış: bu bağlamda, “devlet, filozof krallar tarafından tespit edilen ideal biçimlere göre düzenlendiğinde ve bu nedenle şehir devletinin nomosuyla ilişkisiz olduğunda adalet hüküm sürer” diye yazmıştır. Ona göre, bilgi kuralları üstün olduğu takdirde, insan yasalarına ihtiyaç yoktur.

Ancak Platon/Eflatun, daha sonraki “Politicus/Devlet Adamı” ve “Laws/Kanunlar” isimli eserlerinde ifade ettiği düşüncelerinde, daha pratik ama yine de ikinci en iyi durumu tanımlamakla ve ortaya koymakla yetinmiş, “Devlet” isimli eserinde ise, hukuka ve yasalara neredeyse bilgi kadar önemli bir rol vermiş ve bir değer yüklemiştir.

Platon’un/Eflatun’un “Politicus/Devlet Adamı” isimli eserindeki ünlü devlet sınıflandırması, gerçekten de, devletin yasalarla/hukukla yönetilip yönetilmedikleri kriterine dayanır. Bununla birlikte, Platon’un/Eflatun’un bu eserinde tasavvur ettiği şekliyle yasa/hukuk, sadece uzlaşım ya da insanların kusurlu bireysel yargıları değil, tam gelişme içinde olan ortak insan aklının bir yansımasıdır. Platon/Eflatun, bu çalışmasında, bir ölçüde hukukun üstünlüğü ilkesine, bu bağlamda, “Cumhuriyet” isimli eserinde tasavvur edilen ideal bilgi kuralına yaklaşır, çünkü Platon’un/Eflatun’un bu eserlerinde, insanların miras aldıkları yasalara yapabilecekleri kadar çok bilgelik kristalize edilmiştir.

Antik Yunanistan’ın Platon’dan/Eflatun’dan sonraki en önemli filozofu olan Aristoteles, bütün bilim dalları ile ilgilenmiş, kendi dönemindeki ülkelerin yasalarını ve hukuk sistemlerini incelemiş, mantık, fizik, metafizik, etik, ahlak ve siyaset gibi çeşitli alanlarda araştırmalar ve çalışmalar yapmış, bu bilim dallarını sınıflandırarak sistematize etmiştir.

Aristoteles’in, doğal hukuk anlayışı, “phyisis/doğa/fizik” ile “nomos/yasa” ayrımına dayanır. Aristoteles için hukuk, toplumun ya da bir bütünün hukukudur. Ona göre bu ilke, birlikte yaşamanın belirleyici ilkesi ve temel koşuludur ve yine özgür ve eşit insanların özgürlük ve eşitlik temeli de hukuka dayanır. Aristoteles’e göre, karşılıklı kabul ya da eşitlik olmadan toplumsal hukuktan bahsetmek son derece zordur.

Felsefe profesörü Ernst Cassirer’in “İnsan Üzerine Bir Deneme” isimli eserinde yazdığı üzere: “…Aristoteles, tüm insan bilgisinin, insanın en temel eylemlerinde ve tepkilerinde kendini gösteren insan doğasının temel bir eğiliminden kaynaklandığını ifade eder. Duyuların hayatının tamamı, bu eğilim tarafından belirlenir ve bunun tarafından emilir/emprenye edilir. Bu konu ile ilgili olarak Aristoteles şunları yazar: ‘Bütün insanlar doğaları gereği bilmeyi isterler. Bunun bir göstergesi, duyularımızdan aldığımız hazdır; çünkü duyularımız yararlı olmalarından ayrı ve bağımsız olarak çok sevilirler. Ama her şeyden daha önce ve daha çok sevilen duyumuz görme duyusudur. Öyle ki, hiçbir şey yapmayacak olsak dahi, her şeyi görmeyi ister ve bunu yapmayı tercih ederiz. Çünkü görme duyusu, en çok şeyler/nesneler arasında birçok fark olduğunu ve bizim bu farkın ortaya çıkmasını bilmemizi sağlar.’ (Aristoteles, Metafizik, Kitap A. 1980 21. W.D.Ross tarafından yapılan İngilizce tercümesi, The Works of Aristotle/Aristotle Eserleri – Oxford, Clarendon Press, 1924 – Cilt VII) Yukarıda yer verdiğimiz bu pasaj, Platon‘unkinden farklı olarak Aristoteles‘in bilgi anlayışının oldukça karakteristik bir özelliğini ortaya koyar. Öyle ki, Platon‘un eserinde duyusal hayatın imkansız olduğu ifade edilmekle birlikte, bilgi arzusu, asla duyularımızdan aldığımız hazla kıyaslanmaz. Zira Platon‘da duyuların hayatı, aklın hayatından oldukça geniş ve aşılmaz bir uçurumla ayrılır. Yine Platon’a göre, bilgi ve doğru/hakikat, aşkın bir düzene, yani ebedi fikirler alemine aittir. Nitekim Aristoteles dahi, bilimsel bilginin sadece algılama eylemiyle mümkün olmadığı hususunda ikna olmuştur. Ne var ki, Aristoteles, ideal dünya ile ampirik dünya arasındaki bu Platoncu ayrımı yadsıdığında bir biyolog gibi konuşur ve ideal dünyayı, bilgi dünyasının hayata dair terimleri açısından açıklamaya çalışır. O nedenle, Aristoteles‘te, her iki alan konusunda da aynı kesintisiz sürekliliği buluruz. Doğada olduğu kadar insan bilgisinde de yüksek biçimler, alt biçimlerden gelişir. Duyu algısı, bellek, deneyim, hayal gücü ve akıl ortak bir bağla birbirine bağlıdır; bunlar, en yüksek yetkinliğe insanda ulaşır, esasen bunlar bir şekilde hayvanlar ile tüm organik hayat biçimleri tarafından paylaşılan tek ve aynı temel etkinliğin farklı aşamaları ve ifadeleridir.” (Ernst Cassirer, “İnsan Üzerine Bir Deneme-İnsan Kültürü Felsefesi’ne Giriş”, sayfa 21, 22, Dorlion Yayınları-2022)

Yunan doğal/tabii hukuk anlayışı, M.Ö. Dördüncü Yüzyılın sonlarına doğru aktif hale gelen Stoacı Felsefe Okulu tarafından rafine edilmiş, bu bağlamda Stoacılar, evrenin akıl yasası olan “lex aeterna/ebedi yasanın/hukukun bir sonucu olan “jus natural/doğal bir yasanın/hukukun” varlığını öne sürmüşlerdir. Yine Stoacılar tarafından, insanlarda doğuştan var olan aklın varlığı, herkesi kozmik düzene bağlamış ve herkesi evrensel olarak geçerli bir ahlak yasasına tabi tutmuştur.

Ne var ki, bir sistem olarak eski Yunan hukuku zar zor hayatta kalmıştır, çünkü kadim Yunanistan’da hiçbir zaman bir hukuk uzmanları sınıfı yetişmemiş, yetişmediği için de hukuk gelişmemiş, geliştirilememiştir. Buna karşın, az yukarıda sözünü ettiğimiz, eski Yunanistan’daki “herkesi kozmik düzene bağlayan ve yine herkesi evrensel olarak geçerli bir ahlak yasasına tabi tutan” anlayış ve kavram, büyük ölçüde Stoacı felsefenin Roma üzerindeki etkisinin bir sonucu olarak, bu konudaki Roma düşüncesine ilham olmuştur.

Yunan siyaset teorisiyle, özellikle Aristoteles’in siyaset teorisiyle gelişen doğal/tabii hukuk, Helenistik çağda Stoacı felsefenin önemli bir ilkesi haline gelmiş, doğru bilginin etiğin temeli olduğunu ve hukukun da temelinin doğada bulunduğunu, insanın doğuştan doğru ve yanlış kavramına sahip olduğunu, hukukun yöneticilerin keyfi iradesine değil, doğaya bağlı bulunduğunu savunan bireyciler olan Stoacı düşünürler, Roma hukuk doktrini üzerinde derin etki yapmışlardır.

Bu etkiye bağlı olarak Roma’da doğal/tabii hukuk, Platoncu/Eflatuncu ve Aristoteles’çi gelenek ile Stoacı düşüncenin bir bileşimi ve yansıması olarak ortaya çıkmış, Yunanlılardan aktarılan doğal/tabii hukuk anlayışı, Romalı hukukçular tarafından detaylandırılmış ve özellikle tarihçi Polybios, siyasetçi, devlet adamı ve avukat olan Cicero, devlet adamı, yazar ve düşünür Seneca, imparator Marcus Aurelius ve ünlü Romalı hukukçu Ulpianus tarafından benimsenmiş, geliştirilmiş ve yerleştirilmiştir.

Öyle ki, akılla ve doğayla ilgili Stoacı spekülasyonlar, Romalı hukukçular tarafından somut problem çözme ilkeleri düzeyine indirgenmiş, Romalıların aşiret “jus civile’si/medeni hukuku”, böylece “jus gentium’a/bütün insanlar için geçerli olan hukuka” dayalı bir doğal/tabii hukuka, tüm uluslar için ortak olan ve dolayısıyla Romalılara olduğu kadar yabancılara da uygulanmaya uygun bir dizi ilkeye dönüştürülmüştür.

Örneğin Ulpianus, doğal/tabii hukuku şu şekilde tanımlar: “doğal/tabii hukuk, doğanın/tabiatın canlılara öğrettiği şeydir. Çünkü bu hukuk, sadece insanlara özgü değil, ister karada, ister denizde doğmuş olsun bütün canlıları ortaklaşa ilgilendiren hukuktur.

Yine hem devlet adamı ve siyasetçi hem de avukat olan Cicero, doğal/tabii hukuku şu şekilde tasvir eder: “Kuşkusuz asıl yasa doğru akıldır. Bu yasa, doğaya/tabiata uygun ve her yerde var olan, değişmez, başlangıçsız ve sonsuz olan bir yasadır. Bu yasa, emir verirken insanı göreve çağırır, yasaklarken insanı hileden uzak tutar. Bu yasa, dürüst insanlara emir vermez, onlara yasaklar koymaz; dürüst olmayan insanları da emir ve yasaklarla kışkırtmaz. Bu yasayı yürürlükten kaldırmamak doğanın/tabiatın emri gereği olduğu gibi, bu yasadan kaçmak da doğru olmaz. O nedenle, bu yasayı ne bütünüyle ortadan kaldırabiliriz, ne de senatonun ya da halkın gücüyle bu yasadan kurtulabiliriz; bu yasayı açıklamak ve yorumlamak için bir şerhe başvurmak söz konusu değildir. Zira bu yasa, Roma’da ne ise, Atina’da da odur ve bugün ne ise yarın da öyle olacaktır. Bu yasa, her devlette ve her zaman başlangıçsız ve sonsuz olarak hükmünü sürdürecek, değiştirilmesi olanaksız tek yasa olarak kalacak; herkesin ortak yol göstericisi ve imparatoru olacaktır.” (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 77 – 1996)

Cicero, doğal/tabii hukuku, sadece bu şekilde açıklamakla yetinmez, ayrıca doğal/tabii hukuk kurallarının ilkelirini de sunar. Cicero’ya göre doğal/tabii hukuk kurallarının ilkeleri şunlardır; (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 78 – 1996)

- Tanrılara karşı tapınma görevi (religio),

- Aileye ve vatana karşı saygı borcu (pietas),

- Bize hizmet edenlere karşı minnet borcu (gratia),

- Büyüklere karşı saygı ve onları yüceltme borcu (observantia),

- Haksızlığa karşı çıkma ve haksızlığa uğrayanı savunma borcu (vindicatio),

- Söze bağlılık ve sözde durma borcu (veritas)

Yine Romalı hukukçu Ulpianus, Cicero’nun sunduğu bu ilkeleri aşağıdaki üç temelde toplar; (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 76 – 1996)

- Dürüst ve namuslu yaşamak (bonesta vivere),

- Kimseye zarar vermemek (alterum non laedere),

- Herkese hakkını ve kendisine ait olanı vermek (suum cuique tribuere)

Stoacı felsefeyi benimseyen ve doğal/tabii hukuku savunan Roma İmparatoru Marcus Aurelius’da, Sokrates gibi insanın gerçek doğasını veya özünü bulmak için, öncelikle insanın tüm harici ve arızi özelliklerini ortadan kaldırması gerektiği düşüncesindedir.

Nitekim Marcus Aurelius “Kendime Düşünceler” isimli kitabında şöyle yazar: “İnsanın aklına gelmeyen hiçbir şeye insana aittir demeyin. Zira bunlar bir insandan talep edilemez; insanın doğası bunları garanti etmez; bunlar o doğanın birer ürünü değildirler. Ne bu şeylerin içine konan amaçlar, ne de bu amaçları tamamlayan şeyler, yani iyilik doğanın ürünü değildir. Dahası, bunlardan herhangi biri bir insanın başına gelse, bunları küçümsemek ve bunlara karşı gelmek insana düşmez…ama insan bunu olduğu gibi kendisini de bu ve benzeri şeylerden soğukkanlılıkla ne kadar özgür bırakırsa, bu onun için o kadar iyidir. İnsanın kendisini eskisinden daha kötü yapmayan şey, onun hayatını ne kötüleştirebilir, ne de dışarıdan veya içeriden ona zarar verebilir.”

İnsan Üzerine Bir Deneme-İnsan Felsefesine Giriş” isimli kitabında Ernst Cassirer, Aurelius’un bu yazdıklarını şu şekilde değerlendirir; “Bütün bunlar insanın başına dışarıdan gelen hükümsüz şeylerdir. Ama insanın özü dış koşullara bağlı değildir; münhasıran kendisine verdiği değere bağlıdır. O nedenle, insanın kendisine değer vermesiyle, zenginlikler, rütbe, sosyal ayrım, hatta sağlık veya entelektüel bağışlar tamamen önemsiz hale gelir. Tek başına önemli olan ruhun eğilimi, ruhun içsel tutumudur; ama bu içsel ilkeyi bozamaz.” (Ernst Cassirer, “İnsan Üzerine Bir Deneme-İnsan Felsefesine Giriş” sayfa 29, Dorlion Yayınları-2022)a

2- Din Felsefesine Dayanan Doğal/Tabii Hukuk

Orta Çağ’da dinin toplumları egemenliği altına almasıyla birlikte, hukuk da dahil olmak üzere bütün düşünce alanı dinin egemenliğine girmiştir. Buna bağlı olarak eski uygarlıklardaki “doğa/tabiat” kavramının yerini “Tanrı” kavramı almış, evrenin Tanrı’nın isteğiyle gerçekleştiği ve Tanrı’nın isteğiyle sürdüğü fikri yerleşmiştir.

Bu anlayışa ve inanışa göre, her olay, her olan şey, dolayısıyla hukuki olay, kural ve emirler de Tanrı’nın kurallarından ve emirlerinden başka bir şey değildir, yani hukuku Tanrı yaratmıştır, Tanrı’nın emri her yerde ve her zaman mevcut ve geçerlidir, hukuk kuralları da Tanrı’nın emri olmakla, her zaman ve her yerde yürürlüktedir, bu kurallar öncesiz ve sonsuzdur. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 78-79 1996) Yine bu kurallar insanlara Tanrı tarafından ve Tanrı’nın peygamberleri aracılığıyla bildirilmiştir. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 79 – 1996)

Sözü edilen bu hukuk kurallarından Tanrı’nın emri olarak Hazreti Musa’ya gönderildiğine inanılan ve “evamiri aşere/on emir” olarak isimlendirilen bu emirler şunlardır;

- Tanrı’ya şirk/ortak koşmamak, tek bir Tanrı’ya inanmak,

- Put yapmamak,

- Tanrı’ya hürmet etmek, Tanrı’nın adını gereksiz yere zikretmemek,

- Haftada bir gün tatil yapmak,

- Anaya babaya itaat etmek,

- Adam öldürmemek,

- Zina yapmamak,

- Hırsızlık yapmamak,

- Yalan yere tanıklık etmemek,

- Komşunun malına ve karısına göz dikmemek,

O nedenle, bu süreç din felsefesine dayalı doğal/tabii hukuk veya “ilahi doğal/tabii hukuk” dönemi olarak adlandırılır.

Bu dönemin bu şekilde isimlendirilmiş olmasının nedeni, dönemin Kilise Babaları’nın ve özellikle Aziz Augustinus ile Thomas Aquinas’ın doğal/tabii hukuk doktrinine sahip çıkmaları ve bu doktrini Hıristiyanlık teolojisiyle birleştirmiş ve temellendirmiş olmalarıdır. Ki her iki düşünür ve teolog, On Üçüncü Yüzyılda Hıristiyanlık düşüncesini doğal/tabii hukuku esas alarak sistemleştiren Orta Çağ Skolâstik felsefesinin kurucusudurlar.

Aziz Augustine, Hıristiyanlık döneminin dördüncü yüzyılında yaşayan Yunan felsefesi geleneği içinde yetişmiş ve özellikle Yeni-Platonculuk sistemi onun tüm felsefesine damgasını vurmuştur. Orta Çağ düşüncesinin öncüsü olan Augustine, Orta Çağ felsefesinin ve Hıristiyan dogmatiğinin kurucusudur. “İtiraflar” isimli eserinde, onun Yunan felsefesinden Hıristiyan vahiylerine kadar olan her adımını takip edebiliriz.

Augustine göre, İsa’nın ortaya çıkmasından önceki tüm felsefe, temel olarak tek bir hataya açıktır ve aynı sapkınlığa bulaşmıştır. Felsefede aklın gücü, insanın en yüksek gücü olarak övülmüştür. Ne var ki, insanın özel bir ilahi vahiy ile aydınlanmadan asla bilemeyeceği şey, aklın dünyadaki en şüpheli ve belirsiz şeylerden biri olduğudur. O nedenle, akıl bize açıklığa, hakikate ve bilgeliğe giden yolu gösteremez. Aklın kendi anlamı belirsiz olduğundan, kökeni de gizemle sarılmıştır ve bu gizem sadece Hıristiyan vahyiyle çözülebilen bir gizemdir. Augustine için akıl, basit ve benzersiz değil, daha çok ikilidir ve bölünmüş bir doğaya sahiptir. Ona göre insan, Tanrı‘nın suretinde yaratılmıştır; insan, Tanrı‘nın elinden çıktığı orijinal haliyle, Tanrı’nın arketipine/asıl numunesine eşittir. Ama bütün bunlar Adem’in düşüşü ve Hava’yla birlikte cennetten kovulmalarıyla kaybolmuştur. O zamandan beri, aklın tüm orijinal gücü karartılmıştır. Esasen akıl, kendi haline ve kendi yetilerine bırakıldığında, geri dönüş yolunu asla bulamaz. Kendini yeniden yapılandıramaz; kendi çabalarıyla eski saf özüne geri dönemez. Eğer böyle bir reformasyon/yeniden düzeltme mümkün ise, bu ancak doğaüstü bir yardımla, ilahi bir lütfun, yani Tanrı’nın gücüyle olur.

Augustine’nin anladığı ve Orta Çağ’ın bütün büyük düşünce sistemlerinde sürdürüldüğü şekliyle yeni antropoloji budur. Yunan felsefesinin kaynaklarına kadar giden Aristoteles‘in müridi Thomas Aquinas bile bu temel dogmadan sapmaya cüret edememiştir. Oysa Aristoteles, insan aklına Augustine’den çok daha yüksek bir güç bahşeder; ancak o da Tanrı‘nın lütfuyla yol gösterilmedikçe ve aydınlatılmadıkça aklın bu güçleri doğru bir şekilde kullanamayacağına inanmıştır.

Burada, Yunan felsefesinin savunduğu tüm değerlerin tamamen tersine çevrildiği bir noktaya geliriz. Öyle ki, bu, bir zamanlar insanın en büyük ayrıcalığı gibi görünen şeyin, insanın tehlikesi ve baştan çıkarıcısı olduğunu kanıtlamaktadır; insanın gururu onun en derin aşağılanması olurken ortaya bu çıkmıştır. İnsanın içsel ilkesine, yani içindeki “şeytana” itaat etmesi ve ona saygı duyması gerektiğini söyleyen Stoacı buyruk, artık tehlikeli bir putperestlik olarak görülmeye başlamıştır.

Thomas Aquinas, Roma İmpartorluğu’nun düşüşünden Hıristiyanlığın sorumlu olduğu şeklindeki pagan iddiayı çürütmeye çalışmış, bu amaçla doğal/tabii hukuka kendi dini ve klasik formülasyonunu vermek için Aristotelesçiliği, Stoacılığı ve Hıristiyanlığı sentezlemiş, bu hukuka Aristoteles‘in doğal erdemlerinin yanı sıra teorik erdemleri, yani inancı, umudu ve hayırseverliği, dünyevi mutluluğa ise sonsuz mutluluğu eklemiş, Tanrı‘nın aklını, Tanrı‘nın iradesinin yanına, doğrudan insan ve diğer tüm yaratıklar üzerinde bağlayıcı olan değişmez, ebedi, ilahi yasanın en yüksek kaynağı olarak yerleştirmiştir. Aquinas’ın bu yaklaşımıyla ilahi yasa, hem insanın aklına hem de inancına üstün hale gelmiştir. Yani Aquinas, Aristoteles’i, Stoacılığı, felsefeyi teolojinin, dinin argümanı yapmış, böylece felsefeyi dinselleştirmiş ve dini felsefeleştirmiştir.

Aquinas’a göre insan doğasına uygun olan eylem, Tanrı‘nın ebedi planını ve Kutsal Yazıların emirlerini yerine getirmektir. O nedenle, Aquinas, dünyanın doğal amacının Tanrı‘da bulunduğunu savunmuş, doğal/tabii hukukun, sadece şeylerin/nesnelerin nasıl olduğunu değil, aynı zamanda nasıl olması gerektiğini de tanımlamıştır. Ona göre, ahlaki yasalar da dinselleştirilen doğal/tabii hukuka dayanmaktadır.

Sonuç itibariyle, Thomas Aquinas, ebedi ve doğal yasanın altında bulunan temeli, Tanrı emri ve iradesi olarak Hıristiyanlık dinine dahil etmiş, böylece iradecilik ve rasyonalizm arasındaki mücadeleye karşı mücadele eden kendi iddialarını güçlendirmiştir.

Aquinas’a göre üç tür yasa vardır ve bu yasalar; “Lex Aeterna/Ebedi Yasa, Lex Naturalis/Doğal Yasa ve Lex Humana/Pozitif Yasa”dır. Aquinas’da, Augustine gibi, hem doğal hukuku hem de pozitif hukuku Ebedi Yasanın/Tanrı Yasasının altına yerleştirmiştir. Ona göre pozitif hukuk, doğal/tabii hukukun öngördüğü sınırlar dahilinde, ortak iyi için insan aklının yarattığı bir hukuktur. O nedenle, bu yasa da doğru akıldan ve buna bağlı olarak Ebedi Yasadan/Tanrı Yasası’ndan kaynaklanır. Doğal ve dolayısıyla Ebedi Yasa’yı/Tanrı Yasası’nı ihlal eden bir pozitif yasa, yasa olmadığı gibi vicdan için bağlayıcı da değildir.

3. Akla Dayanan Doğal/Tabii Hukuk

Akla dayanan doğal/tabii hukuk süreci Rönesans ve Reform hareketleri ile başlamış ve bu hukuk anlayışı, Rönesans ve Reform hareketlerine bağlı olarak gelişen Aydınlanma Çağı ile ortaya çıkmıştır.

Rönesans ve Reform hareketleri ve sonrasında ortaya çıkan Aydınlanma Felsefesi ile Augustinus’un ve Aquinas’ın temellerini attığı vahiy ve iman düşüncesi, bu düşünceye bağlı olarak ortaya çıkan akıl-vahiy ve bilgi-iman arasındaki ayrım ortadan kalkmış, Aydınlanma Felsefesi dini, imanı, vahiyi akıldan ve bilimden ayırarak Tanrı ile insan arasında kurulu olan veya olması gereken inanç dünyasına ve alanına taşımış, bunların alanlarını ve özelliklerini belirlemiş ve böylece insan aklını ve bilimi Kilisenin ve dinin egemenliğinden kurtarmış, bilimsel çalışmaların ve özgür düşüncenin önünü açmıştır.

Aydınlanma Hareketi’nin kabulüne göre, aydınlanma düşüncesi, her şeyden önce egemen sınıfın, çağın soylularının ve entelektüellerinin, din adamlarının ve bilim adamlarının işidir. Nitekim Aydınlanma düşüncesi devlete bir görev vermiştir; bu görev vatandaşları eğitmek ve merkantilist anlamda devleti zenginleştirmektir.

Bu gelişmelerin sonuçları, Rousseau’nun sisteminde ve Fransız Devrimi’nde olduğu kadar, Locke’un ve Alman Liberalizminin doğal doktrinlerinde de ortaya çıkar. Bu entelektüel aygıt, Hobbes’un devlet mutlakiyetçiliğinin temellerini atmasına; aydınlanmış despotizmin temellerini atmak için Pufendorf‘a, demokratik devletin kabul edilebilir tek devlet olduğunun ve bu devletin her şeye kadir bulunduğunun temelini atmak için de Rousseau’ya hizmet etmiştir.

Yine Aydınlanma Düşüncesi, Rousseau gibi sosyal reformcular için, bireyciliğe dayanan genişletilmiş ve geliştirilmiş doğal/tabii hukukun yollarına ışık tutmuştur. Aydınlanma Düşüncesi’nin bireyci çıkış noktası, aynı zamanda gerekli toplumsal yaşam biçimlerinin tanınmamasına da yol açmıştır. Zira bireyci doktrin için insanın a priori toplumsallığı yoktur, sadece saf bir toplumsallığı vardır. Bu aslında Hobbes’un her şeye gücü yeten monarşisinin, Rousseau’nun her şeye gücü yeten demokrasisinin iki aşırı görüşünde de kendini gösteren politik bir teoridir.

Geleneksel olarak, doğal/tabii hukuk doktrininin ilk seküler ve laik biçimi, doğal/tabii hukuku bilgece iyiliksever bir Tanrı‘nın varlığını varsaymayan yollarla haklı çıkarmaya çalışan Hollandalı siyasetçi ve hukuk filozofu Hugo Grotius ile ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, Grotius, Tanrı olmasaydı dahi doğal/tabii hukukun var olacağını ve varlığını sürdüreceğini, zira doğal/tabii hukukun ilkelerinin insan aklının doğasından ve barışçıl toplum arzusundan kaynaklandığını ileri sürmüştür. Grotius, doğal/tabii hukuku, şeylerin/nesnelerin kendi doğaları gereği iyi veya kötü olduğu bir perspektif yargısı olarak tanımlamış, egemen devletlerin iradeleri uluslararası düzenin temelini oluştursa dahi, devletler arasındaki ilişkilerin bütününün, “hukuk tarafından yönetildiğini” savunmuştur. Grotius, bu hususu, Roma Hukuku ve Hıristiyan teolojisinin doğallaştırıldığı şekliyle Stoacı doğal/tabii hukukun güncellenmiş bir versiyonunda bulmuştur. Zira Stoacılar gibi Grotius’a görede, doğal/tabii hukukun normatif veya ahlaki gücü, insanın doğuştan gelen doğasının, yani insanın kendi kozmosunun ve doğasının bir parçasıdır ve bu da insanın eğilimlerinin ideal ya da doğal olarak iyi olarak görülmesi gerçeğinden kaynaklanmıştır.

Bireycilik ve rasyonalizm çağında doğal/tabii hukuk, Grotius’un doktrinini açıklamayı üstlenen Pufendorf ile başlar. Ancak bu yeni doğal/tabii hukuk anlayışı, birçok açıdan geleneksel doğal/tabii hukuk anlayışından farklıdır. Bu farklılıklar, dönemin entelektüel evriminin ve siyasi koşullarının bir sonucudur. Zira bu dönemde ayrıntılı bir doğal/tabii hukuk sistemi vardır ve bu sistem, sözleşmeleri, aile, miras, mülkiyet hukukunu ve hatta usul hukukunu ve özellikle anayasa hukukunu da kapsayacak şekilde düzenlemiştir.

Akli Doğal/Tabii Hukuk okulu ve düşüncesi de denilen bu hukuk anlayışının temelinde Sosyal Sözleşme Teorileri vardır. Bu teorinin fikir babaları, siyasal itaat yükümlülüğünün kaynağını ve siyasal toplumun, yani devletin nasıl ortaya çıktığını araştıran sosyal sözleşme teorisyenleri John Locke, Thomas Hobbes ve J.J.Rousseau’dur.

Fiktif, yani kurgusal ve varsayımsal olan bu teorilere göre insanlar, birbirlerinden ayrı olarak tekbaşlarına tabii bir hal içinde yaşamakta, hem tabiat güçlerine karşı hem de mallarına, namuslarına, hayatlarına ve özgürlüklerine musallat olan kötüniyetli insanlarla mücadele etmekte zorlanmaktadırlar. O nedenle, bu insanlar bir araya gelmek, toplum halinde yaşamak, tabiata ve kötüniyetli insanlara karşı birlikte mücadele etmek ve bu amaçla siyasal topluma, yani devletin olduğu bir toplum düzenine geçmek ihtiyacını duyarlar ve bunu gerçekleştirmek için de kendi aralarında bir sosyal sözleşme yaparlar. Bu sözleşmeyle bir düzen kurma, kural koyma, bu kuralları yürütme ve uygulama, yani yönetme yetkisini bir egemene, adına devlet denilen bir güce verirler. Bu suretle insanlar tabii hal içinde sınırsız olan özgürlüklerini, toplum halinin sağlayacağı güven ve güvenlik karşılığında sınırlandırırlar.

Aşırı bireyci olan, devletin oluşumu öncesinde ve tabii hal içinde yaşayan her bir bireyin kendi güvenliğini ve kendi hazzını aradığı düşüncesini savunan Thomas Hobbes, kendi sosyal sözleşme teorisinde, toplumun düzeninin, istikrarının, güvenliğinin korunmasının, ancak mutlak ve sınırsız bir egemenin/devletin tesisiyle, yani pek çok parmağı, eli, kolu, ayağı, gözü, kulağı olan bir Leviathan’ın toplumu yönetmesiyle mümkün olduğunu savunur. O nedenle, Hobbes, kuvvetler ayrılığı ilkesine karşıdır ve sınırsız ve mutlak bir egemenin/devletin tesisi için kuvvetlerin birliğinden yanadır. Tevrat’ta geçen bir canavarın adı ve yapay bir yaratık olan Leviathan, bu egemeni/devleti, bu egemen/devlet anlayışını, yani her şeye kadir olan ve kendi hukukunu yaratan egemeni/devleti temsil ve ifade eder.

Buna göre, Thomas Hobbes’un tüm teorisi, doğal/tabii hukukun reddi üzerinedir. Zira Hobbes, tabii hal durumunu kaos olarak resmeder. Ona göre tabii hal durumunda, sadece toplumda yaşamaya doğal olarak eğilimi olmayan yasa tanımayan bireyler vardır. O nedenle ve ancak tüm sözleşme tarafları haklarını, egemen bir güce/devlete devir ve teslim ederlerse bir düzen tesisi ve barış mümkün olabilir. Devlet gücünün kuvvetler ayrılığı doktriniyle bölünmesi duyumunda, egemenin/devletin gücü zayıflatılmış olur ve zayıf bir egemen/devlet de bir düzen tesis edemez. Buna göre, Hobbes’un sözleşme teorisinin siyasal amacı, mutlakiyetçi bir yönetim anlayışını ideolojik olarak meşrulaştırmaktır.

Diğer bir sosyal sözleşme kuramcısı olan John Locke, sınırlı bir egemenden/devletten yanadır ve bu egemenin/devletin tesisinin ancak kuvvetler ayrılığı ilkesi ile sağlanabileceği görüşündedir. O nedenle, Locke, kendi sosyal sözleşme teorisinde, yaşama hakkının, özgürlük hakkının ve mülkiyet hakkının Tanrı bağışı haklar olduğunu, insanların bu hakları doğarken beraberlerinde getirdiklerini, bu hakların ilahi/Tanrısal olmadığını, bu bağlamda, dünyevi iktidarlar tarafından verilmeyen bu haklara dünyevi iktidarların müdahale edemeyeceklerini, müdahale etmeleri durumunda direnme hakkının doğacağını savunur. Locke’un bu görüşü, akla dayanan doğal/tabii hukuk anlayışının, seküler, laik ve plüralist devlet kuramının özünü oluşturur. Günümüzde, bu görüş, bir toplum teorisi olarak liberal demokrasilerin ve siyasi iktidarların da temeli olmuştur.

J.J.Rousseau’nun sosyal sözleşmesi, Rousseau’nun kendi anlatımıyla; “Katılımcıların her birinin canını ve malını, oluşturulan ortak gücü, bütünüyle savunup koruyacak bir katılım biçiminin bulunmasıdır… Bu katılım biçiminin, her bir paydaşı, bu ortaklıkta, diğer bütün katılımcılarla birleşmekte ama yine de sadece kendi iradesine boyun eğmekte ve ortaklığa katılmadan önceki kadar özgür kalmaktadır.” Rousseau’ya göre, hükümdar/kral, hukukun çerçevesini çizdiği yasama gücünden başka bir güce sahip değildir. Hukuk ise, bağımsızdır, “genel irade”nin bir ürünüdür, genel iradeyi temsil eder ve yansıtır. O nedenle, insanlar tarafından onaylanmayan, yani “genel irade” tarafından kabul görmeyen her yasa hükümsüzdür ve hatta bu yasa/hukuk dahi değildir. Yasama gücü sadece halka, genel iradeye aittir ve sadece ona ait olabilir.

Rousseau’nun doğal/tabii haklar ve doğal/tabii hukuk anlayışı özellikle siyasal eşitlik üzerinedir. Özgürlük ve otorite, Rousseau’nun sözünü ettiği ve savunduğu “genel irade” dahilinde ve toplum sözleşmesiyle meşru bir zeminde bir araya gelir. Zira Rousseau kendi öğretisinde, insanların doğal/tabii haklarından söz ederken insan hakları, eşitlik, özgürlük ve demokrasi adına önemli vurgulamalar yapar. Ancak onun öğretisindeki doğal/tabii haklar, siyasal bağlamda “temsili demokrasi” ile değil, Antik Yunan’da ve Antik Roma’da örnekleri görülen “doğrudan demokrasi” ile bağdaştırılabilir. Çünkü insanların kendi iradelerini bir temsilci yoluyla egemen gücün önünde ortaya koymaları Rousseau açısından son derece anlamsızdır. Ona göre, gerçek demokrasi ancak doğrudan temsil yoluyla ortaya konulan iradeyle kendini gösterebilir.

Sonuç itibariyle, Aydınlanma Çağı’na ve bu çağın felsefesine dayanan doğal/tabii hukuk düşüncesi, sosyal sözleşme teorilerine, insan aklına, sekülarizme, laikliğe dayanır. Dolayısıyla bu anlayışa göre hukuk, ne doğanın/tabiatın, ne de dinin veya Tanrı’nın ürünü değildir ve doğrudan insan aklının eseridir.

Descartes‘ın felsefesi, insan doğasının anlamındaki bir başka değişikliğe dayanır. Nitekim bu değişiklik, doğal/tabii hukuka ilişkin bireyci ve tamamen rasyonalist yeni bir anlayışa yol açmıştır. Descartes, insanı düşünen bir varlık olarak tasavvur eder. Ona göre insan, bilincinde mevcut olan kendi fikirlerini kullanarak dünyayı matematiksel akıl yürütme çizgisinde inşa edebilir. Dolayısıyla insanın bu konuda yapması gereken tek şey, yapıcı bir şekilde aklını, yani doğuştan gelen fikirlerini geliştirmek ve kullanmaktır. İnsanın bunu yapması için sadece sosyalliğin manevi köküne ihtiyacı vardır. O nedenle, Descartes, bireyci insan doğası anlayışının babası olarak bilinir.

Kant, kendi felsefesinde bireyci doğal/tabii hukuku en yüksek biçimiyle ortaya koyar ve bunu en radikal biçimde bireyin özgürlüğünün çıkış noktası yapar. Ona göre, özgürlük veya özerklik, her insana ait olan yegane haktır, o nedenle, insanın doğuştan gelen eşitliği ve diğer haklarının tamamı, insanlık kavramında yer alır. Kant ayrıca etik ile hukuku da birbirinden ayırır ve insanın iç huzurunun yerine özerk özgürlüğü ikame eder. O nedenle, Kant, “Kişi, kendisine ait hissettiği yasalardan başkasına tabi değildir” der. Ona göre harici özgürlük zorlayıcı yasaları gerektirir ve doğal/tabii hukuk, akılcı ahlak yasasının bir parçası olarak düşünülmediği için ebedi yasayla bağlantılı değildir.

Ne var ki, bu süreçlerden geçen, bir zamanlar oldukça etkili ve gözde olan doğal/tabii hukuk anlayışı, bir süre sonra hukuktaki başkaca teorilerin ortaya çıkmasına ve özellikle pozitivizmin olumsuz etkisine bağlı olarak unutulmuş ve etkisini yitirmiştir.

Ancak uzunca bir süre unutulan, deyim yerinde ise ölmüş olan doğal/tabii hukuk düşüncesi ve doğal/tabii hak kavramı, devleti hukukun tek kaynağı olarak gören, hukukun incelenmesinde metafizik ilkelere dayanan her türlü yaklaşımı ortadan kaldıran, yasa koyucunun keyfi tasarruflarına dahi hukuk sıfatını veren pozitivizme karşı bir tepki olarak 20. Yüzyılın başında yeniden ortaya çıkmıştır. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 97 – 1996) Hirch’e göre, 20. Yüzyılın başında ortaya çıkan ve etkisini sürdüren bu olumlu gelişmeyi, “doğal/tabii hukuk rönesansı” olarak isimlendirmek mümkündür.

Doğal/Tabii Hukuk doktrinin bu rönesansına göre doğal/tabii hukuk, ahlakın yüksek ilkelerini gerçekleştirmek için gerekli ve vazgeçilmez olan bir araçtır. Yazdıkları eserlerle bu rönesans hareketinin en başta gelen sürükleyicileri Alman hukukçu Rudolf StammlerFransız Hukukçular J. Charmont ile François Gény ve Amerikalı siyaset bilimci ve hukukçu John Rawls’dır.

Nitekim “A Theory of Justice/Bir Adalet Teorisi” isimli kitabının önsözünde “Benim amacım, örnekleri Locke, Roussseau ve Kant’da bulunan sosyal sözleşme teorisini genelleştirmek, benzer nitelikteki bu teorilerin yüksek düzeydeki soyutlamasına ulaşan bir adalet kavramı sunmaktır” diye yazan Rawls, bu kitabında, adaletin doğru ilkelerinin, bir “cehalet perdesi” arkasında bulunan insanlar tarafından, geleneksel sözleşme teorilerindeki “tabii hal” benzeri olan “orijinal pozisyonda” seçildiğini, bu pozisyonun adalet ilkelerinin seçilmesinde işlevsel ve tarafsız bir zemin ve yanı sıra “eşit ve özgür bireylerin, adil işbirliği temelinde birleştikleri, bunun koşullarını belirledikleri ve yine bütün bunların kamusal kabul edilebilirliğini aradıkları bir pozisyon” olduğunu, bu pozisyondaki hiç kimsenin toplumdaki yerini, sınıfını, sosyal statüsünü bilmediği gibi, doğal varlıkların, yeteneklerin, zekanın, kuvvetin ve benzeri diğer şeylerin dağıtılmasındaki kendi şansını, dahası bu durumda olan tarafların, kendi iyi/değer kavramları ile özel psikolojik eğilimlerini de bilmediklerini varsayar. (John Rawls, “Bir Adalet Teorisi”, Phoenix Yayınevi – 2022)

Rawls’a göre, seçimin bu şekilde yapılmış olması, doğal bir şans veya beklenmedik durumlar tarafından belirlenen tercih/seçim ilkelerinin, hiç kimsenin lehine ya da aleyhine olmamasını sağlar. Herkes benzer bir şekilde konumlandığında, hiç kimse kendi lehine ya da aleyhine olan ilkeleri biçimlendirme gücüne sahip olamaz ve dolayısıyla adalet ilkeleri bir pazarlığın ve adil bir anlaşmanın sonucunda oluşur.

Yine adı geçen kitabında Rawls, özgürlüklerin, sosyal ve ekonomik malların dağılımını düzenlemek için iki adalet ilkesi türetir. Rawls’un adalet teorisi, hukukun ve hukuk için ileri sürülen ideallerin veya hedeflerin değerlendirilmesi ve eleştirisi ile de ilgilenir, bu bağlamda, hukuk düzeninin gerçekleştirmeye çalıştığı değerlerin tanımlanmasını ve ifade edilmesini de içerir. O nedenle, Rawls’un bu eseri, bir bakıma doğal/tabii hukuk anlayışının geri dönüşün de bir göstergesidir. Böylece hukuk biliminin bu yönü, ayrılmaz bir şekilde etik ve politik felsefe ile iç içe geçmiş ve dolayısıyla adalet teorileri, tüm etik ve politik felsefelerle paralellik içinde olma eğilimi içine girmiştir.

20.Yüzyılda doğal/tabii hukuk ve doğal/tabii haklar doktrininin, aynı zamanda yargılama faaliyeti ve tasarrufu için de nihai normatif standartlar olarak işlev görmekte olduğunun bir diğer somut örneği, Martin Luther King’in “sivil itaatsizlik” politikası yoluyla kanunsuzluğu teşvik etmekle suçlandığı davada, kendisini Aziz Augustinus‘un vecizesi olan “adaletsiz bir yasa hiçbir şekilde yasa değildir” ve “adil olmayan bir yasayı, ebedi ve doğal/tabii hukuka dayanmayan bir insan yasası” şeklindeki sözlerini referans alarak savunmuş olmasıdır.

Yine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu konudaki emsal kararlarındaki referansları da doğal/tabii hukuka dayanmaktadır.