İlknur Özdemir


Pek çok yazar için, büyük bir roman yaratıcılık yaşamının sadece bir bölümünü oluşturur. Bazen ilk romanıyla ünlenir yazar, romanını yüz binler okur, ama arkadan gelen romanları asla ilkinin eriştiği konuma yükselemez, ya o romanın birer tekrarı, benzeri olurlar ya da aynı güçte olmadıkları için sıradanlığın saflarına katılırlar. Bazen de bir yazarın ilk romanı değil, sonrakilerden biri en önemli romanı olur. 

Kimi yazar içinse büyük bir roman, yaşamı boyunca ancak bir tek kez ortaya koyabileceği bir nimettir. Ya yaratıcılığı durgunluk dönemine girer  ya da kendisi dışındaki koşullar nedeniyle bu roman yazarın tek performansı olarak kalır. Elbette herhangi bir romandan değil, tek ama yazarı dünyaya tanıtan, onu edebiyatın unutulmazları arasına sokan,   klasikleşen romanlardan söz ediyorum.  

Bir yazarın tek romanla kalması, yaratıcılığının sınırlı olduğunu, söyleyeceği her şeyi o romanda kullanıp tükettiğini de gösterebilir,  romanın kavuştuğu ünden sonra ikinci bir romanın onun gerisinde kalması olasılığının verdiği korkuyla da açıklanabilir. Ünlenen romanın yarattığı psikolojik baskı anlaşılır bir şeydir, yazar belki başka bir romana da başlamıştır, hatta bitirmiştir, ancak baskı altındaysa bu yazdığının ilkiyle kıyaslanacağı ve sonucun ikincinin aleyhine olabileceği korkusu her şeyin önüne geçebilir, roman tamamlanamaz.

Tek romanla üne kavuşanlardan biri, 1961'de ABD'nin en saygın edebiyat ödüllerinden Pulitzer'i alan, Türkçe'ye Bülbülü Öldürmek adıyla çevrilen To Kill a Mockingbird'ün  (özgün çevirisiyle: Bir alaycı kuşu  öldürmek) yazarı Harper Lee. 1926'da doğan Lee, hukuk eğitimi aldı,  denemeler ve öyküler yazdı. İşinden ayrılarak iki buçuk yılda tamamlayacağı ve çocukluğundan izler taşıyan romanını yazmaya başladı. 1960'ta romanı yayımlandığında sonuçtan pek umutlu değildi, hatta birkaç yıl sonra, şöyle demişti:  'Romanımın böyle bir başarıya kavuşmasını hiç beklemiyordum. Eleştirmenlerin elinde hızlı ve acısız bir ölümü tadacağını düşünüyordum ama aynı zamanda birilerinin ondan hoşlanıp bana cesaret vermesini de umuyordum. Halkın vereceği cesareti. Az bekledim, çok şey elde ettim ve bir bakıma bu da, beklediğim hızlı ve acısız ölüm kadar  ürkütücüydü.'

Amerika'daki ırk ayrımını ve beyaz bir kadına tecavüz etmekle suçlanan bir siyahın yargılanmasını konu alan roman, 1930'larda Amerika'nın güneyinde, önyargı, şiddet ve ikiyüzlülüğe gömülüp vicdanını susturmuş bir kasabayı ve adalet sağlamak isteyen bir beyaz avukatın mücadelesini küçük kızının gözünden anlatır. 40'ı aşkın dile çevrilip milyonlarca okura ulaşan romandaki avukat Atticus Finch en unutulmaz roman kahramanlarının başında gelir.  Sinemaya da uyarlanan romanın filminde Atticus Finch rolünü canlandıran Gregory Peck unutulmaz bir performans sergilemişti.

Harper Lee, Bülbülü Öldürmek'ten sonra başka roman yazmadı.  Hatta 1964'ten sonra 40 yıl kadar saklı ve münzevi bir hayatı tercih etti, röportaj vermedi.

İkinci örnek, Margaret Mitchell ve Rüzgar Gibi Geçti. Edebiyat alanında başarıya kavuşmayı aklından geçirmeyen,  ama kendisinin roman yazacağına inanmayan bir arkadaşına kızıp bu hacimli romanı gizlice yazan Mitchell'in efsaneleşen romanı,  1936'da yayımlandı, ertesi yıl Pulitzer Roman Ödülü'nü aldı, sinemaya uyarlandı, başrollerini Clark Gable ile Scarlett O'Hara rolündeki Vivien Leigh'in paylaştığı en unutulmaz filmlerden biri oldu. Margaret Mitchell belki başka romanlar da yazabilirdi ama 49 yaşındayken, bir arabanın çarpması sonucu erken yaşta hayatını kaybetti.
1861-65 arasında, Güney'deki yedi eyaletin Kuzey'e başkaldırıp bir konfederasyon oluşturmasıyla patlayan Amerikan İç Savaşı sırasında geçen olaylar, zengin bir toprak sahibinin kızı olan şımarık Scarlet O'Hara'nın çevresinde döner. On altı yaşındayken sevmediği bir erkekle evlenen, birkaç ay sonra onun savaşta ölmesiyle, karnında bebeğiyle dul kalan  Scarlet için güç bir yaşam başlar. Kuzeyli güçlerin Güney'deki çiftlikleri yakıp yıkmasından sonra düştüğü yoksullukla baş etmek için mücadele eden Scarlet, yakışıklı Rhett Butler'a aşık olur. Köle sahiplerinin bakış açısından anlatıldığı için özellikle evlerde çalışan köleleri mutlu ve uysal kişiler olarak gösteren, kölelik konusu da dahil çeşitli açılardan eleştirilen, ayrıca 1000 sayfayı aşan hacmiyle gereksiz yere uzatıldığı söylenen roman yine de milyonlarca okura ulaşmayı başarmıştır.

Üçüncü kitap, Türkçe'de Leopar adıyla yayımlanan Il Gattopardo ve yazarı Giuseppe Tomasi di Lampedusa. 1815-1871 arasında,  İtalya yarımadasındaki çeşitli devletleri tek bir İtalyan devleti olarak birleştirmek için yürütülen siyasi ve toplumsal 'Risorgimento' (yeniden doğuş) döneminde geçen ve Sicilya'daki toplumsal değişimleri konu alan Leopar, Mondadori ve Einaudi gibi önde gelen iki yayınevi tarafından geri çevrilmiş, ancak yazarının ölümünden sonra,  1958 yılında yayımlanmış , çağdaş İtalyan edebiyatının en önemli romanlarından biri olmuştur.  1963'te aynı adla çekilen ve Luchino Visconti'nin yönettiği filmde başrolleri Burt Lancaster, Alain Delon ve Claudia Cardinale paylaşmışlardır.
1896-1957 yılları arasında yaşayan Giuseppe Tomasi di Lampedusa Sicilya'daki küçük prenslerin sonuncusuydu;  annesine çok bağlı, sakin bir çocukluk geçiren, kitaplarla ve sanatla yakından ilgilenen, sessiz ve yalnız bir adam olan Tomasi'nin aklında, büyük-büyük babası, Lampedusa Prensi Don Guilio Fabrizio Tomasi'yi konu alan tarihi bir roman yazmak fikri vardı. Lampedusa Sarayının 2. Dünya Savaşında bombalanmasından sonra depresyona giren Tomasi bununla baş etmek üzere romanını yazmaya başladı. Soyluluk armaları olan Gattopardo'yu   (Türkçe'ye leopar diye çevrildiyse de bu sözcüğün asıl anlamı Afrika'da görülen bir tür yaban kedisidir) isim olarak seçti. Romanın başkahramanı 19. yüzyılda Salina Prensi olan Don Fabrizio Corbera'dır. Demokrasi ile devrim arasında sıkışan Prens'in adadaki sınıf sistemi içindeki konumunu, eli para gören köylüler ve niteliksiz üst tabaka yıpratır.  Roman ilerledikçe Prens, geleneklere olan bağlılığıyla ailesinin nüfuzunun azalmasını kabullenmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalacaktır. Romanın büyük bölümü İtalyan Birliği'nin kahramanı olan Giuseppe Garibaldi döneminde geçer, aristokratik Salina Ailesi'ne ve ailesini demir yumrukla yöneten, kadın düşkünü Prens Fabrizio'ya odaklanır. Roman 1958'de yayımlandığında dört bir yandan saldırıya uğrar.  Muhafazakarlar hem soyluların hem de kilisenin çöküşünü anlattığı için eleştirirler. Solcular İtalyan Birliği'nin ve soyluların yok edilmesini eleştirdiği için öfkelidirler. Romanın Sicilya'nın işçi sınıfını Marksist olmayan bir açıdan anlatması ise etkili İtalyan Komünist Partisi'ni kızdırmıştır.  Buna rağmen ya da bu nedenle Leopar çok ses getiren bir roman olmuş, 1959'da İtalya'nın en önemli edebiyat ödülü olan Strega Ödülü'nü almıştır.
Popüler kültürün bu tür başyapıtları unutturmaması dileğiyle...

Bülbülü Öldürmek
Harper Lee
Çeviren: Pınar Öcal
Altın
366 sayfa

Rüzgar Gibi Geçti
Margaret Mitchell
Çeviren: Yeliz Üslü
Artemis
942 sayfa



Akşam