Hukukçu olsak da ülkenin diğer sorunlarına duyarsız kalabilmemiz mümkün değil, sorunların tespiti ile çözüm önerilerini öğrenmeye çalışmamız, bu kapsamda son zamanlarda döviz kurlarında serbest yükselişle gündeme gelen iktisadi sorunu görmezden gelmeyip, konuyla ilgili okumalar yapıp çözüm önerilerini öğrenmeye çalışmamız son derece doğaldır ve olması gerekendir. Elbette iktisat bilimi ile ilgilenenleri, ekonomi uzmanları, yani ekonomistleri takip edip dinlemek, bilimsel tespitlere, sorunun doğuşu ve çözüm önerileri ile ilgili teknik analizlere önem vermek ve buradan çıkarılacak sonuçlara göre ülkenin iktisadi sorunlarına çözüm arayıp bulmak gerekir. Bir ülkenin en önemli üç meselesi; güvenlik, iktisadi düzen ve adaletten oluşur, bunlarda bulunan yapısal sorunlar çözülmedikçe ve ötelendikçe, diğer kamu hizmetlerinin gereği gibi yürümesi, toplumsal refaha ve huzura ulaşılabilmesi güçleşir.

2007 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkan gayrimenkul ve “mortgage” krizi sonrasında, 15 Eylül 2008 tarihinde ABD’nin 4. büyük yatırım bankası olan 150 yıllık Lehman Brothers iflasını açıkladı. Çünkü ABD’de gayrimenkul piyasası fiyatları aşırı yükseldi ve 2007 yılı itibariyle mortgage kredileri tüketiciler tarafından geri ödenemedi. Lehman Brothers’ın iflasından sonra ABD’nin kamu otoritesi piyasalara para aktarma ve ucuz dolar vasıtasıyla krizden çıkmanın mümkün olabileceğine karar verdi. Bu andan itibaren piyasaya aktarılan dolar, ister istemez tüm ülkelerin ucuz dolar bularak kredi elde etmesini ve borçlanmasını mümkün kıldı. Bu süreç 15 Eylül 2008 ile 22 Mayıs 2013 tarihleri arasında devam etti. 22 Mayıs 2013 tarihi itibariyle ABD kamu otoritesinin piyasalarda bulunan doları çekeceğini açıklaması ve bu amaçla FED’in faiz artırımına başlamasıyla, piyasalarda kolay ve ucuz bulunan dolar tükenmeye başladı, bu da ister istemez dolara olan ihtiyaçta arz ve talep dengesini bozdu, çünkü ABD’nin geri çağırdığı dolarla birlikte artan değeri, bu paranın bulunmasındaki zorluk ve değerlenen dolar nedeniyle borçlu olan kamu ve özel sektörlerin borç yükünün artmasına ve beraberinde de ekonominin sürdürülebilirliği açısından kaynak bulma sorununu gündeme getirdi ki, artık bulunacak kaynağın da maliyeti pahalı olacaktı.

Tüm bunlar, esas itibariyle ekonomi uzmanları tarafından gündeme getirildi. Örneğin; ekonomi uzmanı Ercan Uysal 13 Temmuz 2017 tarihinde kaleme aldığı “Sular Çekilirken” başlıklı makalesinde, tüm bu süreci ve yaşananlar ile baş gösterme ihtimali bulunan iktisadi tehlikeye işaret etti. Nitekim ekonomist Meliha Okur da 21 Ağustos 2018 tarihli “Sıcak Para Üretime Yönlendirilmedi” röportajında, tüm bu sürecin özetini yapıp kendince çözüm önerilerini ortaya koydu.

ABD ile ilişkilerimiz 1 Temmuz 2013 tarihinden sonra, yani İran İslam Cumhuriyeti ile yaptığımız ticarete müdahale etmesi anından itibaren hiç düzelmedi. Esasında ABD ile ilişkilerin Cumhuriyet tarihinde iyi gittiği ve sözde stratejik ortağımız olan ABD’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin menfaatlerini koruyup kolladığı söylenemez. Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti; ABD’yi iç işlerine ve egemenlik haklarına müdahale etmekle itham etti ki, bunda haklılık payı çok yüksekti. Hukuk, adalet ve demokrasi kavramlarında Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekleştirdiği zorlu yürüyüş ve aksaklıkları, sivil demokratik yaşamın kesintiye uğramasına yol açtı, yani bu konuda suçluyu ABD olarak gösterip “dış mihrak” veya “emperyalistler” kavramlarından hareketle üzerimize düşen sorumluluktan kurtulup suçu başkasına atmaya çalışmak da kolaycılıktır. Netice itibariyle; her memleket bağımsızlığını, egemenliğini, demokrasisini ve adaletini kendisi kurup, koruyup, kollayacaktır. Uluslararası ilişkilerde memleketlerin birbirlerinin egemenlik haklarına saygı gösterme zorunluluğu vardır; ancak bu tespitin teoride kaldığı maalesef pratik gerçekliğinin zayıf olduğu bilinmektedir.

ABD ile aramızda bulunan sorunların neler olduğunu saymaya gerek yok, çünkü bu sorunlar aşağı yukarı kamuoyu tarafından da bilinip yakından takip edilmektedir ki, bunların çoğu ulusal güvenliğimiz ve temel milli yararlarımızı ilgilendirmektedir. Son günlerde; “Brunson” meselesi ile ilgili ortaya çıkan sancılı süreç, bundan sonra ABD ile aramızda her türlü seçeneğin masada olduğunu göstermektedir.

Esasen Lehman Brothers’ın iflası sonrasında ortaya çıkan para bolluğundan Türkiye Cumhuriyeti’nin de istifade ettiği, bilhassa özel sektörün döviz üzerinden aşırı borçlandığı ve kamunun da buna kısmen katıldığı, fakat bu kaynakların önemli bir kısmının doğru kullanılması konusunda sorunlar yaşandığı, işe ve üretime dönük olmayan harcamaların geri ödeme vakti geldiğinde ise, son zamanlarda etkisi hissedilen para kaynağının bulunma zorluğu sebebiyle döviz kurlarının yukarı hareketlendiği ve Türk lirasının zayıfladığı görülmektedir. Bunda elbette ABD ile yaşanan sorunların katkısı oldu, fakat bu sorunlar her zaman olduğu için, ekonomistlerin zamanında yaptıkları uyarılara göre, hem özel sektörde ve hem de kamu sektöründe tedbirlerin alınması gerektiği tartışmasızdı. Son yıllarda sürekli seçim atmosferinde yaşayan Türkiye Cumhuriyeti’nin; 2013 yılı sonrasında daralan para kaynaklarını ve FED’in faiz artırımı nedeniyle ortaya çıkan özellikle dolar ve euro kurlarında gerçekleşen artış karşısında, iktisadi zorluklarla karşı karşıya kalabileceği ileri sürülmüştü.

Şimdilerde, elbirliği ile döviz kurlarında gerçekleşen ani ve çarpıcı artışları durdurup stabil hale getirmekle ve karşısında da faiz sarmalına girmeden sorunu çözmekle meşgulüz. İktisadi alanda meydana gelen bozulmanın çözülmesi gerektiği, bu konuda fikri ve zikri birliğin sağlanmasının lüzumu tartışılmaz. Döviz kurlarında istikrar sağlanması gerektiği, bu alanda aşırı kazançların ve kayıpların rahatsız edici olduğu, iktisadi programın ortaya koyulup güven ortamına geçilmesinin gerekliliği ortadadır. Konuyu yalnızca “ABD’nin veya emperyalizmin operasyonu” diyerek geçiştirmek doğru olmayacağı gibi, kolaycı bir yaklaşım olacaktır. Yayılmacı ve sömürge anlayışını taşıyan memleketlerin başka memleketler üzerinde birçok planı olduğu ve kendi çıkarlarını korumaya yönelik saiklerle hareket edip icraatlarda bulunduğu şüphesizdir. Ancak bu tür planlar ve operasyonlar var diyerek, elimizi bağlayıp oturamayız. Bu döviz kurları ile şirket bilançoları parlak olmaz, döviz borçlusu şirketler için özellikle kısa vadeli borçlar sorun olabilir ki, bunun etkisi ile geri ödenmeyen kredilerden dolayı bankaların zarar kalemlerinde artış olabilir.

Kamu otoritesinin; Türk ekonomisinin yapısal sorunlarını çözme konusunda bir plan hazırlayıp, sabırla ve disiplinle bu planı icraya koyma zorunluluğu bir gerçektir. ABD ile ilişkilerimizin iyi gitmediği bir dönemde, bilhassa özel sektör tarihin en büyük borç yüküyle karşı karşıya kaldı ve bu durum Türk ekonomisinin kırılganlığını artırdı. Daha vahimi; bu borç yükü aşırı değerlenen dolar ve euro cinsinden olduğu için, aşırı değerlenen döviz karşısında zayıflayan Türk lirası sebebiyle borç yükünün daha da artma ihtimalini kuvvetlendirdi.

Görünen o ki kamu otoritesi; ciddi tasarrufa girmeli, örnek olmalı, israftan uzaklaşmalı ve bu tasarrufları gerçekten yapmalı, gerek tasarruflar ve gerekse de yapısal sorunların çözümüne ilişkin somut öneriler konusunda halkı ikna edip toplumsal inancı sağlamalıdır. Bu ülke hepimizin. Aktif bir şekilde devam eden hayatta; ekonomi uzmanlarının sadece sorunlarla ilgili gerçekleri değil, çözüm önerilerini de anlatıp yol göstermeleri şarttır. Güneş balçıkla sıvanmaz. Bilime ve maddi hakikate direnilemez. Bazen öngörüp önlem alınır ve bazen de tecrübe edilir. Ülke ekonomisinin panik havasını üzerinden atması ve üretim ekonomisine geçilmesi birdenbire olmaz. Önce döviz hareketliliğinin son bulması ve iç piyasada güven ortamının sağlanması gerekir. İçeride güven ortamı tesis edilemez, hala borcunu ödemek için değil de güvenli bulduğu için döviz alınıp saklanmaya devam edilirse, Türk lirasına güven zayıflar ve Türk lirasının aşırı değer kaybetme riski bertaraf edilemez.

“Mülkiyet Hakkı” başlıklı yazımızda olağan hukuk düzenininde kişinin para ve malvarlığı ile mevduat hesaplarına elkoyulma riskinin olmadığını ve bunun hukuki açıdan kabul görmeyeceğini anlattık. Gelecek kaygısına düşmeden ve panik havasını ortadan kaldırmak için, ekonomistlerin ortaya koyduğu önerilerin ne kadar doğru olup olmadığını ve kamu otoritesi tarafından dikkate alınıp alınmayacağını zaman gösterecek. Kimisi şok faizle döviz kurlarının artışının önlenip Türk lirasına dönüşün sağlanması gerektiğini ileri sürerken, kimisi de faiz sarmalına girmenin ve enflasyonu artırmanın iktisadi düzeni daha da bozacağını savunmaktadır. Bir gerçek var ki, Türkiye Cumhuriyeti kaynak bulmak ve bu kaynakları doğru yerlere kullanmak zorundadır. Bir diğer gerçek veya doğru ise, iç piyasada dövize yönelik beklentiyi azaltmak ve Türk lirasına olan güvensizliği ortadan kaldırmaktır.

Amerika Birleşik Devletleri’nin İran politikasının lehimize olmadığı ve Avrupa Birliği’nin de ABD politikasını tasvip etmediği tartışmasızdır. ABD’nin, her ne kadar dile getirmese de İran İslam Cumhuriyeti rejimini yıkmayı hedeflediği, hatta İran’ın parçalanmasına yol açabilecek politika geliştirdiği görülmektedir. Fakat bunun körfezin kuvvetli ülkesi İran’da sonuca ulaşabilme ihtimali bulunmamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin, İran ile yapılan Nükleer Silah Sözleşmesi’nin devamını isteyen Avrupa Birliği’nin yanında yer alması ve ortak dil kullanması konusu gözardı edilmemelidir. Bir seçim yapmak zorunda kalırsak; bir bölgesel güç olarak İran konusunda AB ile benzer dili kullanan Rusya Federasyonu’nu da dikkate alarak, AB ile ortak hareket edilmesi isabetlidir. Çünkü ABD’nin istikrarsızlığı devam eden Irak, Suriye, Afganistan’ın yanı sıra, Libya’dan ve istikrarsızlığın aday ülkesi olarak gördüğü İran’dan veya milyonlarca sığınmacı barındıran Türkiye Cumhuriyeti üzerinden gelebilecek göç dalgasının kendisi için tehlike oluşturmadığı, ancak Avrupa Birliği’nin bu riski ciddi şekilde hissettiği bilinmektedir. 850 milyar dolar gayrisafi milli hasılası olan Türkiye Cumhuriyeti, başka ülkelere benzemez ve benzetilemez. Türkiye Cumhuriyeti bakımından iç kargaşa paranoyası ve senaryosunun gerçekleşme ihtimali bulunmamaktadır.

Tüm bu kapsamda; Türkiye Cumhuriyeti’nin İran konusunda Avrupa Birliği uyumlu politika izlemesi gerektiği, hem güven ve hem de ortak fazlalığı açısından yerindedir. Fransız Total firmasının çekildiği İran pazarına Çin’in gelmesi ve İran konusunda ABD’ye karşı taraf olması, bu konuda Çin ile ABD’nin karşı karşıya geleceğini göstermektedir. Ancak bizim tarafımız; İran konusunda Çin Halk Cumhuriyeti değil, AB olmalıdır. Çünkü AB, İran ile imzalanan Nükleer Silah Andlaşması’nın bozulmasını istememekte ve bu ülke ile olan münasebetlerini sürdürmeyi hedeflemektedir.

Emperyalistlerin Türkiye Cumhuriyeti’ni bölme amaçları vardır, ancak bunun iki nedenle gerçekleşme ihtimali bulunmamaktadır. Birincisi, Türk Milleti’nin tarihi geçmişi ve diğeri de sahip olduğu Devlet geleneğidir. Ayrıca Avrupa Birliği; güvenlik açısından istikrarsızlaşmış ve güvenlik açısından kalıcı sorunlarla karşı karşıya kalmış Türkiye Cumhuriyeti’ni istemez, çünkü bunun kendi güvenliklerini tehdit edip, Avrupa’ya göçü hızlandıracağının farkındadır.

Bugünden yarına, Türkiye Cumhuriyeti veya gelişmekte olan herhangi bir ülke katma değer üreten bir sanayiye hemen sahip olamaz. Bunun için öncelik bilime dayalı bir eğitim ve öğrenim, istikrarlı hukuk düzeni, demokrasisi sadece sandıktan ibaret olmayan kurumları ile demokratik çoğulcu bir yönetim anlayışı, hesap verebilen bir idari yapılanma, bağımsız bir Merkez Bankası ve kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsemiş özümsemiş bir yönetim anlayışı olmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kısa vadede dövizi kontrol altına alması gerektiği, bunun için de faiz artışının gerekli olduğu söylenmektedir. Bunun doğruluğu ekonomistlerin somut tespitleri ve kamu otoritesinin tercihleriyle anlaşılacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, ümit ederiz ki IMF’ye tekrar gitmek zorunda kalmaz. Ancak ülke ekonomisinin dış kaynağa ve yatırıma ihtiyacının olduğu da bir gerçektir. Bu gerçeklik yanında, sürekli değer ve güven kaybeden Türk lirasından özellikle iç piyasanın kaçışının önlenip piyasanın kabul edeceği oranda ve piyasa koşullarıyla TL’ye dönüşün sağlanması gerektiği de bilinmelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin iktisadi krizden çıkışının en önemli işbirliği, Avrupa Birliği’yle yakınlaşarak sağlanabilir. Örneğin, Fransa’da ilk 6 ayda araç satışlarında geçtiğimiz yılın aynı dönemine göre gerçekleşen yüzde 26’lık artışın içinde Türkiye Cumhuriyeti’nden ithal edilen Otokar, Karsan ve Temsa markalı otobüslerin olduğu gözardı edilmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği ülkeleriyle kalıcı düşmanlığı bulunmadığı gibi, sorunsuz bir dostluğu ve işbirliği de yoktur. Ancak, en çok ithalat ve ihracat yaptığımız Avrupa Birliği ülkeleriyle başta ticari ve diğer ilişkilerimizin sürdürülmesi gerektiği bir gerçektir. Demokrasi ve hukuk yolunda güven veren bir Türkiye Cumhuriyeti’ne, para kaynaklarını elinden tutan Avrupa ülkelerinden milyonlarca turistin gelmesinin önünde hiçbir engel bulunmamaktadır.

Yeri gelmişken, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk ve yargı alanında imajını en iyi şekilde tutması, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusunda sadece Anayasa ve kanunlarda değil pratikte de gerekli adımları atması gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’ne yapılacak baskının, Türk yargısının bağışlayıcılığını arttırdığına veya artıracağına dair bir algı çok yanlıştır ve adalet açısından zedeleyicidir. Hukuk düzeni, bağımsız ve tarafsız yargı, maddi hakikate ve adalete ulaşma hedefi çok önemlidir, bu nedenledir ki, adalet mülkün temeli sayılmıştır.

Türk vatandaşlarının Türk lirasına güveni sağlanmalı ve bu sayede yabancı da Türk lirasına güven konusunda teşvik edilmelidir. Bu noktada, başta Almanya olmak üzere Avrupa Birliği ülkeleri ile kurulacak samimi ilişkilerin yüksek fayda sağlayacağı bilinmelidir. Unutulmamalıdır ki, sadece Almanya’da 3,5 milyon Türk çalışıp üretmektedir. Gurbetçilerimiz Almanya’ya güvenmişler ki, bu ülkede hayatlarını sürdürmektedirler. Aynı şekilde; Hollanda, Belçika ve Fransa’da da birçok Türk yaşamakta, çalışmakta, üretmekte ve gayrimenkul sahibi olup, tasarruflarını da bu ülkelerin bankalarında değerlendirmektedirler. Devletimiz, bu ülkelerde yaşayan ve tasarruf sahibi gurbetçilerimizin her birisinden en az biner euro ülke ekonomisine katkı sağlayacak şekilde borsa üzerinden yatırım yapılmasının yolunu açmalı ve bu tür yatırımları güvenli hale getirip teşvik etmelidir. Bu yöntemin ülkeye ciddi bir dış kaynak sağlayacağı kuşkusuzdur.

Ümit ederiz ki, kur artışı enflasyon üzerinde olumsuz çok büyük etki yapmaz. Bu kapsamda işsizliğin önlenmesi ve iş güvenliğinin korunması gerektiği tartışmasızıdır. Şu an Türkiye Cumhuriyeti’nin iktisadi alanda çözmesi gereken en önemli sorun dövizin stabil hale getirilmesi ve Türk lirasına olan güvenin tesis edilmesidir. 2001 yılında beyana dayalı gelir vergisinin, toplanan tüm vergilere oranı yüzde 31 olduğu halde, şu an bu oranın yüzde 20’ye indiği söylenmektedir[1]. Devlet, bu oranın yükseltilmesi konusunda çaba sarf etmelidir. Vergi reformu, üretim, eğitim ve öğretim tüm bunlar orta ve uzun vadeli programlar olup, bugünden yarına olmaz. Kısa vadede işsizliği ve yüksek enflasyonu önlemek için dolara dur diyebilecek tedbirler alınmalı ve ülkenin finans sistemi korunmalıdır.

Kamu harcamalarını ve bütçeyi kim finanse etmektedir? Toplam vergi gelirlerinin büyük kısmını dolaylı vergiler oluşturmaktadır. Ücretlilerinden de gelir vergisi alındığına göre; doğrudan vergilerin diğer kalemleri harekete geçirilmeli, vergi tahsilatı artırılmalı, adil vergi düzeni, yani az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınması, bu kapsamda da harcamaları ödenecek vergiden mahsup edebilme sistemi kurulmalıdır ki, esasında eşit ve adaletli vergi sistemi meselesi uzun yıllardır ülke gündemindedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ciddi bir demokrasi geçmişi olduğu bir gerçektir. Ülkemizde hemen herkesin taşınmazı ve malvarlığı var, ülkenin yurtseveri çok. Bu fakirleştirme politikasına müsaade etmemeliyiz. Şu an kur karşılığı 10 milyar dolar olan 56 milyar Türk lirası muaccel olup, toplanamayan verginin tahsil edilmesi de ülke ekonomisi açısından verimli bir kaynak olacaktır[2].

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.

----------------------------

[1] Özlem Albayrak ile yapılan röportaj, Erişim Adresi: https://www.gazeteduvar.com.tr/ekonomi/2018/08/21/kriz-soylesileri-2-turkiye-capinda-kongre-toplayip-alternatif-program-olusturulmali/.

[2] Ali Rıza Güngen ile yapılan röportaj, Erişim Adresi: https://www.gazeteduvar.com.tr/ekonomi/2018/08/21/kriz-soylesileri-2-turkiye-capinda-kongre-toplayip-alternatif-program-olusturulmali/.