TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

HASKÖY AYA PARASKEVİ RUM ORTODOKS KİLİSESİ VAKFI BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2016/2250)

 

Karar Tarihi: 2/11/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 17/1/2023 - 32076

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

Başkan

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

Kenan YAŞAR

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Hasköy Aya Paraskevi Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

Vekili

:

Av. Hülya BENLİSOY

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, cemaat vakfının taşınmazın iadesi talebinin reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 1/2/2016 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.

7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

9. Başvurucu 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 3. maddesinde tanımı yapılan cemaat vakfı niteliğindedir.

A. Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Edinme Yetkileriyle İlgili Tarihsel Süreç

10. Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı (B. No: 2015/17575, 1/2/2017, §§ 34-43) kararında, cemaat vakıflarının taşınmazları ve taşınmaz edinme yetkileriyle ilgili tarihsel süreç açıklanmıştır.

11. Osmanlı Dönemi'nde ilk defa 16 Şubat 1328 (1912) tarihli "Eşhası Hükmiyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Mahsus Kanun-u Muvakkat" ile tüzel kişilere taşınmaz mal edinebilme olanağı tanınmıştır. Bu nedenle gayrimüslim cemaat vakıflarının tasarruflarında olan taşınmazlar söz konusu düzenlemenin yürürlüğe girdiği 1912 yılına kadar üçüncü kişiler adına tescil edilmiş olup bu işleme de nam-ı müstear veya nam-ı mevhum denilmiştir. Anılan Kanun'la tüzel kişilere bu tarihten sonra taşınmazlarda temellük ve tasarruf imkânı sağlanmış, ayrıca tüzel kişilerin bu tarihte fiilen tasarrufları altında olup başkaları adına tapuya tescil ettirdikleri mallarının da Kanun'da öngörülen koşullar dâhilinde kendi adlarına tescil edilmesine olanak sağlanmıştır.

12. Cumhuriyet Dönemi öncesinde geniş bir uygulamaya sahip olan vakıf müessesesi, 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Kanunu Medenisi'nin kabulünden sonra da varlığını sürdürmüştür. 29/5/1926 tarihli ve 864 sayılı mülga Kanunu Medeninin Sureti Mer’iyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun'un 8. maddesinde 743 sayılı mülga Kanun'un yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflar için ayrı bir tatbikat kanunu çıkarılması gerektiği, yeni kurulan vakıfların ise 743 sayılı Kanun'a tabi olacağı belirtilmiştir (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, B. No: 2014/4715, 15/6/2016, § 80).

13. Bu doğrultuda 5/6/1935 tarihinde kabul edilen 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesinde gayrimüslim cemaatlerce idare edilen vakıflar, mütevellileri veya seçilmiş heyetleri tarafından idare olunmak üzere mülhak vakıflar arasında sayılmış; bu Kanun'un 44. maddesinde de vakıfların tasarruflarında bulunan taşınmazların vakıf kütüğüne ve tapu siciline tescil edilmesi öngörülmüştür. Ayrıca aynı Kanun’un geçici 1. maddesinde de gayrimüslim cemaat vakıflarını idare eden kişilerce bu vakıflara ait bütün malların, gelirlerin ve bunları sarf ettikleri yerlerin birer beyanname ile Vakıflar idaresine bildirilmesi gereği düzenlenmiştir. Uygulamada "1936 Beyannamesi" olarak adlandırılan bu bildirimler, Yargıtay tarafından vakıf senedi olarak kabul edilmiştir.

14. Osmanlı Dönemi'nde 1912 yılına kadar tüzel kişilerin taşınmazlarını kendi adlarına tapuya tescil ettirememeleri sebebiyle çoğunlukla bir nam-ı müstear ya da nam-ı mevhum adına kaydedilen taşınmazlar bakımından Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 2/12/1942 tarihli ve 3/25 sayılı içtihadı birleştirme kararı ile 2762 sayılı mülga Kanun'un 44. maddesine göre bu tür taşınmazların vakıf adına idari yoldan tapuya tescil edilebilmesi için kayıt sahibinin muvafakatine ihtiyaç olduğu belirtilmiştir.

15. Buna karşılık Türkiye Büyük Millet Meclisinin (TBMM) 2762 sayılı mülga Kanun’un 44. maddesine ilişkin 2/7/1956 tarihli ve 1972 sayılı tefsir kararında nam-ı müstear veya nam-ı mevhum adına kaydedilen taşınmazların kayıt malikinin rızası aranmaksızın cemaat vakıfları adına tapuya tescil edilebileceği belirtilmiştir. Bu kararın ilgili kısmı şöyledir:

"... Şu halde yukarda izah edildiği veçhile kanun vazu gerek 16 Şubat 1328 tarihli kanun ve gerekse 2762 sayılı kanunun 44 üncü maddesinde koyduğu hükümlerle ondan evvel hükmi şahısların gayrimenkule tasarruf hakkının memnu olmasından doğan ıztırar ile tapuda cemaatlerle münasebeti olan mevcut veya mevhun hakikî şahıslar üzerinde kaydedilmiş ve fakat fiilî tasarruf ve intifaı cemaat vakıflarına ait olduğu 44 üncü maddede yazılı karinelerle bir hakikat olarak kabul edilmiş bulunan gayrimenkullerin cemaat hükmi şahısları namına kayıtlarının tashihi için tapuca bu mallar kendi uhdelerinde mukayyet görünen şahısların rıza ve muvafakatlerine ihtiyaç olmadan tescili kanun vazıının matlûp ve maksudu olduğuna şüphe edilemez..."

16. Ancak Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 8/5/1974 tarihli ve E.1971/2-820, K.1974/505 sayılı kararıyla cemaat vakıflarının 1936 yılında verdikleri beyannamelerin vakıfname olarak kabulünün zorunlu olduğu, vakıfnamelerinde mal ya da bağış kabul edebilecekleri yönünde açıklık bulunmayan vakıfların ise gerek doğrudan gerekse vasiyet yoluyla taşınmaz mal iktisap edemeyecekleri belirtilmiştir. Benzer yaklaşım, Danıştay tarafından da benimsenmiştir (Danıştay Onuncu Dairesinin 26/5/1982 tarihli ve E.1982/3285, K.1982/1413 sayılı; 26/3/1992 tarihli ve E.1991/1596, K.1992/1144 sayılı kararları).

17. 3/8/2002 tarihli ve 4771 sayılı Kanun’un 4. maddesiyle 2762 sayılı mülga Kanun’un 1. maddesine eklenen fıkralarla yapılan değişiklikle, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın cemaat vakıflarının Bakanlar Kurulunun izniyle dinî, hayri, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilmelerine ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilmelerine olanak sağlanmıştır. Bu kanun değişikliğinin iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvuru da Anayasa Mahkemesinin 27/12/2002 tarihli ve E.2002/146, K.2002/201 sayılı kararıyla reddedilmiştir. Anılan karardan sonra da 2/1/2003 tarihli ve 4778 sayılı Kanun’la yapılan düzenlemeyle Bakanlar Kurulu yerine Vakıflar Genel Müdürlüğünün izninin yeterli olacağı hükmü getirilmiştir.

18. 5737 sayılı Kanun'un 80. maddesi ile 2762 sayılı mülga Kanun yürürlükten kaldırılmıştır. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinde cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı mülga Kanun gereğince tüzel kişilik kazanmış ve mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıflar olarak tanımlanmıştır. Bu Kanun'un 12. maddesiyle de önceki yasal düzenlemelerden farklı olarak cemaat vakıflarına herhangi bir makamdan izin almaksızın ve vakıf amacıyla öngörülen hizmetleri gerçekleştirme koşulu aranmaksızın mal edinebilme olanağı tanınmıştır. Anılan maddenin iptali için yapılan başvuru ise Anayasa Mahkemesinin 17/6/2010 tarihli ve E.2008/22, K.2010/82 sayılı kararıyla reddedilmiştir.

19. Bunun yanı sıra 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi ile 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup hâlen bu vakıfların tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar ile 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği ya da bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on sekiz ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmesi hükme bağlanmıştır.

20. 5737 sayılı Kanun'a 22/8/2011 tarihli ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesiyle eklenen geçici 11. maddenin birinci fıkrası ile cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazları, 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları ve 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ile çeşmelerinin tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on iki ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmesine olanak tanınmıştır. Ayrıca maddenin ikinci fıkrasında da cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği ya da bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ödeneceği düzenlenmiştir.

B. Başvurucuya İlişkin Süreç

21. Vakıflar Genel Müdürlüğü 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin uygulanmasına ilişkin olarak 13/5/2008 tarihli ve 2008/6 sayılı Genelge'yi (Genelge) yayımlamıştır. Anılan Genelge'nin ilgili kısmı şöyledir:

"A - Cemaat vakıflarınca bu maddenin [geçici 7. maddenin] (a) bendi gereğince tescili talep edilen taşınmazlarla ilgili ekteki başvuru formuna ilaveten aşağıdaki belgelerin eklenmesi gerekmektedir:

1) 1936 Beyannamesinde yer alan taşınmaz bilgileri ile mevcut yapı bilgilerini içeren, talebe ilişkin gerekçeli yönetim kurulu kararı.

2) 1936 Beyannamesi.

3) Taşınmazın halen vakıf tasarrufunda bulunduğunu gösterir 27.8.2002 tarihinden önceki tarihi taşıyan belge (kira kontratı, emlak vergisi beyannamesi, elektrik-su-doğalgaz faturası veya eşdeğer bir belge).

4) Taşınmazın herhangi bir davaya konu olup olmadığı, kesinleşmiş Mahkeme kararı. Devam eden dava var ise dava dilekçesi.

..."

22. Başvurucu 5737 sayılı Kanun'un yürürlüğe girmesinden sonra Vakıflar Genel Müdürlüğüne müracaat ederek -diğer 16 taşınmazla birlikte- İstanbul ili Beyoğlu ilçesinde kâin 1734 ada 11 parsel numaralı ve hâlihazırda tapuda Dimistokli, Yani, Sare, Despina ve Aleksandar adına tescilli olan taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un 7. maddesi uyarınca iadesini talep etmiştir. Başvuru dilekçesine; Vakıflar Genel Müdürlüğünün 10/5/1966 tarihli yazısını, taşınmaza ilişkin kadastro tespit tutanağını, 1936 Beyannamesini, 1912 Beyannamesini, taşınmazın üzerindeki dört dükkânın Haliç Projesi kapsamında yıkılmasına ilişkin kararı ve yazışmaları, taşınmazla ilgili emlak vergisi beyannamesi örneklerini, taşınmaz üzerindeki dükkânlarla ilgili kira kontratlarını, kira tespit kararı ile meni müdahale kararını eklemiştir.

23. Vakıflar Genel Müdürlüğünün başvurucu Vakfın Yönetim Kuruluna hitaben yazdığı 10/5/1966 tarihli yazıda, Vakfın kullanımında bulunan taşımazlar sayılarak bunların gelir ve giderlerinin ilgili defterlere usulüne uygun olarak işlenmesi talimatı verilmiştir. İhtilaf konusu taşınmaz da söz konusu yazıda Vakfın kullanımında olan taşınmazlar arasında sayılmıştır. İstanbul Belediyesi tarafından düzenlenmiş 1933, 1934, 1935, 1942, 1955 ve 1956 tarihli tahsilat makbuzlarından Pirimehmet Paşa Mahallesi Hasköy İskelesi Sokak'ta bulun çeşitli taşınmazlar için vergi ödendiği anlaşılmıştır. Yine Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenmiş 1930, 1943, 1944 ve 1945 tarihli tahsildar makbuzlarından aynı yerdeki çeşitli taşınmazlar için vergi ödemesi yapıldığı görülmüştür. Aynı şekilde, sunulan belgeler arasında 1956 ve 1959 tarihli iki vergi ödemesi de bulunmaktadır. Kira sözleşmelerinden ve kira tespitine ilişkin mahkeme kararlarından Pirimehmet Paşa Mahallesi İskelesi Sokak'taki bazı taşınmazların 1969 ve 1970 yıllarında başvurucu tarafından kiraya verildiği gözlemlenmiştir. 1950 tarihli Kadastro Tespit Tutanağı'nda ihtilaf konusu taşınmazın Dimistokli, Yani, Sare, Despina ve Aleksandar adına tespit edildiği ve akabinde de anılan kişiler adına tescil edildiği anlaşılmıştır.

24. Vakıflar Genel Müdürlüğü tescile dayanak teşkil edebilecek belgelerin iki ay içinde tamamlanmasını, aksi takdirde talepten vazgeçilmiş sayılacağını 28/12/2009 tarihli yazıyla başvurucuya ihtar etmiştir. Söz konusu süre daha sonra 20/4/2010 tarihli yazıyla 16/7/2010 tarihine kadar uzatılmıştır. Vakıflar Genel Müdürlüğü 11/1/2011 tarihli işlemle de taşınmazın Vakıf adına tesciline dayanak teşkil edecek nitelikte belgelerin ibraz edilmediği gerekçesiyle talebi reddetmiştir.

25. Başvurucu bu işleme karşı İstanbul 10. İdare Mahkemesinde (Mahkeme) iptal davası açmıştır. Dava dilekçesinde özetle şunları ifade etmiştir:

i. Vakıflar Genel Müdürlüğü 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin uygulanması hakkında 2008/6 sayılı Genelge doğrultusunda değerlendirme yapmıştır. Söz konusu Genelge 5737 sayılı Kanun'a aykırı ve Kanun'un kapsamını daraltıcı bir düzenlemedir. 5737 sayılı Kanun'un amacı cemaat vakıflarına ait olup tapuda başkaları adına kayıtlı görünen taşınmazların iadesini sağlamaktır. Oysa Genelge'de istenen belgeler bu hakkın kullanımını imkânsız kılmaktadır.

ii. İadesi istenen taşınmazların bazılarının iktisabı yıllar öncesine dayanmakta olup bu belgeleri temin etmek mümkün değildir. Cemaat vakıfları 1936 tarihinden sonra Vakıflar Genel Müdürlüğünün denetimine girdiğinden Genelge'de istenen belgelerin çoğu, anılan Müdürlüğün arşivlerinde bulunmaktadır. İdarenin kendi arşivlerini incelemesi hakkaniyet gereğidir.

iii. Başvuru sırasında idareye sunulan belgelerin mülkiyetin Vakfa ait olduğunu ispatlamaya yettiği hâlde Vakıflar Genel Müdürlüğü bunları incelemeden karar vermiştir. Söz konusu belgelerden anlaşılacağı üzere dava konusu taşınmaz uzun yıllardan beri Vakfın tasarrufunda kalmış ve Vakıf tarafından kiraya verilmiştir. 1912 Beyannamesi'nde yer alan dört dükkân, iadesi istenen taşınmazın üstünde bulunmaktadır. 1936 Beyannamesi'nde söz konusu taşınmaz on iki dükkân şeklinde beyan edilmiştir. Sunulan kadastro tespit tutanaklarından taşınmazın Aya Parskevi Kilisesine ait olduğunun Vakıf yetkilileri tarafından beyan edildiği anlaşılmıştır. Vakıflar Genel Müdürlüğünün 10/5/1996 tarihli yazısında taşınmazın Vakfa ait olduğu kabul edilmiş ancak muvazaalı olarak nam-ı müstear (Dimistokli, Yani, Sare, Despina, Aleksandar) adına kayıtlı olduğu ifade edilmiştir. Taşınmaz üzerindeki dükkânların Haliç Projesi kapsamında yıkılmasına ilişkin yazışmalarda taşınmazın Vakfa ait olduğu belirtilmiştir. Tüm bu belgeler taşınmazın kendilerine ait olduğunu göstermektedir.

26. Davalı Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından sunulan savunma dilekçesinde özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. Başvurucu Vakıf 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında on yedi taşınmazın iadesi için başvurmuştur. Bunlardan 3'ünün kapsamda olmaması, 14'ünün ise Vakıf adına tescil edilmesine dayanak bilgi ve belgelerin sunulmaması nedeniyle başvurucunun talebi reddedilmiştir.

ii. Başvurucunun tek taraflı beyanına istinaden taşınmazların başvurucu adına tescil edilmesi mümkün değildir. Başvurucunun iddiasını ispatlayacak bilgi ve belgeleri sunma yükümlülüğü bulunmaktadır.

iii. Başvurucunun taşınmazın kendisine ait olduğu iddiası varsa başvurucu, adli yargıda açacağı bir davayla bunu ispatlama imkânına sahiptir. Başvurucunun yeterli belge sunmaması sebebiyle idari yoldan adına tescil yapılması mümkün değildir.

iv. Genelge'nin 5737 sayılı Kanun'un kapsamını daraltması söz konusu değildir.

27. Mahkeme 28/12/2011 tarihli kararla davayı reddetmiştir. Karar gerekçesinde özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. 2762 sayılı mülga Kanun uyarınca cemaat vakıfları tarafından verilen ve 1936 Beyannamesi olarak adlandırılan beyannamede kayıtlı olup hâlen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar ile anılan beyannameden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği ya da bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında değerlendirilmesi ve cemaat vakıfları adına tescili olanağı bulunmaktadır. Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına değil de bunların dışında kalan gerçek ve tüzel kişiler adına kayıtlı taşınmazların cemaat vakıfları adına tesciline karar verme konusunda vakıf meclisinin herhangi bir yetkisi mevcut değildir.

ii. Tescil talepleri esasen adli yargıda açılacak tapu iptali ve tescil davasında irdelenebilecektir. Bu nedenle vakıf adına tescili talep edilen taşınmazlara ilişkin olarak 5737 sayılı Kanun'da öngörülen şartların gerçekleşip gerçekleşmediğinin tespiti için davacıdan tescile dayanak teşkil edecek bilgi ve belgelerin ibrazının istenebileceği açıktır. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinde öngörülen koşulları taşımadığı anlaşılan başvurunun reddi yolunda düzenlenen dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.

iii. Öte yandan 5737 sayılı Kanun'un dava konusu işlemin tesis edildiği tarihten sonra (27/8/2011 tarihinde) yürürlüğe giren geçici 11. maddesi kapsamında başvuru yapılması da mümkündür.

28. Başvurucu bu karara karşı dava dilekçesindekilere benzer iddialarla temyiz yoluna müracaat etmiştir. Temyiz istemi Danıştay Onuncu Dairesinin (Daire) 9/11/2015 tarihli kararıyla reddedilerek ilk derece mahkemesi kararı onanmıştır.

29. Nihai karar 5/1/2016 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 1/2/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

30. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Bu Kanunun uygulanmasında;

...

Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfları,

...

ifade eder."

31. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi şöyledir:

"Cemaat vakıflarının;

a) 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup, halen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

b) 1936 Beyannamesinden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle halen; Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onsekiz ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescilleri yapılır."

32. TBMM 9/11/2006 tarihli ve 5555 sayılı Vakıflar Kanunu'nu kabul etmiş ancak anılan Kanun'un Cumhurbaşkanı tarafından bir kere daha görüşülmek üzere iade edilmesi üzerine Kanun 5737 sayısını alarak aynen kabul edilmiştir. 5555 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi ile 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi tamamen aynıdır. Cumhurbaşkanı tarafından iade edilen 5555 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin gerekçesi şöyledir:

"Madde ile, mazbut vakıf taşınmazlarının herhangi bir hüküm ve karar alınmaksızın vakfı adına tescil edilmesi sağlanmıştır."

33. 5737 sayılı Kanun'a 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesi ile eklenen geçici 11. madde şöyledir:

"Cemaat vakıflarının;

a) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazları,

b) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları,

c) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ve çeşmeleri,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren oniki ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilir.

Cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Genel Müdürlük adına tapuda kayıt edilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değeri Hazine veya Genel Müdürlük tarafından ödenir.

Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle düzenlenir."

34. 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesinin gerekçesi şöyledir:

"Madde ile, cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesinde kayıtlı olan taşınmazlarının vakıfları adına tescilleri ve mal edinememe nedenleriyle mağdur oldukları hakların iadesi amaçlanmaktadır."

35. İlgili diğer ulusal hukuk ile mahkeme kararları için bkz. Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı, §§ 12-24.

V. İNCELEME VE GEREKÇE

36. Anayasa Mahkemesinin 2/11/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

37. Başvurucu, Vakıflar Genel Müdürlüğünün 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin uygulanması hakkında 2008/6 sayılı Genelge doğrultusunda değerlendirme yaparak talebini reddettiğini, Genelge'nin 5737 sayılı Kanun'a aykırı ve Kanun'un kapsamını daraltıcı bir düzenleme olduğunu ileri sürmüştür. Başvurucu, Genelge'yle vakıflarca temini mümkün olmayan belgelerin istendiğini, böylece Kanun'la tanınan iade hakkından yararlanmasının imkânsız hâle getirildiğini iddia etmiştir. Başvuru sırasında idareye sunduğu belgelerin mülkiyetin Vakfa ait olduğunu ispatlamaya yettiği hâlde Vakıflar Genel Müdürlüğünün bunları incelemeden karar verdiğini belirten başvurucu, tapu kayıtlarının ve idarenin arşivlerinin araştırılmasından sonra bir karar verilmesi gerektiğini savunmuştur. Başvurucu sonuç olarak mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ifade etmiştir.

38. Bakanlık görüşünde, idare tarafından talep olunan ve verilen ek sürelere rağmen tamamlanmayan eksikliklerin varlığı karşısında başvuru yollarının usulüne uygun tüketilip tüketilmediğinin değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bakanlık, başvurucu tarafından karar düzeltme yolunun tüketilmemesinin başvuru yollarını tüketme kuralına etkisinin incelenmesinin Anayasa Mahkemesinin takdirinde olduğunu ifade etmiştir. Başvuru yollarının tüketilmesi kuralı bağlamında son olarak başvurucunun tapu iptali ve tescil davası açmadığına dikkat çekmiştir. Esasa ilişkin olarak ise başvurucunun talep ettiği taşınmazın şahıslar adına kayıtlı olduğunu belirtmiş oysa başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi uyarınca hak talep edebilmesi için (1) 1936 Beyannamesi'nde olup hâlen tasarrufunda bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlardan olması veya (2) 1936 Beyannamesi'nden sonra başvurucu tarafından satın alınmış veya başvurucuya vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlardan olması gerektiğini ifade etmiştir. Bakanlık, somut olayda bu iki şartın da bulunmadığını iddia etmiştir.

39. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanında talep edilen taşınmazın 1936 Beyannamesi'nde yer aldığının açık olduğunu belirtmiştir.

B. Değerlendirme

40. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

a. Zaman Bakımından Yetki

41. Başvurunun niteliği dikkate alındığında öncelikle zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerekmektedir.

42. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Sözleşme ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216 sayılı Kanun'un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun'un 45. ila 51. maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.

43. 6216 sayılı Kanun'un geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:

"Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceler."

44. Anayasa ve 6216 sayılı Kanun'un anılan hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı 23/9/2012 tarihi olup Anayasa Mahkemesi ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık düzenlemeler karşısında anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve kararları da içerecek şekilde yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu düzenine ilişkin olmaları nedeniyle bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen dikkate alınması gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No: 2012/329, 12/2/2013, § 15; G.S., B. No: 2012/832, 12/2/2013, § 14).

45. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).

46. Başvuru konusu taşınmazın Dimistokli, Yani, Sare, Despina ve Aleksandar adına tescil edildiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır. 1936 yılından önce cemaat vakıflarının fiilen tasarruflarında olan taşınmazları nam-ı müstear ve namı mevhumlar adına tapuya tescil ettirdikleri bir vakıadır. Başvurucu, anılan kişilerin nam-ı müstear olduğunu belirtmektedir. Başvurucu, anılan taşınmazın 1936 Beyannamesi'nde yer aldığını belirtse de kamu otoritelerinin kabulü bu yönde değildir. Somut olayda taşınmazın adına kayıtlı olduğu kişilerin nam-ı müstear olup olmadığı başvurucunun mülkünün varlığı noktasında önem taşısa da bu mesele işin esasıyla yakından bağlantılıdır. Kamu otoritelerinin başvurucuyu malik olarak tanımadıkları gözetildiğinde başvurucunun mülkünü 1936 yılında kaybettiğinin kabulü gerekir.

47. Anayasa Mahkemesi Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri (B. No: 2014/4715, 15/6/2016) kararında bireysel başvurunun yürürlüğe girdiği 23/9/2012 tarihten önce mülkiyeti kaybedilen taşınmazlarla ilgili olarak hangi durumlarda mülkiyet hakkı şikâyetiyle bireysel başvuruda bulunulabileceğini tartışmıştır (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, §§ 96-119). Söz konusu kararda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına da atıfta bulunularak müdahalenin anlık bir eylem olması ile devam eden bir durum olması arasında ayrım yapılmıştır. Anılan karardaki ilkelerin şu şekilde toparlanması mümkündür:

i. Anlık bir eylem şeklinde gerçekleşen müdahalelerde zaman bakımından yetki açısından dikkate alınacak tarih, iddia edilen ihlal durumunu oluşturan olayın meydana geldiği veya ihlalin ortadan kaldırılması için dava açılmış ise bu davada nihai kararın verildiği tarihtir.

ii. Buna karşılık 23/9/2012 tarihinden önce başlayan ve ihlal oluşturan eylem ya da olay bu tarihten sonra da devam etmekte ise bu hâlde devam eden bir durum söz konusu olduğundan Anayasa Mahkemesinin başvuruya bakma yetkisi bulunmaktadır.

iii. Mülkiyetten yoksun bırakma şeklindeki müdahaleler, anlık bir eylem mahiyetinde olup bu gibi hâllerde müdahale teşkil eden işleme karşı başlatılan yargısal sürecin 23/9/2012 tarihinden önce kesinleşmesi durumunda kural olarak müdahalenin Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin dışında kaldığı kabul edilir.

iv. Bununla birlikte mülkiyetin yitirildiğinin kesinleştiği tarihten sonra aynen iade veya bunun yerine ikame olmak üzere tazminat ödenmesini öngören yeni bir başvuru yolunun ihdas edilmesi hâlinde malikin bireysel başvuru hakkı canlanır. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi yeni ihdas edilen hukuk yolunun tüketilmesi üzerine verilen nihai kararın tarihine bakılarak tespit edilir. Buna göre nihai kararın 23/9/2012'den sonraki bir tarihe tesadüf etmesi hâlinde bu karara karşı yapılacak bir bireysel başvuru Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamına girmiş olur.

48. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup hâlen bu vakıfların tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir.

49. Başvurucunun bir cemaat vakfı olduğu konusunda tereddüt bulunmamaktadır. Öte yandan başvurucunun adına tescilini talep ettiği taşınmazın Dimistokli, Yani, Sare, Despina ve Aleksandar isimli kişiler adına tescil edildiği de bir vakıadır. Başvurucu, bu taşınmazın kendi tasarrufunda bulunduğuna işaret eden bazı belgeler sunmuştur. Bu durumda yüzeysel bir değerlendirmeyle bakıldığında başvurucunun durumunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamına girdiği ve taşınmazların iadesi iddiasının bu manada savunulabilir bir temele sahip olduğu söylenebilir. Başvurucunun bu maddelere istinaden açtığı davaların Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başladığı dönemden sonra kesinleştiği izahtan varestedir.

50. Kamu makamları tescile dayanak belgelerin sunulmadığı gerekçesiyle başvurucunun talebini reddetmişse de bu meselenin başvurunun esasıyla bağlantılı olması ve başvurucunun açtığı davadaki temel tartışma noktasının da bu mesele etrafında toplanması sebebiyle bu hususun esasla birlikte değerlendirilmesinin daha uygun olacağı kanaatine varılmıştır. Bu itibarla başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kaldığı değerlendirilmiştir.

b. Olağan Başvuru Yollarının Tüketilmesi

51. Bakanlık, başvurucunun iddialarının ancak adli yargıda açılacak bir davada çözüme kavuşturulabileceğini ileri sürmüştür.

52. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrasında bireysel başvuruda bulunulmadan önce ihlal iddiasının dayanağı olan işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş olan idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerektiği belirtilmiştir. Temel hak ihlallerini öncelikle derece mahkemelerinin gidermekle yükümlü olması, kanun yollarının tüketilmesi koşulunu zorunlu kılar (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26).

53. Başvuru yollarının tüketilmesi gereğinden söz edilebilmesi için öncelikle hukuk sisteminde, hakkının ihlal edildiğini iddia eden kişinin başvurabileceği idari veya yargısal bir hukuk yolunun öngörülmesi gerekmektedir. Ayrıca bu hukuk yolunun iddia edilen ihlalin sonuçlarını giderici, etkili, başvurucu açısından makul bir çabayla ulaşılabilir olması ve sadece kâğıt üzerinde kalmayıp fiilen de işlerliği olması gerekmektedir. Olmayan bir hukuki yolun tüketilmesi başvurucudan beklenemeyeceği gibi hukuken veya fiilen etkili olmayan, ihlalin sonuçlarını düzeltici bir vasıf taşımayan veya aşırı ve olağan olmayan birtakım şeklî koşulların öngörülmesi nedeniyle fiilen erişilebilir ve kullanılabilir olmaktan uzaklaşan başvuru yollarının tüketilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır (Fatma Yıldırım, B. No: 2014/6577, 16/2/2017, § 39). Bununla birlikte norm düzeyinde makul bir başarı sunma kapasitesi olan bir yolun uygulamada başarıya ulaşmayacağına dair şüphe, o başvuru yolunun tüketilmemesini haklı kılmaz (Sait Orçan, B. No: 2016/29085, 19/7/2017, § 36).

54. Başvurucunun başvuru yollarının tüketilmesi noktasında kendisinden beklenebilecek her şeyi yerine getirip getirmediğinin başvurunun özellikleri dikkate alınarak incelenmesi gerekir (S.S.A., B. No: 2013/2355, 7/11/2013, §§ 27, 28). Ancak somut olayın koşulları itibarıyla başvuru yollarının tüketilmesinin yarar sağlamayacağının veya etkili olmadığının anlaşılması hâlinde anılan yollar tüketilmeden yapılan bir başvuru incelenebilir (Şehap Korkmaz, B. No: 2013/8975, 23/7/2014, § 33). Öte yandan başvuru yollarının tüketilmesi, çok katı olarak uygulanması gereken mutlak bir kural değildir. Teorik düzeyde var olan bir başvuru yolunun tüketilmesinin somut olayın koşullarında başvurucuya aşırı külfet yüklemesi hâlinde bu yolun tüketilmesinin gerekli olmadığına karar verilebilir (Rasul Kocatürk [GK], B. No: 2016/8080, 26/12/2019, § 38).

55. Taşınmaz mülkiyetiyle ilgili uyuşmazlıklar kural olarak ancak adli yargı tarafından çözümlenebilir. Dolayısıyla taşınmazın başvurucu adına tescil edilebilmesi için kural olarak adli yargıda tapu iptali ve tescili davası açılması gerekir. Ancak 5737 sayılı Kanun'la cemaat vakıflarına ait olduğu değerlendirilen taşınmazların idari yoldan vakıflar adına tescili olanağı getirilmiştir. Gerçekten 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinde 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup hâlen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların talepte bulunan cemaat vakıfları adına idari yoldan tesciline imkân tanınmıştır. Maddenin gerekçesinde açıkça maddeyle "Mazbut vakıf taşınmazlarının herhangi bir hüküm ve karar alınmaksızın vakfı adına tescil edilmesi sağlanmıştır." denilmiştir.

56. Öte yandan Anayasa Mahkemesi Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı kararında tescili talep edilen taşınmazların nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuya kayıtlı olmaması ya da hâlihazırda Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü dışındaki kişiler adına tescilli olması durumunda 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin uygulanamayacağını tespit etmiştir (Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı, §§ 44-53). Somut olayda başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında yaptığı başvuruda tescilini talep ettiği ve mevcut başvurunun konusunu oluşturan taşınmaz Dimistokli, Yani, Sare, Despina ve Aleksandar adına tescillidir. Başvurucu; taşınmazın adına kayıtlı olduğu Dimistokli, Yani, Sare, Despina ve Aleksandar isimlerinin nam-ı müstear olduğunu belirtmektedir. Taşınmazın nam-ı müstear adına tapuda kayıtlı olmadığıyla ilgili olarak derece mahkemelerince yapılmış bir tespit de bulunmamaktadır.

c. Sonuç Olarak

57. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

58. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

59. Mülkiyet hakkı, özel hukukta veya idari yargıda kabul edilen mülkiyet hakkı kavramlarından farklı bir anlam ve kapsama sahip olup bu alanlarda kabul edilen mülkiyet hakkı, yasal düzenlemeler ile yargı içtihatlarından bağımsız olarak özerk bir yorum ile ele alınmalıdır (Hüseyin Remzi Polge, B. No: 2013/2166, 25/6/2015, § 31). Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).

60. Somut olayda başvurucu 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında yaptığı başvurunun mevcut bireysel başvuruya konu kısmında bir adet taşınmazın tescilini talep etmiştir. Başvurucunun talebi, tescile dayanak bilgi ve belgelerin sunulmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Başvurucunun açtığı davada verilen kararda bu taşınmazın nam-ı müstear adına tescilli olmadığı yolunda bir tespit yapılmamış ve dava bu temelde reddedilmemiştir. Bireysel başvuruya konu kararda başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesiyle getirilen imkânlardan yararlanabilmesi için gerekli olan tescile dayanak belgeleri sunmadığı tespit edilerek taşınmazın mülkiyet durumunun incelenmesi aşamasına geçilememiştir. Başvurucunun başlattığı sürecin temel amaçlarından biri de hak iddia ettiği taşınmazın kendisine ait olup olmadığını tespit etmektir. Diğer bir ifadeyle başvurucunun belirttiği taşınmazın kendisine ait olup olmadığı yargılamanın sonucunda anlaşılabilecektir. 1936 yılından önce nam-ı müstear adına kayıtlı olabileceği gözetildiğinde başvurucudan mülkün varlığının tam olarak ispatlamasının beklenmesi hakkaniyete uygun olmaz. Bu durumda başvurucunun belirtilen taşınmazın kendisine ait olduğuna işaret eden belgeler sunması mülkün varlığının kabulü için yeterli görülmelidir. Somut olayda başvurucu, derece mahkemelerine bu yönde belgeler sunmuştur. Dolayısıyla tüm bu hususlar gözetildiğinde başvurucunun mülkünün bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

61. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, ondan tasarruf etme ve onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

62. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

63. Somut olayda başvurucunun ihtilaf konusu taşınmaza ilişkin malik sıfatı kamu otoritelerince tanınmamaktadır. Dolayısıyla başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin mevcut olduğunun kabulü gerekir. Diğer taraftan niteliği ve amacı gözetildiğinde müdahalenin mülkten yoksun bırakmaya ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

64. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

65. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62). Bu durumda öncelikle müdahalenin kanuni dayanağının bulunup bulunmadığının incelenmesi gerekir.

66. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkelerin düzenlendiği Anayasa'nın 13. maddesinde de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği temel bir ilke olarak benimsenmiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

67. Müdahalenin kanuna dayalı olması öncelikle şeklî manada bir kanunun varlığını zorunlu kılar. Şeklî manada kanun, TBMM tarafından Anayasa'da belirtilen usule uygun olarak kanun adı altında çıkarılan düzenleyici yasama işlemidir. Hak ve özgürlüklere müdahale edilmesi ancak yasama organınca kanun adı altında çıkarılan düzenleyici işlemlerde müdahaleye imkân tanıyan bir hükmün bulunması şartına bağlıdır. TBMM tarafından çıkarılan şeklî anlamda bir kanun hükmünün bulunmaması hakka yapılan müdahaleyi anayasal temelden yoksun bırakır (Ali Hıdır Akyol ve diğerleri [GK], B. No: 2015/17510, 18/10/2017, § 56).

68. Bununla beraber Anayasa Mahkemesinin daha önceki kararlarında da belirtildiği üzere kanunla düzenleme zorunluluğu, hakka yapılacak müdahalenin uygulamasının kanunun çerçevesini aşmayacak şekilde tüzük, yönetmelik, tebliğ ve genelge gibi yürütme organının çıkaracağı ikincil düzenlemelerle yapılmasına mâni değildir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin konularda temel esaslar, ilkeler ve genel çerçeve kanunla belirlendikten sonra uzmanlığa ve idare tekniğine ilişkin hususların yürütme organınca çıkarılacak düzenleyici işlemlerle tanzim edilmesi mümkündür (AYM, E.2014/177, K.2015/49, 14/5/2015).

69. Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen ve hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince erişilebilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).

70. Bir uyuşmazlıkta uygulanacak hukuk kurallarının ve özellikle müdahalenin kanuni dayanağını oluşturan kanun hükümlerinin yorumlanması derece mahkemelerinin takdirindedir. Derece mahkemelerince, mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağını oluşturduğu ifade edilen hükümlerle ilgili olarak geliştirilen yorumların isabetli olup olmadığını denetlemek Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Bununla birlikte derece mahkemelerinin yorumlarının kanunun açık lafzıyla çelişki içinde olduğu veya kanun metni dikkate alındığında bireyler tarafından öngörülmesinin mümkün olmadığı sonucuna ulaşıldığı hâllerde mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı kanaatine varılması mümkündür (mahkemeye erişim hakkı yönünden benzer değerlendirme için bkz. Ziya Özden, B. No: 2016/67737, 19/11/2019, § 59).

71. Somut olayda başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un 7. maddesi kapsamında yaptığı iade başvurusu Genelge'de belirlenen tescile elverişli belgelerin ibraz edilmediği gerekçesiyle reddedilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun talebinin reddedilmesinin temel sebebi tescile dayanak belgelerin sunulmadığının düşünülmesidir. Bu durumda tescile dayanak belge eksikliği gerekçesiyle başvurucunun talebinin reddedilmesinin kanuni dayanağının bulunup bulunmadığının incelenmesi gerekir.

72. Öncelikle incelenecek olan mesele mülkiyet hakkına müdahalenin şeklî manada bir kanuna dayanıp dayanmadığıdır. Başvurucunun talebinin 5737 sayılı Kanun'un 7. maddesine dayanılarak çıkarılan Genelge'ye istinaden reddedilmiştir. Söz konusu Genelge'de; 1936 Beyannamesi'nde yer alan taşınmaz bilgileri ile mevcut yapı bilgilerini içeren talebe ilişkin gerekçeli yönetim kurulu kararının, 1936 Beyannamesi'nin, taşınmazın hâlen Vakfın tasarrufunda bulunduğunu gösterir 27/8/2002'den önceki tarihi taşıyan belgenin (kira kontratı, emlak vergisi beyannamesi, elektrik-su-doğal gaz faturası veya eş değer bir belge), taşınmazın herhangi bir davaya konu olup olmadığı ve kesinleşmiş mahkeme kararı ile devam eden dava var ise dava dilekçesinin ibrazı gerektiği belirtilmiştir.

73. Bir genelgenin kanuna uygunluğunu incelemek kural olarak Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Bununla birlikte genelgenin veya uygulanma tarzının kanunilik ölçütünü karşılayıp karşılamadığının denetlenmesi Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruları inceleme görevi kapsamında bir zorunluluktur. Mülkiyet hakkının ilk elden doğrudan genelge ve benzeri nitelikteki ikincil mevzuatla sınırlandırılması mümkün olmasa da genelgenin -kapsamını aşmaması kaydıyla- kanunun uygulanmasına açıklık getirmesine anayasal bir engel bulunmamaktadır. Bu durumda incelenecek mesele genelgenin veya uygulanma tarzının kanunun kapsamını aşıp aşmadığı, kanunda öngörülmeyen birtakım biçim koşulları getirerek iade hakkından yararlanılmasını zorlaştırıp zorlaştırmadığıdır.

74. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinde 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup hâlen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on sekiz ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Meclisin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescillerinin yapılacağı belirtilmiştir. Görüldüğü üzere anılan maddede iade başvurusu yapılabilmesi için sunulması gereken belgelerin türü ve niteliğiyle ilgili olarak sınırlayıcı bir düzenleme yer almamaktadır. Bununla birlikte iadesi istenen taşınmazın nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olduğunu ve cemaat vakfının tasarrufunda bulunduğunu ispata yarayan belgelerin istenmesi işin doğası gereğidir. İspata yarayan belgelerin istenmesi kanunun kapsamının aşıldığı anlamına gelmez. Bu yönüyle genelgenin kanunun sınırlarını aştığı ya da iade hakkının kullanılmasını aşırı zorlaştırdığı söylenemez.

75. Ne var ki somut olayda Vakıflar Genel Müdürlüğü ve akabinde Mahkeme, Genelge'de belirtilen tescile dayanak belgelerin ibraz edilmediğini ve idari yolla tescilin koşullarının oluşmadığını kabul etmiştir. İspat vesikalarının belli tür ve nitelikle sınırlandırılması hakkın kullanımının kanunun öngördüğünün ötesinde zorlaştırılması sonucunu doğurabilir.

76. İdari işlem ve mahkeme kararında, başvurucunun ibraz ettiği belgelerin neden tescile dayanak teşkil etmediğiyle ilgili olarak bir açıklama yapılmamıştır. Başvurucunun sunduğu belgelere bakıldığında bunların taşınmazın mülkiyet ve kullanım durumunu ispatlamaya elverişli olduğu görülmektedir. Başvurucu; taşınmazın nam-ı müstear adına kayıtlı olduğunu ve vakfın kullanımında bulunduğunu tespit eden bazı resmî yazışmaları, taşınmazını kiraya verdiğini gösteren kira sözleşmelerini, 1912 ve 1936 yılında yetkili makamlara verilen ve taşınmazın Vakfa ait olduğuna işaret eden beyannameleri, emlak vergisi beyannamelerini vs. ibraz etmiştir. Başvurucunun ibraz ettiği bu belgelerin taşınmazın kendisine ait olduğunu -bu manada taşınmazın adına kaydedildiği isimlerin nam-ı müstear olduğunu- tam olarak ispatlayıp ispatlamadığı ancak detaylı bir incelemeden sonra anlaşılacak olmakla birlikte bunlar hiç incelenmeden Genelge'ye atıfla talebin reddedilmesi, kanunla öngörülmeyen sınırlandırmanın uygulayıcı makamlar tarafından ihdas edildiği izlenimi yaratmıştır. Gerçekten kanunda herhangi bir delil sınırlandırması yapılmamıştır. Esasen Genelge'de de Genelge içeriğinde sayılanların dışındaki belgelerin ibrazı hâlinde talebin değerlendirilmeyeceği anlamına gelecek bir düzenleme bulunmamaktadır. Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğünün Mahkeme tarafından da hukuka uygun bulunan somut olaydaki uygulaması başvurucunun sunabileceği ispat araçlarını sınırlayıcı bir yöne kaymıştır.

77. Vakıflar Genel Müdürlüğünün başvurucunun sunabileceği delilleri sınırlandırıcı bu uygulamasının kanuni bir temeli bulunmamaktadır. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinde ispat araçları bakımından herhangi bir sınırlama yapılmamıştır. Başvurucu, taşınmazın kendisine ait olduğunu ispatlama konusunda delil sunma serbestîsine sahiptir. İdarenin başvurucunun sunduğu belgeleri taşınmazın mülkiyetinin başvurucuya ait olduğunu ispatlayıp ispatlamadığı yönünden incelemekten kaçınması başvurucuya tanınan idari yolla tescil imkânından başvurucunun yararlanmasını aşırı derecede zorlaştırmıştır. İdarenin ve Mahkemenin başvurucunun belge sunma konusundaki serbestîsini sınırlandıran yorumunun kanuni dayanağı olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

78. Öte yandan kanunun gerekçesinden de anlaşılacağı üzere kanun koyucunun amacı cemaat vakıflarının Hazineye geçmiş taşınmazlarının adli yargıda dava açılmasına gerek kalmadan idari yoldan cemaat vakıflarına iade edilmesinin temin edilmesidir. Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğünün ve Mahkemenin ispat araçlarını sınırlandırıcı yorumu başvurucunun taşınmazın idari yoldan iadesi imkânından yararlanmasını kanunun öngördüğünün ötesinde güçleştirmiştir.

79. Sonuç olarak başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle getirilen iade imkânından yararlanmak amacıyla yaptığı başvurunun genelgede öngörülen belgelerin ibraz edilmediği gerekçesiyle reddedilmesinin kanuni bir temeli bulunmamaktadır. Varılan sonuca göre müdahalenin meşru bir amacının veya ölçülü olup olmadığının değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.

80. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

81. 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

82. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesini ve yeniden yargılama yapılmasına hükmedilmesini talep etmiştir.

83. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

84. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

85. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

86. İncelenen başvuruda, başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmaması sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

87. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş, yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 10. İdare Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

88. Varılan ihlal sonucu, davanın otomatik olarak kabulü gerektiği biçiminde anlaşılmamalıdır. Başvurucunun ibraz ettiği belgelerin içeriğinin incelenmesinden sonra işin esasıyla ilgili olarak ne yönde karar verileceği yargı mercilerinin takdirindedir.

89. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 239,50 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.139,50 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 10. İdare Mahkemesine (E.2011/662, K.2011/2118) GÖNDERİLMESİNE,

D. 239,50 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.139,50 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 2/11/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.