TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

FERAMUZ YILDIRIM BAŞVURUSU (2)

(Başvuru Numarası: 2019/21279)

 

Karar Tarihi: 27/10/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 3/2/2023-32093

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Başkanvekili

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Selahaddin MENTEŞ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

İrfan FİDAN

 

 

Kenan YAŞAR

 

 

Muhterem İNCE

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Feramuz YILDIRIM

Vekili

:

Av. Fahrettin PİYADE

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, mahkemece hükmedilen kamulaştırma bedelinin ödenmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 26/6/2019 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

3. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.

4. Bölüm, başvurunun Genel Kurul tarafından incelenmesine karar vermiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

5. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

6. Başvurucu 1938 doğumlu olup Ankara'da ikamet etmektedir. Başvurucunun Ankara ili Çankaya ilçesi Aşağı Öveçler Mahallesi'nde bulunan ve 1962 yılında inşa edildiği iddia edilen gecekondusu Kara Harp Okulu genişleme sahası içinde kalması sebebiyle Millî Savunma Bakanlığı (İdare) tarafından 1974 yılı içinde kamulaştırılmıştır. Üzerinde gecekondunun bulunduğu taşınmazın mülkiyetinin başvurucuya ait olduğuna ilişkin olarak herhangi bir tapu kaydı örneği başvuru dosyasında yer almamaktadır. Başvurucu 28/10/1974 tarihinde Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesinde İdare aleyhine kamulaştırma bedelinin artırılması davası açmıştır. Anılan Mahkemece 30/12/1975 tarihinde verilen kararla kamulaştırma bedeli 37.014 TL olarak belirlenmiştir.

7. İdare, Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesince hükmedilen 37.014 TL kamulaştırma bedelini başvurucu adına açılan bir banka hesabına yatırmıştır. Başvurucunun iddiasına göre İdarece kamulaştırmadan vazgeçilmesi sebebiyle bu tutar tahsil edilememiştir.

8. Başvurucunun gecekondusu, İdarenin isteği üzerine Ankara Belediyesi tarafından 1982 yılında yıktırılmıştır. Başvurucu, gecekondunun ve ağaçların bedelinin tazmini istemiyle 17/6/1982 tarihinde Ankara 12. Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açmıştır. Anılan davanın sonucunda 12/11/1987 tarihinde verilen kararla gecekondu ve ağaçların bedeli 400.000 TL olarak tespit edilmiş, daha önce başvurucu adına açılan banka hesabına yatırılan 37.014 TL'nin mahsubuyla kalan 362.986 TL ile 18.300 TL yargılama giderinin İdare tarafından başvurucuya ödenmesine hükmedilmiştir. Karar 21/1/1988 tarihinde kesinleşmiştir.

9. Başvurucu 3/8/2014 tarihinde İdareye başvurarak Ankara 12. Asliye Hukuk Mahkemesinin 12/1/1987 tarihli kararıyla hükmedilen tazminatın ödenmesini talep etmiştir. İdare tarafından ilama bağlanan alacağın 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 156. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca karar tarihinden itibaren on yıl geçmekle zamanaşımına uğradığı, bu nedenle dilekçeyle ilgili olarak yapılacak bir işlemin bulunmadığı 21/10/2014 tarihli yazıyla başvurucuya bildirilmiştir.

10. Başvurucu, ilamda yer alan toplam 361.286 TL'nin yasal faiziyle birlikte tahsili amacıyla 9/2/2016 tarihinde Ankara 32. İcra Dairesi Müdürlüğünde (İcra Dairesi) ilamlı icra takibi başlatmıştır. İcra Dairesi 9/2/2016 tarihinde 361.286 TL asıl alacak ile 3.330.893,59 TL faiz için İdareye ödeme emri göndermiştir.

11. İdare, icranın durdurulması istemiyle 23/2/2016 tarihinde Ankara 3. İcra Hukuk Mahkemesinde (İcra Hukuk Mahkemesi) şikâyet yoluna müracaat etmiştir. Dava dilekçesinde, ilama bağlı alacağın on yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu belirtilmiştir.

12. İcra Hukuk Mahkemesi 29/2/2016 tarihinde şikâyeti kabul ederek icranın geri bırakılmasına hükmetmiştir. Kararın gerekçesinde, 6098 sayılı Kanun'un 156. maddesinin ikinci fıkrası ile 9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra İflas Kanunu'nun 39. maddesinin birinci fıkrasına atıfta bulunularak ilama bağlı alacakların ilam tarihinden itibaren on yıl geçmekle zamanaşımına uğrayacağı belirtilmiştir. Kararda, takibe konu kararın 21/1/1988 tarihinde kesinleştiği, buna göre 9/2/2016 tarihinde yapılan takibin zamanaşımı süresinden sonra olduğu ifade edilmiştir.

13. Başvurucu, bu karara karşı temyiz yoluna başvurmuştur. Temyiz dilekçesinde, zamanaşımının 6098 sayılı Kanun'un 153. maddesinin birinci fıkrasının (5) ve (6) numaralı fıkraları uyarınca durduğunu savunmuştur. Temyiz dilekçesinde, mülkünün zorla elinden alındığı ve mülkiyete bağlı istihkak davalarında zamanaşımının söz konusu olamayacağını iddia etmiştir. Başvurucu ağır bir hastalık geçirdiğini belirttiği temyiz dilekçesinde; İcra Hukuk Mahkemesinin alacağın tahsil edilmemesinin gerçek sebebini, alacağın zamanaşımına tabi olup olmadığını ve -tabiyse- zamanaşımını kesen veya durduran sebeplerin bulunup bulunmadığını araştırmadan karar verdiğini ileri sürmüştür. Temyiz dilekçesinde ayrıca somut olayda dosya üzerinden inceleme yapılmasının hak arama hürriyetini ihlal ettiğini belirtmiştir. Temyiz dilekçesinde son olarak alacağının Anayasa'nın koruması altında olan mülkiyet hakkına devlet tarafından el konulmasından doğduğunu, devletin borcunun zamanaşamına uğramasının söz konusu olamayacağını ifade etmiştir.

14. Yargıtay 12. Hukuk Dairesi (Daire) 18/10/2018 tarihinde İcra Hukuk Mahkemesi kararını onamıştır. Karar düzeltme istemi de Daire tarafından 2/5/2019 tarihinde reddedilmiştir. Nihai karar 2/6/2019 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

15. 4/11/1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 19. maddesinin son fıkrası şöyledir:

"Başkası adına tapulu, sahipsiz ve/veya zilyedi tarafından iktisap edilmemiş yerin kamulaştırmasında binaların asgarî levazım bedeli, ağaçların ise 11 inci madde çerçevesinde takdir olunan bedeli zilyedine ödenir."

16. 6098 sayılı Kanun'un 156. maddesi şöyledir:

"Zamanaşımının kesilmesiyle, yeni bir süre işlemeye başlar.

Borç bir senetle ikrar edilmiş veya bir mahkeme ya da hakem kararına bağlanmış ise, yeni süre her zaman on yıldır."

17. 2004 sayılı Kanun'un 39. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"İlama müstenit takip, son muamele üzerinden on sene geçmekle zamanaşımına uğrar."

18. Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 8/6/2021 tarihli ve E.2019/5594, K.2021/4831 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"Davacı vekili, vekil edeninin tapulama harici alanda kalan yerlere, 3 katlı altı ambar üstü ev, ahır, wc, garaj, kümes ve bahçe yaptırdığını, bahçeye de meyve ağaçları diktiğini, DSİ'nin taşınmazın bulunduğu köyde Karkamış Barajı nedeniyle kamulaştırma yaptığını belirterek, dava konusu yerde vekil edeni tarafından yapılan/dikilen muhdesatların vekil edenine ait olduğunun tespitine karar verilmesini istemiştir.

...

Bir şeye malik olan kimse, o şeyin bütünleyici parçalarına da malik olur (4721 s.lı TMK. mad. 684/1). Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde, üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyet kapsamına, yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere kalıcı yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer (TMK mad. 718). 22.12.1995 tarih ve 1/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da vurgulandığı gibi Eşya Hukukunda, muhdesattan, bir arazi üzerinde kalıcı yapı ve tesisler ile bağ ve bahçe şeklinde dikilen ağaçları anlamak gerekir. Muhdesat, şahsi bir hak olup (TMK 722, 724, 729 m.ler), sahibine arazi mülkiyetinden ayrı bağımsız bir mülkiyet veya sınırlı bir ayni hak bahşetmez. Taşınmaz üzerindeki kalıcı yapı, ağaç gibi bütünleyici parça niteliğindeki muhdesatların taşınmazın arzından ayrı bir mülkiyetinin varlığından söz edilemez. Açıklanan bu ilke ve esaslara göre, kural olarak muhdesatın arz malikinden başkasına aidiyetinin tespiti istenemez.

Tespit davası, kendine özgü davalardan olup dava sonucunda istihsal edilecek ilamın icra ve infaz kabiliyeti bulunmamaktadır. Bunun doğal sonucu olarak da bu davaların uygulama alanı sınırlıdır. Bilindiği üzere, tespit davalarının görülebilmesi için güncel hukuki yararın bulunması (6100 s.lı HMK mad.106/2) ve dava sonuçlanıncaya kadar da güncelliğinikaybetmemesi gerekir. Tespit davaları eda davalarının öncüsüdür, bu nedenle eda davası açılmasının mümkün olduğu hallerde, tespit davası açılmasında hukuki yararın bulunmadığı kabul edilmektedir. Hukuki yararın bulunması dava şartı olup, yargılamanın her aşamasında taraflarca ileri sürülebileceği gibi, hakim tarafından da re'sen gözetilir. Hukuki yararın bulunmadığının tespiti halinde davanın, dava şartı yokluğu gerekçesiyle usulden reddine karar verilmelidir (HMK mad.114/1-h, 115).

Öğretide ve Yargıtayın devamlılık gösteren uygulamalarında, taşınmaz hakkında derdest ortaklığın giderilmesi davasının, kentsel dönüşüm uygulamasının ya da kamulaştırma işleminin bulunması gibi istisnai durumlarda muhdesatın tespiti davasının açılmasında güncel hukuki yararın bulunduğu kabul edilmektedir.

...

... 26.05.2004 tarihli ve 5177 sayılı Kanun'un 35. maddesi ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 19. maddesine eklenen ek fıkra hükmüne göre, başkası adına tapulu veya tapusuz bir taşınmazın kamulaştırılması halinde, taşınmazda malik olmayan ancak üzerindeki muhdesatı meydana getiren kişilere muhdesatın kamulaştırma bedelinin kendisine verilmesini sağlama amacıyla tespit davası açma hakkı tanınmış ise de, devletin hüküm ve tasarrufu altındaki, kamuya ait mera, yaylak, kışlak, genel harman yeri, orman, aktif dere yatağı niteliğindeki taşınmazların özel mülkiyete konu olamayacakları, bu taşınmazların zilyetlikle edinilemeyecekleri, bu nedenle bu nitelikteki taşınmazlar üzerinde meydana getirilen muhdesatlara da hukuki değer verilemeyeceği gözönünde bulundurulmalıdır.

Bunun yanında, talebin niteliği gözetilerek davacının talebinin bir yandan da mülkiyet hakkının ihlali açısından incelenmesi gerektiğinden (Anayasa Mahkemesinin 29.05.2019 tarihli ve 2016/58283 numaralı Mehmet Emin Öztekin başvurusu), davacının, Hazineye ait ve özel mülkiyete konu olamayacak bir taşınmazı kullanması sebebiyle haksız zilyet durumunda olduğu açık olmakla birlikte, mülkiyet hakkı sahibi davalı tarafça davacının taşınmazdan tahliyesi yoluna gidilip gidilmediğinin, ecrimisil bedeli tahsil ettirilip ettirilmediğinin, davacının ev ve havuz yaparak, ağaç dikerek ve yetiştirerek taşınmazı kullanması nedeniyle muhdesatların davacı yararına ekonomik bir değerinin bulunduğundan, ağaçlar yönünden davacının Anayasa’nın 35. maddesi kapsamında korunmaya değer bir menfaatinin bulunup bulunmadığı, yapılan müdahalenin kanunilik ölçütünü taşıyıp taşımadığı, müdahalede kamu yararına dayalı bir amaç olup olmadığı hususları yanında davacının mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenen amaç ile bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin bulunup bulunmadığının değerlendirilmesi, bu değerlendirmede ölçülülük ilkesinin elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluştuğunun gözetilmesi, özellikle kamusal makamların tutum ve davranışlarının inceleme konusu yapılması, olayın gelişiminde kamu makamlarının edilgen tutumu sebebiyle bütün zarara tek başına davacının katlanması sonucuna yol açılıp açılmayacağının, şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir külfet yükleyip yüklemeyeceğinin, davacının mülkiyet hakkının korunması ile kamunun yararı arasında olması gereken adil dengenin davacı aleyhine bozulup bozulmadığının ve müdahalenin ölçülü olup olmadığının açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.

Somut olaya gelince; Mahkemece davacının tespitini istediği bir kısım muhdesatların harman yeri niteliğinde olan 126 ada 318 parsel sayılı taşınmazda kaldığı gerekçesi ile bu kısımlara yönelik davanın reddine karar verilmiş olması doğru görülmemiştir. Şöyle ki, az yukarıda bahsedilen açıklamalar ışığında, Devletin hüküm ve tasarrufunda olan bu taşınmazlar üzerinde meydana getirilen muhdesatlara hukuken değer verilemeyeceği hususu dikkate alınırken, mülkiyet hakkının ihlali ve davalı mülkiyet sahibi Hazinenin davacıları meşru bir beklenti içerisine sokup sokmadığının değerlendirilmesi gerekmektedir. O halde, Mahkemece yapılacak iş, hükme esas alınan 22.02.2019 tarihli fen bilirkişi raporu ve ekinde gösterilen ve DSİ’nin irtifak/kamulaştırma alanında kaldığı belirtilen, E, H ve İ harfleri ile harman yeriniteliğindekitaşınmazda yer alan muhdesatlarda, dava tarihinden önce ya da sonra dikildiğinin tespiti açısından H harfi ile gösterilen yerde kalan ağaçların yaşları da, tereddüte mahal bırakılmayacak şekilde tespit edilerek, özellikle yukarıda yazılı mülkiyet hakkının ihlali bakımından inceleme, araştırma ve değerlendirme yapılarak, davalı mülkiyet sahibi Hazinenin, davacının bu haksız kullanımına karşı suskunluk ve eylemsizliği var ise bunun davacıları meşru bir beklenti içerisine sokup sokmadığı konusunda, Mahkeme görüşünün ortaya konulması, ağaçların yaşlarına göre dava tarihinden sonra dikilenlerin tespit edilmesi, ondan sonra toplanan ve/veya toplanacak tüm delillerin sonucuna göre bir hüküm verilmesi olmalıdır. Mahkemece böylesine bir araştırma ve soruşturma yapılmadan, eksik araştırma ve soruşturma ile yazılı şekilde hüküm verilmesi usul ve Yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir.

..."

B. Uluslararası Hukuk

19. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek (1) No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

20. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kamulaştırmasız el atmanın hukukilik ölçütü yönünden mülkiyet hakkının ihlaline yol açtığını çeşitli kararlarında kabul etmiştir (Papamichalopoulos ve diğerleri/Yunanistan, B. No: 14556/89, 24/6/1993; Guisso-Gallisay/İtalya [BD], B. No: 58858/00, 22/12/2009; Sarıca ve Dilaver/Türkiye, B. No: 11765/05, 27/5/2010).

21. AİHM'e göre mahkeme kararlarının uygulanması, yargılama sürecini tamamlayan ve yargılamanın sonuç doğurmasını sağlayan bir unsurdur. Karar uygulanmazsa yargılamanın da bir anlamı olmayacaktır (Hornsby/Yunanistan, B. No: 18357/91, 19/3/1997, § 40). AİHM, kesinleşmiş ve bağlayıcı bir yargı kararının lehine karar verilen tarafın zarar görmesine rağmen infaz edilmemesi durumunda Sözleşme'nin 6. maddesinin teminat altına aldığı mahkemeye erişim hakkının bir anlam ifade etmeyeceğini vurgulamaktadır (Burdov/Rusya, B. No: 59498/00, 7/5/2002, § 34). AİHM, Sözleşme'nin 6. maddesi kapsamında bir yargı yerine ulaşma hakkının sadece teorik olarak bu hakkın tanınmasını değil aynı zamanda o yargı yerinden alınan nihai kararın icrasına yönelik meşru bir beklentiyi de koruduğunu kabul etmiştir (Apostol/Gürcistan, B. No: 40765/02, 28/2/2007, § 54).

22. AİHM, idarenin pozitif tedbirler almasını gerektiren mahkeme kararının gereğini mümkün olduğunca erken yerine getirebilmesi için ilgili taraflardan ek belgeler istemesinin makul olduğunu belirtmiştir. AİHM'e göre idari organların kararın icrası için zorunlu olan belgelerin bulunmadığı durumlarda icrayı hızlandırmak amacıyla ilgili taraflardan belge istemesi meşru görülmelidir. Belirtilen amaç, hiç kuşku yoktur ki başvurucunun da lehinedir. Diğer yandan dosya incelendiğinde idarenin bilgi ve belge talebi nihai kararın icrasından kaçınma ya da uygulanmasını gereksiz yere geciktirme amacı taşıdığı sonucu çıkarılabiliyorsa Sözleşme'nin 6. maddesinin etkililiği ciddi bir biçimde sarsılmış olur (Kosmidou/Yunanistan, B. No: 32141/04, 8/11/2007, § 24).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

23. Anayasa Mahkemesinin 27/10/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları

24. Başvurucu, savunması alınmadan alacağın zamanaşımına uğradığının kabulüyle hüküm kurulmasının hak arama özgürlüğünü ihlal ettiğini ileri sürmüştür. İcraya konu ilamdaki alacağın Anayasa'nın koruması altındaki mülkiyet hakkına ilişkin olduğunu vurgulayan başvurucu; bedeli ödenmeden yapılan kamulaştırmanın geçersiz olduğunu, mülkiyet hakkına ilişkin alacakların zamanaşımına uğramasının söz konusu olmadığını ifade etmiştir. Başvurucu, anılan alacağın zamanaşımına tabi olduğu kabul edilse bile alacak üzerinde intifa hakkına sahip olması nedeniyle 6098 sayılı Kanun'un 153. maddesinin birinci fıkrasının (5) numaralı bendi uyarınca zamanaşımının işlemeyeceğini savunmuştur. Başvurucuya göre 2004 sayılı Kanun'un 82. maddesinde devlet mallarının haczinin yasaklanması sebebiyle devletin rızaen ödeme yapması haricinde alacağın devletten tahsili mümkün olamamakta, dolayısıyla ödeme yapılana kadar alacak, devletin intifasında kalmaktadır. Başvurucu sonuç olarak tapulu taşınmazına devlet tarafından el konulduğunu ve taşınmazının bedelinin ödenmediğini belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.

B. Değerlendirme

25. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

26. Anayasa'nın ''Kamulaştırma'' kenar başlıklı 46. maddesi şöyledir:

"Devlet ve kamu tüzelkişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idarî irtifaklar kurmaya yetkilidir.

Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir. Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskân projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.

Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.

İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır."

27. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucu, mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasının yanında adil yargılanma hakkının da ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Başvurucunun adil yargılanma hakkı kapsamında ileri sürdüğü tüm iddiaların mülkiyet hakkının usul güvenceleri kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

28. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

Recai AKYEL, Yıldız SEFERİNOĞLU, Selahaddin MENTEŞ, İrfan FİDAN ve Muhterem İNCE bu görüşe katılmamışlardır.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

29. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, §§ 49-54). Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında "Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir." denilmek suretiyle mülkiyet hakkı güvenceye bağlanmıştır. Anayasa'nın anılan maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).

30. Anayasa'da yer alan mülkiyet hakkı mevcut mal, mülk ve ekonomik değerleri koruyan bir temel haktır. Kişinin hâlihazırda sahibi olmadığı bir mülkün mülkiyetini kazanma beklentisi -bu konudaki menfaati ne kadar güçlü olursa olsun- mülkiyet kavramı içinde değildir (Kemal Yeler ve Ali Arslan Çelebi, B. No: 2012/636, 15/4/2014, § 36).

31. Somut olayda ihtilaf konusu gecekondunun üzerinde inşa edildiği taşınmazın başvurucunun mülkiyetinde olduğunu gösteren herhangi bir tapu kaydı, başvurucu tarafından ibraz edilmemiştir. Dolayısıyla üzerinde gecekondunun bulunduğu taşınmazın başvurucunun mülkiyetinde olduğu söylenemeyecektir.

32. Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi daha önce pek çok kararında şehir planlaması ile ilgili düzenlemelere aykırı şekilde inşa edilmesi sebebiyle idari makamlarca yapının her an yıkılması mümkünken bu yönde bir girişimde bulunulmaması ve önlem alınmaması, uzunca bir süre bu duruma sessiz kalınması, esasen yapı sebebiyle vergi tahsil edilmesi veya yapının kamu hizmetlerinden yararlandırılması suretiyle bu alanlarda sosyal ortam ve aile ortamının oluşturulmasına izin verilmesi hâlinde, inşa edilen yapının kullanılmasından kaynaklanan ekonomik değerin Anayasa'nın 35. maddesi çerçevesinde önemli bir mal varlığı değeri ve dolayısıyla bir mülk oluşturduğunun kabul edilmesi gerektiğini belirtmiştir (birçok karar arasından bkz. Ayşe Öztürk, B. No: 2013/6670, 10/6/2015, § 85; Nazif Kılıç, B. No: 2014/5162, 15/6/2016, § 35; İrfan Öztekin, B. No: 2014/19140, 5/12/2017, §§ 43-45; Rifat Algan, B. No: 2014/19138, 22/2/2018, §§ 49-51).

33. Somut olayda tam olarak ne zaman inşa edildiği dosyadan anlaşılmayan ancak 1974 tarihinden önce inşa edildiği tespit edilebilen gecekonduya 1982 yılına kadar dokunulmadığını not etmek gerekir. Başvurucu 1982 yılına kadar bu yapıyı kullanmış ve yapının mevzuata aykırılığı hususunda kamu makamlarınca uyarılmamıştır. Dolayısıyla söz konusu yapının bu kadar uzun bir süre kullanılmasının başvurucu bakımından önemli bir ekonomik menfaat teşkil ettiği ve bu yönden başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca mülkiyet hakkı kapsamında korunması gereken bir menfaatinin mevcut olduğu kabul edilmiştir.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

34. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, §§ 55-58).

35. Somut olayda başvurucunun, üzerine gecekondunun inşa ettirdiği taşınmazın Kara Harp Okulunun genişleme sahası içinde kalması nedeniyle başvurucuya ait gecekondu ve ağaçlar 1974 yılında kamulaştırılmış ise de daha sonra bundan vazgeçilmiştir. Bununla birlikte gecekondu, İdarenin isteği üzerine 1982 yılında Ankara Belediyesi tarafından yıktırılmıştır. Başvurucunun açtığı davanın sonucunda Ankara 12. Asliye Hukuk Mahkemesince gecekondu ve ağaçların bedeli karşılığında başvurucu lehine 362.986 TL tazminata hükmedilmiştir.

36. Gecekondunun yıktırılmasının sebebi dosyadan tam olarak anlaşılamamakta ise de bunun imar mevzuatına aykırılık sebebine dayanmadığı açıktır. Diğer bir ifadeyle başvurucunun gecekondusunun Ankara Belediyesi tarafından imar düzenlemelerine aykırı olduğu gerekçesiyle yıktırıldığına dair bir veri dosyada bulunmamaktadır. İdarece 1974 yılında verilmiş kamulaştırma kararının bulunduğu ve gecekondunun İdarenin isteği üzerine yıktırıldığı gözetildiğinde bu müdahalenin taşınmazın kamu hizmetinde kullanılması amacıyla yapıldığı kanaatine varılmıştır. Gecekondunun imar mevzuatına aykırılık gerekçesiyle değil üzerine inşa edildiği taşınmazın kamu hizmetinde kullanılacak olması sebebiyle yıktırılması şeklindeki müdahalenin mülkten yoksun bırakma mahiyetinde olduğu sonucuna ulaşılmıştır.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

37. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

38. Anayasa'nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Anılan madde uyarınca temel hak ve özgürlükler, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaksızın Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62). Bu itibarla öncelikle müdahalenin kanuni dayanağının bulunup bulunmadığı incelenmelidir.

39. Anayasa Mahkemesi, daha önce çeşitli kararlarında kamulaştırmasız el atma yoluyla yapılan müdahalelerin kanuni bir dayanağı bulunmadığından mülkiyet hakkının ihlaline yol açtığını kabul etmiştir (Celalettin Aşçıoğlu, B. No: 2013/1436, 6/3/2014; Mustafa Asiler, B. No: 2013/3578, 25/2/2015; İbrahim Oğuz ve diğerleri, B. No: 2013/5926, 6/10/2015; Şevket Karataş [GK], B. No: 2015/12554, 25/10/2018).

40. Kamulaştırmasız el atma, idareye taşınmazı kullanma ve kamulaştırma işlemi yapmadan taşınmazı elde etme imkânı sağlamaktadır. Böyle bir kamulaştırma işlemi olmadığından, kullanılan taşınmazın devrini meşrulaştırma ve belli bir hukuki güvence sağlama imkânı sunan tek unsur, idare tarafından kullanımın yasal olmadığını tespit eden ve bireylere kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat ödenmesine hükmeden mahkeme kararıdır. Kamulaştırmasız el atma uygulaması, hukuki planda taşınmazların maliki olarak kalan başvurucuları, herhangi bir kamu yararı gerekçesi ile eylemini haklı kılmayan idareye karşı dava açmak zorunda bırakmaktadır. Böyle bir kamu yararı gerekçesinin gerçekliği ancak daha sonra mahkemeler tarafından değerlendirilmektedir. Başka bir deyişle kamulaştırmasız el atma, her ne olursa olsun idare tarafından istenerek oluşturulmuş kanuna aykırı bir durumu hukuki olarak kabul etmeye ve idareye kanuna aykırı davranışından fayda sağlama imkânı sunmaya yol açmaktadır. İdareye resmî kamulaştırma kurallarının ötesine geçme imkânı sağlayan böyle bir uygulama, kişilerin öngörülemez ve keyfî durumlarla karşılaşması tehlikesi taşımaktadır. Söz konusu uygulama, yeterli derecede hukuki güvence temin edecek ve gerektiği şekilde gerçekleştirilen bir kamulaştırmanın alternatifini oluşturacak nitelikte değildir (Celalettin Aşçıoğlu, § 57).

41. Somut olay yönünden öncelikle kamulaştırmasız el atma olgusunun mevcut olup olmadığı belirlenmelidir. Anayasa'nın 46. maddesinin birinci fıkrasında kamulaştırma yetkisi düzenlenirken özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların kamulaştırmaya konu olabileceği belirtilmiştir. Taşınmaz mülkiyeti kural olarak taşınmazın mütemmim cüzü niteliğinde olan yapı ve ağaçları da kapsadığından kamulaştırma işleminin bunları da içerdiği hususunda tereddüt bulunmamaktadır. Bununla birlikte taşınmazın üzerindeki muhdesatın ekonomik menfaatinin taşınmazın malikinin dışındaki bir kişiye ait olması da mümkündür. Bu gibi durumlarda muhdesatın doğurduğu ekonomik menfaat, taşınmazdan bağımsız olarak mülk teşkil edebilir. Bu itibarla Anayasa'nın 46. maddesinin birinci fıkrasında sözü edilen taşınmaz kavramı dar bir biçimde yorumlanmamalı, muhdesatın taşınmazın zemininden ayrı olarak mülk teşkil ettiği hâllerde muhdesatı da kapsadığı kabul edilmelidir. Nitekim 2942 sayılı Kanun'un 19. maddesinin son fıkrasında başkası adına tapulu, sahipsiz ve/veya zilyedi tarafından iktisap edilmemiş yerin kamulaştırmasında binaların asgari levazım bedelinin, ağaçların ise 2942 sayılı Kanun'un 11. maddesi çerçevesinde takdir olunan bedelinin zilyedine ödeneceği belirtilmek suretiyle muhdesatın da kamulaştırılabileceği ifade edilmiştir. Yargıtayın uygulaması da bu yöndedir (bkz. § 18). Şu hâlde taşınmazın maliki ile taşınmaz üzerindeki muhdesatın kullanımından doğan ekonomik menfaatin malikinin farklı kişiler olması durumunda muhdesatın kamu mülkiyetine geçirilmesi de Anayasa'nın 46. maddesindeki güvencelere tabi olarak gerçekleştirilmelidir.

42. Olayda İdare tarafından Kara Harp Okulu genişleme alanı olarak kullanılan taşınmazın üzerindeki yapı ve ağaçların başvurucu yönünden mülk teşkil ettiği yukarıda tespit edilmiştir (bkz. §§ 31-33). Dolayısıyla başvurucuya ait muhdesatın mülkiyetinin kamuya geçirilmesinde Anayasa'nın 46. maddesindeki güvencelere uygun olarak hareket edilmesi mecburiyeti bulunmaktadır.

43. İdare 1974 yılında bina ve ağaçlara yönelik olarak kamulaştırma işlemi tesis etmiş ise de sonradan kamulaştırmadan vazgeçmiştir. Ancak İdarenin 1982 yılında taşınmazın yıktırılması yönünde istekte bulunması üzerine Ankara Belediyesince binanın yıkımı gerçekleştirilmiştir. Yıkım talebinin yeni bir kamulaştırma kararına dayanıp dayanmadığı dosyadan anlaşılmamakla birlikte İdarenin yıkım işleminden önce kamulaştırma bedelini ödemediği tartışmasızdır. İdarenin 1974 tarihli kamulaştırma işlemine dayalı olarak binayı yıktırdığı kabul edilse bile kamulaştırma bedeli ödenmeden gerçekleştirilen yıkım işleminin Anayasa'nın 46. maddesindeki özel güvencelere uygun olduğu söylenemeyecektir. Bu bağlamda Anayasa'nın 46. maddesiyle kamulaştırma bedelinin peşin ödenmesinin kamulaştırmanın geçerlilik koşulu olarak düzenlendiği unutulmamalıdır.

44. Sonuç olarak başvurucunun gecekondusunun Anayasa'nın 13., 35. ve 46. maddeleriyle 2942 sayılı Kanun'da belirtilen usule uyulmaksızın yıktırılmasının müdahaleyi kanuni temelden yoksun bıraktığı değerlendirilmiştir.

45. Başvurucu tarafından 17/6/1982 tarihinde Ankara 12. Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan davada başvurucu lehine 362.986 TL tazminata hükmedilmesi, söz konusu ihlalin derece mahkemelerince de tanındığı anlamına gelmektedir. Bu durumda Anayasa Mahkemesince yapılacak inceleme ihlalin giderilip giderilmediğinin tespitinden ibaret olacaktır. İhlalin giderilmediğinin tespiti hâlinde devam ettiğinin kabulü gerekecektir.

46. Belirtilmelidir ki kamulaştırmasız el atma yoluyla mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde ihlalin tespit edilmesi yeterli giderim sağlamaz. Gerçek manada giderimden söz edilebilmesi için taşınmazın elkoyma tarihindeki gerçek değerinin malike ödenmesi gerekir. Olayda Ankara 12. Asliye Hukuk Mahkemesi başvurucu lehine 362.986 TL tazminata hükmetmiştir. Başvurucunun tazminatın miktarına yönelik bir şikâyeti de bulunmamaktadır.

47. Ne var ki Ankara 12. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından 21/1/1988 tarihinde kesinleşen kararla hükmedilen tazminat başvurucuya ödenmemiştir. Başvurucu 3/8/2014 tarihinde İdareye başvurarak tazminatın ödenmesini talep etmiş ise de ilama bağlanmış borcun on yıllık zamanaşımına tabi olduğu ve bu sürenin dolduğu gerekçesiyle başvurucuya ödeme yapılmamıştır. Başvurucunun 9/2/2016 tarihinde başlattığı icra takibi de İdarenin şikâyeti üzerine İcra Hukuk Mahkemesinin 29/2/2016 tarihli kararıyla, borcun 6098 sayılı Kanun'un 156. maddesinin ikinci fıkrası ile 2004 sayılı Kanun'un 39. maddesinin birinci fıkrası uyarınca zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle geri bırakılmıştır. Dolayısıyla başvurucu, kamulaştırmasız el atma sebebiyle lehine hükmedilen tazminat tutarına ulaşamamıştır.

48. Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuki güvenliği sağlayan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuk kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir (AYM, E.2017/16, K.2019/64, 24/7/2019, § 43).

49. Hukuk güvenliğinin ve hukukun üstünlüğünün sağlanması için devletin işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun açık tutulması yeterli olmayıp yargı mercileri tarafından verilen kararların gecikmeksizin uygulanması da gerekir. Hukuk güvenliği ve hukukun üstünlüğü sadece hukuka aykırılıkların tespit edilmesiyle değil bunların tüm sonuçlarıyla ortadan kaldırılmasıyla sağlanabilir (AYM, E.2012/73, K.2013/107, 3/10/2013).

50. Anayasa'nın 138. maddesinin dördüncü fıkrasına göre yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Bu hükümde mahkeme kararlarına uyma ve bu kararları değiştirmeksizin yerine getirme hususunda yasama ve yürütme organları ile idare lehine herhangi bir istisnaya yer verilmemiştir. Yargı kararlarının ilgili kamu makamlarınca zamanında yerine getirilmediği bir devlette, bireylerin yargı kararıyla kendilerine sağlanan hak ve özgürlükleri tam anlamıyla kullanabilmeleri mümkün olmaz. Dolayısıyla devlet, yargı kararlarının zamanında icra edilmesini sağlayarak bireyler aleyhine oluşabilecek hak kayıplarını engellemekle ve bu yolla bireylerin kamu otoritelerine ve hukuk sistemine olan güven ve saygılarını korumakla yükümlüdür. Bu sebeple Anayasa'nın 2. maddesinde öngörülen hukuk devleti ilkesinin bir gereği olarak bireylerin kamu otoritesi ve hukuk sistemine olan güven ve saygılarını koruma adına vazgeçilemez bir görev ifa eden yargı kararlarının zamanında icra edilmeyerek sonuçsuz bırakılması kabul edilemez (bazı farklılıklarla birlikte bkz. Arman Mazman, B. No: 2013/1752, 26/6/2014, § 61).

51. Anayasa Mahkemesi, mülkiyet hakkına yönelik nihai bir yargı kararının uygulanmamasının ihlale yol açtığını daha önce çeşitli kararlarında kabul etmiş ve ilgili mahkeme kararını uygulamakla görevli kamu makamlarının kararın uygulanmasını engellemesinin veya kararın uygulanması için gerekli özeni göstermemesinin Anayasa'nın 35. maddesinin ihlali anlamına geldiğini vurgulamıştır (Kenan Yıldırım ve Turan Yıldırım, B. No: 2013/711, 3/4/2014, §§ 55-75; Mehmet Hocaoğlu, B. No: 2013/3207, 15/10/2015, §§ 59-74; Necdet Çetinkaya, B. No: 2013/7725, 24/3/2016, §§ 64-73; Ali Kayan, B. No: 2015/9814, 20/3/2019, §§ 69-75; Erol Aksoy (2) [GK], B. No: 2016/11026, 12/12/2019, §§ 75-84; Nebi Seyhan [GK], B. No: 2018/27882, 27/10/2021, §§ 50-66).

52. İdarenin başvurucuya tazminat ödenmesine hükmeden mahkeme kararının icrası yolunda herhangi bir girişimde bulunmadığı görülmüştür. Başvurucunun alacağının ödenmesi istemiyle 3/8/2014 tarihinde yaptığı başvurunun İdare tarafından zamanaşımı gerekçesiyle reddedildiği ve İdarenin bu görüşünün İcra Hukuk Mahkemesince de benimsendiği anlaşılmıştır.

53. İdari makamların yargı kararlarını daha hızlı icra edebilmek için kararın lehine verildiği kişiden birtakım bilgi ve belgeleri talep etmeleri makul karşılanmalıdır. Ancak idarenin bilgi ve belge talebinin kararın uygulanmasının güçleştirilmesine veya geciktirilmesine yönelik olmaması gerektiği gibi başvurucuya gereksiz külfet yükleyecek ya da kararın icrasından kaçınacak bir niteliğe bürünmemesi zorunludur. Mahkeme kararının icrası yükümlülüğünün idarenin doğrudan Anayasa'dan kaynaklanan bir ödevi olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla idarenin mahkeme kararının icrasından kaçınmaya yönelik her türlü işlem ve eylemi sözü edilen anayasal ödevle çelişecektir.

54. Olayda başvurucunun mahkeme tarafından hükmedilen tazminatın ödenmesi istemiyle kararın kesinleşmesinin üzerinden yaklaşık yirmi altı yıl sonra İdareye başvurması bir kusur olarak değerlendirilebilirse de bu durum İdarenin mahkeme kararını icra etme sorumluluğunu ortadan kaldırmamaktadır. İdarenin de yargı kararıyla hükmedilen tazminatın ödenmesi için elinden gelen tüm çabayı gösterdiğini ortaya koyması gerekir. Somut olayda tazminatın ödenmesi yükümlülüğü, kararın kesinleştiği 21/1/1988 tarihinden itibaren doğmuştur. Ancak İdare, bu tarihten itibaren aradan geçen onlarca yıla rağmen mahkeme kararında belirtilen tazminatın başvurucuya ödenmesi için neden bir girişimde bulunmadığını açıklamamıştır.

55. İdare salt borcun 6098 sayılı Kanun'un 156. maddesinin ikinci fıkrası ile 2004 sayılı Kanun'un 39. maddesinin birinci fıkrası uyarınca zamanaşımına uğradığı savını öne sürmüştür. 6098 sayılı Kanun özel hukuktan doğan borç ilişkilerini düzenlemekte olup sözü edilen Kanun'da geçen zamanaşımı kavramı yine anılan Kanun'un kapsamına giren özel borç ilişkilerine ilişkindir.

56. Özel borç ilişkilerinde zamanaşımı süresinin geçmiş bulunması, alacağı kendiliğinden sona erdirmemekte, sadece borçluya bir defi hakkı vermektedir. Borçlunun zamanaşımı defini öne sürmesi durumunda borç sona ermeyip eksik borç hâline dönüşmektedir. Zamanaşımı definin ileri sürülmesi, zamanaşımına uğramış borcun borçlusuna, borcu ifadan kaçınma hakkı tanımaktadır. Borçlunun zamanaşımı defini ileri sürmesi durumunda hâkim davayı reddetmek zorunda kalmakta, alacak varlığını sürdürse de takip edilebilir olmaktan çıkmaktadır (AYM, E.2014/85, K.2014/103, 6/4/2014).

57. Özel borç ilişkisinin tarafları resen icra yetkisi bulunmayan ve cebir kullanarak hakkını elde etmesi yasaklanan eşit düzeydeki kişilerden oluşmaktadır. Hukuk devletinde bir özel hukuk borcunun rızaen ödenmemesi hâlinde alacaklının alacağını zorla tahsil etmesi yasaklanmış, bunun yerine devletin oluşturduğu cebri icra mekanizmasına başvurması zorunluluğu getirilmiştir. Devletin cebri icra mekanizması kapsamında kanunlar çerçevesinde tanınan yetkilerini kullanarak alacaklının alacağını borçludan tahsil etmesi öngörülmüştür. Bununla birlikte borcun ödenmesi yükümlülüğünün doğmasının üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra artık bunun tahsili için devletin cebri icra mekanizmasının harekete geçirilmesindeki kamu yararı önemini yitirmektedir. Bu nedenle kanunlarla belirlenen zamanaşımı süresinin dolmasından sonra borçlunun zamanaşımı defini ileri sürmesi hâlinde -borç ortadan kalkmasa bile- devletin cebri icra mekanizmasının artık harekete geçirilmemesi gerektiği kabul edilmektedir (Aysel Dinçel ve Günsel Sancaktar, B. No: 2019/2236, 21/9/2022, § 61).

58. Özel kişiler arasındaki borçlar yönünden alacağın belli bir süreden sonra takip edilebilir olmaktan çıkması anayasal yönden haklı temellere dayansa da aynı durumun kamu otoritelerinin anayasal yükümlülüklerinin ihlalinden doğan borçları yönünden kabulü mümkün değildir. Kamu otoritelerinin borçlarını ifa etmesi, bu bağlamda yargı kararıyla devlet aleyhine hükmedilen tazminatı ödemesi devlet olma olgusundan kaynaklanan bir yükümlülüktür. Kamu otoriteleri egemen güç olan devletin organları mahiyetindedir. Vatandaşları ve sahip olduğu toprak parçası üzerinde yaşayan diğer kişiler üzerinde egemenlik yetkisine sahip olan devletin mahkeme ilamına bağlanan borçlarını ödememesi düşünülemez. Devletten alacağı olan kişinin kendi imkânlarıyla bu alacağını tahsil etmesi mümkün olmadığı gibi özel kişiler arasındaki borç ilişkilerinden farklı olarak alacağının tahsili için borçlu (devlet) dışında başvurabileceği bir merci de bulunmamaktadır. Diğer bir ifadeyle borçlunun siyasi birliğin kurucusu niteliğindeki devlet olduğu hâllerde alacaklı alacağının tahsili konusunda bir ölçüde çaresiz bir pozisyondadır. Borçlunun bu çaresizliğinin farkında olan devletin, iradesinin ürünü olan kanuni düzenlemelere uyması ve mahkeme ilamına bağlanan borcunu, alacaklıyı herhangi bir merciye başvurmak zorunda bırakmadan ödemesi gerekir. Devletin anayasal ve kanuni yükümlülüklerine uymamasından lehine haklar çıkarması saygınlığına gölge düşürür (bazı farklarla birlikte bkz. Aysel Dinçel ve Günsel Sancaktar, § 62).

59. Somut olayda İdare, kamulaştırmaya ilişkin anayasal ve kanuni güvencelere uymaksızın başvurucunun mülkiyet hakkına müdahale etmiş; ardından bu ihlalin giderilmesi için mahkeme tarafından hükmedilen tazminatı ödemek için hiçbir girişimde bulunmamış, başvurucunun ödeme talebini de zamanaşımı gerekçesiyle yerine getirmemiştir. Mahkeme kararıyla hükmedilen tazminatın ödenmesi yükümlülüğünün yerine getirilmemesi Anayasa'nın 138. maddesinin yanında 35. maddesini ağır biçimde ihlal etmektedir. İdarenin anayasal yükümlülükleri ağır bir biçimde ihlal eden tazminatın ödenmesinin geciktirilmesi fiilinden lehine haklar çıkarması hukuk devleti ilkesiyle bağdaştırılamamıştır. Vurgulanmalıdır ki İdarenin mahkeme kararını icra etme yükümlülüğü belli bir sürenin geçmesiyle ortadan kalkmaz. Özel kişiler arasındaki borç ilişkilerinden doğan ve ilama bağlanmış borçların takip hakkının belli bir süreyle sınırlanması yukarıda açıklanan gerekçelerle makul görülse de üstün kamu gücü yetkileriyle donatılan kamu otoritelerinin mahkeme ilamına bağlanmış borçlarını zamanaşımı gerekçesiyle ödemeyi reddetmesi kabul edilebilir değildir.

60. Sonuç olarak somut olayda kamulaştırmasız el atma sebebiyle doğan zararına karşılık olarak mahkeme tarafından hükmedilen tazminatın başvurucuya zamanaşımı gerekçesiyle ödenmemesi Anayasa'nın 35. maddesiyle bağdaşmamaktadır. İhlalin giderimi amacıyla hükmedilen tazminatın ödenmemesi mülkiyet hakkının ihlalinin devam ettiğini göstermektedir.

61. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

Recai AKYEL, Yıldız SEFERİNOĞLU, Selahaddin MENTEŞ, İrfan FİDAN ve Muhterem İNCE bu görüşe katılmamışlardır.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

62. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

63. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesi ve sonuçlarının giderilmesi için gerekenlere karar verilmesi talebinde bulunmuştur.

64. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

65. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

66. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

67. İncelenen başvuruda, başvurucu lehine hükmedilen tazminatın ödenmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlal idarenin eyleminden kaynaklanmıştır. Ancak mahkeme de ihlali giderememiştir.

68. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş, yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

69. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA Recai AKYEL, Yıldız SEFERİNOĞLU, Selahaddin MENTEŞ, İrfan FİDAN ve Muhterem İNCE'nin karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,

B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE Recai AKYEL, Yıldız SEFERİNOĞLU, Selahaddin MENTEŞ, İrfan FİDAN ve Muhterem İNCE'nin karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Ankara 3. İcra Hukuk Mahkemesine (E.2016/186, K.2016/151) GÖNDERİLMESİNE,

D. 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 27/10/2022 tarihinde karar verildi.

 

 

 

KARŞIOY

1. Mahkemenin Sayın çoğunluğu tarafından başvurucunun Anayasa'nın 35. Maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiği yönündeki çoğunluk kararına belirtilen gerekçelerle katılmadık.

2. Kararda başvurucunun tüm iddiaları mülkiyet hakkı kapsamında görülmüş (§ 27), daha sonra başvurunun kabul edilebilir olduğu kanaatine varılarak (§ 28) esas incelemesine geçilmiştir.

3. Mülkün varlığı yönünden; kararda 1974 tarihinden önce inşa edildiği tespit edilebilen gecekonduyu 1982 yılında yıkılana kadar başvurucunun kullandığı ve bu süre zarfında yapının mevzuata aykırılığı hususunda kamu makamlarınca uyarılmadığı, söz konusu yapının bu kadar uzun bir süre kullanılmasının başvurucu bakımından önemli bir ekonomik menfaat teşkil ettiği ve mülkiyet hakkı kapsamında korunması gereken bir menfaatinin mevcut olduğu kabul edilmiştir (§ 33).

4. Müdahalenin varlığı ve türü yönünden; kararda başvurucuya ait gecekondunun yıktırılmasının sebebinin tam olarak anlaşılmadığı ancak imar mevzuatına aykırılık sebebine dayanmadığının açık olduğu, zira imar düzenlemelerine aykırı olduğu gerekçesiyle yıktırıldığına dair bir verinin bulunmadığı, bununla birlikte İdarece 1974 yılında verilmiş (daha sonra vazgeçilmiş olan -§ 35-) kamulaştırma kararının bulunduğu ve gecekondunun İdarenin isteği üzerine yıktırılması nedeniyle müdahalenin taşınmazın kamu hizmetinde kullanılması amacıyla yapıldığı, dolayısıyla gecekondunun imar mevzuatına aykırılık gerekçesiyle değil üzerine inşa edildiği taşınmazın kamu hizmetinde kullanılacak olması sebebiyle yıktırılması şeklindeki müdahalenin mülkten yoksun bırakma mahiyetinde olduğu değerlendirilmiştir (§ 36).

5. Müdahalenin ihlal oluşturup oluşturmadığı yönünden; kararda önce Anayasa Mahkemesinin daha önceki kararlarında kamulaştırmasız el atma yoluyla yapılan müdahalelerin kanuni bir dayanağı bulunmadığından mülkiyet hakkının ihlaline yol açtığını kabul ettiği hatırlatılmış (§ 39), taşınmazın maliki ile taşınmaz üzerindeki muhdesatın kullanımından doğan ekonomik menfaatin malikinin farklı kişiler olması durumunda muhdesatın kamu mülkiyetine geçirilmesinin de Anayasa'nın 46. maddesindeki güvencelere tabi olması gerektiği değerlendirilmiştir (§ 41). Somut olayda bağlamında yapılan değerlendirmede başvurucuya ait muhdesatın mülkiyetinin kamuya geçirilmesinde anılan güvencelere uygun olarak hareket edilmesi mecburiyeti bulunduğu (§ 42), önce başvurucuya ait gecekondu ve ağaçlara yönelik kamulaştırma işlemi tesis etmiş sonradan bundan vazgeçilmiş olsa da İdarenin 1982 yılında taşınmazın yıktırılması yönünde istekte bulunması üzerine Belediyece binanın yıkıldığı, yıkım talebinin yeni bir kamulaştırma kararına dayanıp dayanmadığı anlaşılamamakla birlikte İdarenin yıkım işleminden önce kamulaştırma bedelini peşin ödemediğinin tartışmasız olduğu, bunun Anayasa'nın 46. maddesindeki özel güvencelere uygun olmadığı belirtilmiş ve yıkımın kanuni temelden yoksun olduğu sonucuna varılmıştır (§§ 43, 44). Aslında başvurucu tarafından davada başvurucu lehine tazminata hükmedilmesinin söz konusu ihlalin derece mahkemelerince de tanındığı anlamına geldiği, dolayısıyla Anayasa Mahkemesince yapılacak inceleme ihlalin giderilip giderilmediğinin tespitinden ibaret olacağı (§ 45), gerçek manada giderimden söz edilebilmesi için ise taşınmazın elkoyma tarihindeki gerçek değerinin malike ödenmesi gerektiği belirtilmiştir (§ 45).

6. Kararda 21/1/1988 tarihinde kesinleşen derece mahkemesi kararıyla hükmedilen tazminatın başvurucuya ödenmemiş olduğu, 3/8/2014 tarihinde yapılan başvurucunun talebine rağmen borcun on yıllık zamanaşımına tabi olduğu ve bu sürenin dolduğu gerekçesiyle İdarece ödeme yapılmadığı, 9/2/2016 tarihinde başlatılan icra takibinden de aynı gerekçelerle sonuç alınamadığı ve başvurucunun tazminata kavuşamadığı tespit edilmiştir (§ 47).

7. Kararda Anayasa'nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesi ile Anayasa'nın 138. maddesinde düzenlenen yasama ve yürütme organları ile idarenin mahkeme kararlarına uyması zorunluluğuna atfen yargı kararlarının zamanında icra edilmeyerek sonuçsuz bırakılmasının kabul edilemeyeceği vurgulanmış (§§ 48-50), Anayasa Mahkemesinin mülkiyet hakkına yönelik nihai bir yargı kararının uygulanmasını kamu makamlarınca engellemesinin veya kararın uygulanması için gerekli özeni göstermemesinin Anayasa'nın 35. maddesinin ihlali anlamına geldiğine ilişkin önceki kararları hatırlatılmıştır (§ 51). Mahkeme kararının icrası yükümlülüğünün idarenin doğrudan Anayasa'dan kaynaklanan bir ödevi olduğu ve idarenin mahkeme kararının icrasından kaçınmaya yönelik her türlü işlem ve eyleminin sözü edilen anayasal ödevle çelişeceği vurgulanmıştır (§ 53).

8. Kararda somut olayda İdarenin başvurucuya tazminat ödenmesine hükmeden mahkeme kararının icrası yolunda herhangi bir girişimde bulunmadığı, aksine alacağının ödenmesi isteminin zamanaşımı gerekçesiyle reddedildiği belirtilmiş (§ 52), başvurucunun mahkeme tarafından hükmedilen tazminatın ödenmesi istemiyle kararın kesinleşmesinin üzerinden yaklaşık yirmi altı yıl sonra İdareye başvurmasının bir kusur olarak değerlendirilebileceği ancak bunun İdarenin mahkeme kararını icra etme sorumluluğunu ortadan kaldırmadığı, İdarenin aradan geçen onlarca yıla rağmen mahkeme kararında belirtilen tazminatın başvurucuya ödenmesi için neden bir girişimde bulunmadığını açıklamadığı ifade edilmiştir (§ 54).

9. Kararda İdarenin salt borcun 6098 sayılı Kanun'un 156. maddesinin ikinci fıkrası ile 2004 sayılı Kanun'un 39. maddesinin birinci fıkrası uyarınca zamanaşımına uğradığı savını öne sürmesine karşılık 6098 sayılı Kanun'un, dolayısıyla daburadaki zamanaşımına ilişkin hükümlerin özel hukuktan doğan borç ilişkilerini düzenlemekte olduğu yorumu yapılmıştır (§ 54). Özel kişiler arasındaki borçlar yönünden alacağın belli bir süreden sonra takip edilebilir olmaktan çıkmasının anayasal yönden haklı temellere dayandığı kabul edilse bile kamu otoritelerinin anayasal yükümlülüklerinin ihlalinden doğan borçları yönünden bunun kabulünün mümkün olmadığı değerlendirilmiştir (§ 58).

10. Kararda somut olayda kamulaştırmasız el atma sebebiyle doğan zararına karşılık olarak mahkeme tarafından hükmedilen tazminatın başvurucuya zamanaşımı gerekçesiyle ödenmemesinin Anayasa'nın 35. maddesini ihlal ettiği sonucuna varılmıştır (§ 60).

11. Aşağıda açıklanan nedenlerle çoğunluğun kabul edilebilirlik ve esasa ilişkin vardığı sonuçlara katılmamaktayız.

12. Başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesine geçmeden önce somut olaya ilişkin birtakım açıklamalar yapılması ve bazı tespitlerde bulunulması uygun olacaktır.

1. Olaya İlişkin Bazı Açıklamalar ve Tespitler

a. Somut Olaya ve Zamanaşımı Nedeniyle Yerine Getirilmeyen Kararın Konusuna İlişkin Açıklamalar

13. Başvuru formu ve eklerindeki bilgi ve belgelerden somut olayda tam olarak neler yaşandığı anlaşılamamaktadır. Yukarıda verilen özetten de anlaşılacağı üzere aslında çoğunluk da bazı hususları saptayamadığını açıkça ifade etmiş ancak bir takım varsayımlarda bulunarak incelemeye devam etmiştir.

14. Başvuru formu ve ekleri incelendiğinde somut olaya ilişkin en kapsamlı bilginin -icra edilmediği ileri sürülen- Ankara 12. Asliye Hukuk Mahkemesinin 12/11/1987 tarihli ve E.1987/249, K.1987/318 sayılı kararında olduğu görülmüştür. Bu sebeple anılan kararın ilgili kısmına aşağıda aynen yer verilmiştir:

"Davacı : Feramuz Yıldırım (...)

Davalılar: 1) Milli Savunma Bakanlığı (...)

2) Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı (...)

Dava : Alacak

(...)

Muhakeme: Yargıtay bozma ilamına uyularak davacı ile MSB vekilinin yüzüne karşı belediye vekilinin kısmen yokluğunda ve açık olarak yapılmıştır.

Davacının gecekondu tipinde bir binası bulunduğu ve bu yerin MSB tarafından istimlak edildiği ve davacının 28.10.1974 tarihinde istimlak bedelinin arttırılması davası açtığı ve Ankara 7 nci Asliye Hukuk Mahkemesinde 1975/706 [?] sayıda istimlak bedelinin arttırılarak farkı olan 10.779 TL'nin 30.12.1975 tarihinde faiz muhakeme masrafı ile birlikte MSB den alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir.

MSB istimlak bedeli olan 37.014 TL'yi Ziraat Bankası merkez şubesindeki hesaba yatırmış ve davacının evini yıkmadığı için davacı istimlak bedelini mahkemeden almamıştır.

Davacı 28.10.1974 de MSB aleyhine açtığı 1976/561 [önceki paragraftaki dava ile dava tarihi aynı, sayı farklı] sayılı davada istimlak bedelinden dolayı 47.800 TL istemiş ve yapılan duruşmada dava konusu yerin istimlak sahası dışında olduğundan davanın reddine 5.11.1976 tarihinde karar verilmiştir.

Davacının evi yıktırılmadığı için davacı istimlak bedelini bankadan almamış ve evini tasarruf etmeye devam etmiş ve evinin yıkılacağı bildirilmesi üzerine 17.6.1982 tarihinde tespit istemiş ve bilirkişi Ahmet Didin verdiği 24.6.1982 tarihli raporunda arsa hariç bina bedelinin 491.840 TL olduğunu bildirmiştir.

1982 yılında MSB nin isteği üzerine Ankara Belediyesinin binayı yıktığı ve enkazını davacıya vermediği, bedelini de ödemediği anlaşılmış ve toplanan deliller göz önünde tutularak bilirkişi tetkikatı yaptırılmış ve bilirkişi inşaat yüksek mühendisi Recep Üstünel verdiği 5.6.1986 tarihli raporunda davacının bina bedelinin 400.000 TL olduğunu bildirmiştir.

Tarafların iddia ve savunmaları tespit dosyası bilirkişi raporu [okunamadı] mahkeme ilanları göz önünde tutularak durum takdir edilmiş buna göre 400.000 TL'nin davalı MSB den alınarak davacıya verilmesi gerektiği sonuç ve kanaatine varılmıştır.

Netice: Davacı iddiası sabit bulunduğundan (400.000) TL'den Ziraat Bankası Merkez Şubesindeki hesaba 221604 nolu dekont ile yatırılmış bulunan (37.014) TL'nin istimlak bedeli düşündükten sonra geriye kalan (362.986)TL nin (18.300) TL muhakeme masrafı ile birlikte davalı MSB den alınarak davacıya verilmesine belediye hakkındaki davanın reddine (...) karar verildi."

15. Somut olayda başvurucuya ait bir gecekondunun olduğu ve bu gecekondunun kamu makamlarınca yıkıldığı sabittir. Bununla birlikte bu gecekondunun üzerinde bulunduğu taşınmazın başvurucuya ait olup olmadığı belli değildir. Kararda geçen iki ayrı davada MSB tarafından istimlak edilenin ne olduğu, dolayısıyla istimlak bedelinin artırılması davalarının hangi yerlere ilişkin olduğu belli değildir. Alıntı yapılan kararda yer alan sonraki açıklamalardan davacı ile idare arasında gecekondunun kendisi ile ilgili bir problemin olduğu, bu problemin çözülmemesi nedeniyle somut başvuruya konu tazminattan önce hükmedilen bir istimlak bedelinin davacı tarafından alınmadığı anlaşılmaktadır. Ancak kararın bütününden istimlak edilen şeyin başvuruya konu gecekondunun kendisi olmadığının anlaşılması daha muhtemeldir.

16. Kararda davanın konusunun "mahkemece hükmedilen kamulaştırma bedelinin ödenmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkin" olduğu belirtilmiş ise de yukarıdaki karardan söz konusu davanın kamulaştırma bedeliyle ilgili olduğu sonucu çıkarılamamaktadır. Başvurucunun daha önce 28/10/1974 tarihinde Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesinde istimlak bedelinin arttırılması davası açtığı ve bu davanın karara bağlandığı gözetildiğinde somut başvuruda icra edilmediği ileri sürülen Ankara 12. Asliye Hukuk Mahkemesinin 12/11/1987 tarihli kararının hangi gerekçeyle kamulaştırma bedeli olarak kabul edildiği çoğunluk görüşünden tam olarak anlaşılamamaktadır. Bu bağlamda söz konusu davanın bizatihi mahkemesi tarafından "alacak" davası olarak nitelendirildiğini de ayrıca kaydetmek gerekir. Mahkeme herhangi bir yerde bu davanın kamulaştırma bedeliyle ilgili olduğunu ifade etmemiştir. Halbuki derece mahkemesi önceki dava süreçlerini açıklarken "istimlak bedeli" kavramını kullanmıştır. Gecekonduya ilişkin başvuruya konu dava bir istimlak sonrası değil 1982 yılında MSB nin isteği üzerine Ankara Belediyesinin binayı yıkması ve enkazını davacıya vermemesi, bedelini de ödememesi üzerine açılmıştır.

17. Keza kararda gecekonduya ilişkin kamulaştırmadan vazgeçildiği belirtilmiş ise de yukarıda alıntı yapılan derece mahkemesi kararında ve diğer resmi belgelerde bu yönde bir bilgi tespit edilememiştir. Nitekim çoğunluk görüşünün "Olay ve Olgular " başlığı altında da olgusal dayanağı olan bir bilgiye yer verilmemiştir. Buna rağmen kararın "Değerlendirme" başlığı altında bu husus olgusal bir gerçeklikmiş gibi sunulmuş, sonrasında -gecekondunun yıkılma nedeninin anlaşılamadığı kararda da belirtilmesine rağmen- daha önce kamulaştırma kararı aldığı ve vazgeçildiği hususu da gerekçe gösterilerek somut olaydaki yıkım kamulaştırmasız el atma olarak değerlendirilmiştir. Anayasa Mahkemesinin derece mahkemeleri önündeki davaları -onların vasıflandırmasından farklı olarak- bu şekilde ilk elden vasıflandırmaktan mümkün olduğunca uzak durması gerekir. Dahası Mahkeme bunu eksik bilgi ve belge üzerinden varsayıma dayalı olarak yapmamalıdır.

18. Tüm bu açıklamalar dikkate alındığında zamanaşımı nedeniyle icra edilmeyen Ankara Asliye 12. Hukuk Mahkemesinin yukarıdaki kararının -somut olayda birçok belirsizlik bulunmakla birlikte- alacak davası sonucunda verilen başvurucuya ait gecekondunun yıkılması nedeniyle uğranılan zararların tazminine ilişkin bir karar olduğunun değerlendirilmesi gerekir.

b. Mülkün Tespiti

19. Yukarıda işaret edilen tüm belirsizlikler ve bu belirsizliklere dayalı ihtimaller de göz önünde bulundurulduğunda mülkün çoğunluk görüşündekinin aksine gecekondu olarak değil Ankara 12. Asliye Hukuk Mahkemesince hükmedilen alacak olarak belirlenmesinin isabetli olacağı düşünülmektedir. Esasında başvurucu da temel olarak mahkemece kesin hükme bağlanmış alacağının zaman aşımına uğraması nedeniyle ödenmemesinden şikâyet etmektedir. Aslında kararın geneline ve "Sonuç olarak somut olayda kamulaştırmasız el atma sebebiyle doğan zararına karşılık olarak mahkeme tarafından hükmedilen tazminatın başvurucuya zamanaşımı gerekçesiyle ödenmemesi Anayasa'nın 35. maddesiyle bağdaşmamaktadır." şeklindeki sonuç paragrafına (§ 60) bakıldığında çoğunluğun da -kamulaştırmasız el atmadan kaynaklansa bile- başvurudaki asıl sorunun bir alacağın ödenmemesi olduğunu kabul ettiği anlaşılmaktadır. Dahası Anayasa Mahkemesi kamulaştırmasız el atma davaları sonucu verilen kararların icra edilmemesine ilişkin başvurularda da -diğer icra etmeme başvurularında olduğu gibi- mülk olarak mahkeme kararıyla icra edilebilir kılınan "alacağı" görmektedir (Çok sayıda karar arasında son dönemde verilmiş bazı kararlar için bkz. Alattin Demir, B. No: 2018/37350, 18/1/2022; Ali Erol Savaş ve diğerleri, B. No: 2019/13218, 22/2/2022; Naciye Turğut, B. No: 2019/9034, 16/6/2022) . Somut olayda bu kararlardan neden ayrılındığı ise izah edilmemiştir.

c. Müdahalenin Tespiti

20. Kararda mülkün varlığının mahkemece hükmedilen alacaktan hareketle tespit edilmeyip gecekondudan hareketle tespit edilmiş olmasının neticesi olarak somut olaydaki müdahalenin türü mülkten yoksun bırakma olarak belirlenmiştir. Halbuki Anayasa Mahkemesi kamulaştırmasız el atma davaları sonucu verilen kararların icra edilmemesine ilişkin başvurularda da -diğer icra etmeme başvurularında olduğu gibi- müdahalenin türünü mülkten yoksun bırakma olarak değil mülkten barışçıl yararlanmaya müdahale olarak kabul etmiştir (Çok sayıda karar arasında son dönemde verilmiş bazı kararlar için bkz. Ali Erol Savaş ve diğerleri, B. No: 2019/13218, 22/2/2022; Naciye Turğut, B. No: 2019/9034, 16/6/2022) . Somut olayda bu kararlardan neden ayrılındığı izah edilmemiştir.

d. Somut Olayda 4/2/2011 Tarihli ve 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 156. Maddesinin İkinci Fıkrası ile 9/6/1932 Tarihli ve 2004 Sayılı İcra ve İflas Kanunu'nun 39. Maddesinin Birinci Fıkrasının Uygulanıp Uygulanmayacağının Tespiti

21. Somut olayda idare ve derece mahkemeleri başvurucunun ilama dayalı alacağınının ödenmemesi bakımından 6098 sayılı Kanun'un 156. maddesinin "Borç bir senetle ikrar edilmiş veya bir mahkeme ya da hakem kararına bağlanmış ise, yeni süre her zaman on yıldır." şeklindeki ikinci fıkrası ile 2004 sayılı Kanun'un 39. maddesinin "İlama müstenit takip, son muamele üzerinden on sene geçmekle zamanaşımına uğrar." şeklindeki birinci fıkrasına dayanmıştır.

22. 6098 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten önceki dönemde uygulanan 818 sayılı (mülga) Borçlar Kanunu'nun 135. maddesinin ikinci fıkrasında, 6098 sayılı Kanun'la aynı doğrultuda hüküm içeren "Borç bir senette ikrar edilmiş veya bir hüküm ile sabit olmuş ise yeni müddet daima on senedir." kuralı bulunmaktadır.

23. Kararda 6098 sayılı Kanun'un 156. maddesinin ikinci fıkrası ilk elden -üstelik de anılan hükmü uygulamak ve yorumlamakla asıl görevli somut olaydaki mahkemelerin yorumlarından farklı olarak- yorumlanmış ve bu kuralın özel borç ilişkilerine ilişkin olduğu belirtilmiştir. Kararda Yargıtay içtihadının -somut olaydaki derece mahkemelerinden farklı olarak- söz konusu kanun hükmünü çoğunluk görüşündeki gibi yorumladığına ilişkin bir tespit bulunmamaktadır. Derece mahkemelerinin kanunları yorumlama ve uygulama konusunda Anayasa Mahkemesine göre daha iyi konumda bulundukları ve bu konuda daha uzman oldukları dikkate alındığında kanunların yorumunun -çok açık bir kanun hükmü olmadıkça- ilk elden Anayasa Mahkemesince yapılması uygun gözükmemektedir. Bu konuda -varsa- derece mahkemelerinin anılan kanun hükümlerine ilişkin yorumları ve uygulamaları üzerinden hareket edilmesi daha makul gözükmektedir.

24. Tarafımızdan yapılan araştırmada 6098 sayılı Kanun'un 156. maddesinin ikinci fıkrasının sadece özel hukuk ilişkilerinde uygulanması gerektiğini ifade eden bir Yargıtay kararına rastlanmamıştır. Aksine bir suç soruşturması ya da kovuşturması kapsamında mallarına el konulan ancak daha sonra bu soruşturma veya kovuşturmanın takipsizlikle ya da beraat veya düşme gibi kararlarla neticelenmesi ve el konulan malların iadesine hükmedilmesi üzerine mallarına el konulmuş olan kişilerin söz konusu malların iadesi ya da zararın tazmini istemiyle açtığı -kamunun taraf olduğu- bir çok davada, 6098 sayılı Kanun'un 156. maddesinin ikinci fıkrası ile 2004 sayılı Kanun'un 39. maddesinin birinci fıkrasının Yargıtay 4. Hukuk Dairesi tarafından uygulanabilir olduğunun değerlendirildiği görülmüştür (Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 2/3/2015 tarihli ve E.2014/16980, K.2015/2398 sayılı kararı; 8/12/2015 tarihli ve E. 2015/11482, K. 2015/14309 sayılı kararı; 11/5/2016 tarihli ve E.2016/3444, K.2016/6527 sayılı kararı; 17/2/2015 tarihli ve E.2014/674, K.2015/1600 sayılı kararı; 29/3/2016 tarihli ve E.2016/456, K.2016/4111 sayılı kararı). Anılan içtihada konu ilama bağlı borçlar da kamu borcu niteliğindedir.

25. Konuya ilişkin olarak Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 2/3/2015 tarihli ve E. 2014/16980, K. 2015/2398 sayılı kararına değinilebilir. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı aleyhine açılan davada Yargıtay 4. Hukuk Dairesi aşağıdaki şekilde karar vermiştir:

"Dava, haksız el koyma nedeniyle aynen iade veya tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar tarafından temyiz edilmiştir.

Davacılar, mirasçıları oldukları [K.K.]ye ait suça konu, el konulan ve iadesine karar verilen tereke eşyasının aynen iadesini, aksi takdirde bedelini talep etmiştir.

Davalı taraf, süresi içerisinde zamanaşımı def’inde bulunmuştur.

Mahkemece, 466 Sayılı Kanun'un 2. maddesi uyarınca, kesinleşmiş mahkeme kararının tebliğinden itibaren 3 aylık süre içerisinde davanın açılması gerektiği, dava ile ilgili mahkeme ilamının 24/02/1984 tarihinde kesinleşmiş olup süresi içerisinde dava açılmadığı gerekçesiyle, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiştir.

İcra ve İflas Kanunu’nun 39/1. maddesi ve Türk Borçlar Kanunu’nun 156/2. maddelerine göre ilamlar kararın verildiği günden itibaren 10 yıl geçmekle zamanaşımına uğrar. İade kararının 1988 yılında kesinleştiği, eldeki davanın açıldığı 18/07/2013 tarihi itibariyle ilam zamanaşımı süresinin geçtiği anlaşılmıştır. Her ne kadar mahkemece, 466 sayılı Kanun uygulaması ile zamanaşımı nedeniyle ret kararı verilmesi doğru değil ise de ilam zamanaşımı süresi geçtiğinden karar sonuç itibariyle doğrudur.

Şu durumda, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine ilişkin verilen karar sonuç olarak doğrudur. O nedenle,6217 sayılı Kanun'un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 438/9. maddesi uyarınca gerekçe değiştirilerek karar onanmalıdır."

26. Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 8/12/2015 tarihli ve E. 2015/11482, K. 2015/14309 sayılı kararına da değinilebilmesi uygun olabilir. Maliye Hazinesi aleyhine açılan davada Yargıtay 4. Hukuk Dairesi aşağıdaki şekilde karar vermiştir:

"(...)

Dosya kapsamından, davacı ile dava dışı kişiler hakkında, Şırnak Ağır Ceza Mahkemesinin 2003/62 esas sayılı dosyası üzerinden, 1918 Sayılı Kanun'a muhalefet suçundan kamu davası açıldığı, yapılan yargılama neticesinde 03/04/2003 tarihli karar ile sanığın delil yetersizliğinden beraatine, 07/03/2000 tarihli tutanak ile yediemine teslim edilen 120 adet keçiden 45 adetinin suçla ilgisi olmadığından sanığa iadesine karar verildiği, kararın 30/07/2003 tarihinde temyiz edilmeksizin kesinleştiği ve ilam niteliği kazandığı anlaşılmaktadır.

2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu'nun 39/1 ve olay tarihi itibari ile yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun 135/2. maddeleri uyarınca ilam zamanaşımı süresi 10 yıldır.30/07/2003 tarihinde kesinleşen ceza mahkemesi kararında, 45 adet küçükbaş hayvanın davacıya iadesine ilişkin hüküm bulunduğuna göre; dava konusu uyuşmazlığa ilam zamanaşımının uygulanması gerekmektedir. Davanın açıldığı 26/12/2012 tarihi itibariyle bu süre dolmamıştır.

Mahkemece, açıklanan yönler gözetilerek işin esası incelenip varılacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken, davanın zamanaşımından reddine hükmedilmiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir."

27. Bunların yanı sıra doktrinde 2004 sayılı Kanun'da düzenlenen ilamlı icradaki "ilam" kavramının hukuk mahkemelerince verilen ilamların yanı sıra ceza mahkemesi ilamlarının tazminata veya yargılama giderlerine ilişkin hüküm fıkrası ile tam yargı davası sonucunda verilmiş olan idari yargı merci ilamlarını da (yani ilama bağlanan kamu borçlarını da) kapsadığı ifade edilmiştir (Baki Kuru / Ramazan Arslan / Ejder Yılmaz, İcra ve İflas Hukuku Ders Kitabı, Yetkin Yayınları, 24. Baskı, Ankara, 2010, s.385-386).

28. Ayrıca 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 28. maddesinin ikinci fıkrasının "Konusu belli bir miktar paranın ödenmesini gerektiren davalarda hükmedilen miktar ile her türlü davalarda hükmedilen vekalet ücreti ve yargılama giderleri, davacının veya vekilinin davalı idareye yazılı şekilde bildireceği banka hesap numarasına, bu bildirim tarihinden itibaren, birinci fıkrada belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde yatırılır. Birinci fıkrada belirtilen süreler içinde ödeme yapılmaması halinde, genel hükümler dairesinde infaz ve icra olunur." hükmünü içerdiğini vurgulamak gerekir. Bu hükümden idarenin idari yargı kararına konu olan parasal borçlarının bile -bir şekilde ödeme yapılmaması hâlinde- genel hükümler (2004 sayılı Kanun hükümleri) dairesinde infaz ve icra olunacağı anlaşılmaktadır.

29. Tüm bu açıklamalar ışığında 6098 sayılı Kanun'un 156. maddesinin ikinci fıkrası ile 2004 sayılı Kanun'un 39. maddesinin birinci fıkrasının somut olayda uygulanabilir olmadığını söylemenin mümkün olmadığı, çoğunluğun ilk elden yaptığı kanun yorumunun kanuni ve içtihadi bir temelinin bulunmadığı değerlendirilmektedir.

2. Kabul Edilebilirlik Yönünden İnceleme

30. Kararda başvurunun kabul edilebilirliği ile ilgili olarak "Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir." denmiştir. Yukarıdaki tespitler ışığında gerekçesi aşağıda ayrıntılı açıklanacağı üzere başvurunun ya zaman bakımından yetkisizlik ya da süre aşımı nedeniyle reddedilmesi gerektiği değerlendirilmektedir.

31. Somut olayda Ankara 12. Asliye Hukuk Mahkemesinin zamanaşımı nedeniyle yerine getirilmeyen kararı 12/11/1987 tarihinde verilmiş ve bu karar 21/1/1988 tarihinde kesinleşmiştir.Başvurucu,3/8/2014 tarihinde idareye başvurarak mahkemece hükmedilen tazminatın tarafına ödenmesi talebinde bulunmuştur. Başvurucu başvuru formunda arada geçen süreye ilişkin olarak "Müvekkil bu ilamı alarak Milli Savunma Bakanlığından paranın ödenmesini talep etmiştir. Ancak yetkililer bu konuda ödenekleri olmadığını söyleyerek ödeme yapmamıştır. / 4- Müvekkil 1988 yılında ağır bir kalp krizi geçirerek uzun yıllar sağlığına kavuşamamış ve haklarını arayamamıştır. Müvekkil biraz kendine gelince 13.08.2014 tarihli dilekçeyle Milli Savunma Bakanlığına müracaatta bulunarak hastalığı nedeniyle alamadığı parasını talep etmiştir." şeklinde açıklamalarda bulunmuştur. İdare başvurucunun talebini alacağın zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle 21/10/2014 tarihinde reddetmiştir. Başvurucu bu ret kararından yaklaşık 16 ay sonra 9/2/2016 tarihinde icra takibi başlatmış ancak icra takibinden de -derece mahkemelerince 6098 sayılı Kanun'un 156. maddesinin ikinci fıkrası ile 2004 sayılı Kanun'un 39. maddesinin birinci fıkrasına dayanılması nedeniyle- olumlu netice alamamıştır.

32. Yukarıda açıklandığı üzere, 6098 sayılı Kanun'un 156. maddesinin ikinci fıkrası ile 2004 sayılı Kanun'un 39. maddesinin birinci fıkrasının kamunun borçları yönünden de uygulanabilirliğini engelleyen ne bir kanun hükmünün ne de yargısal içtihadın bulunmadığı, Anayasa Mahkemesinin -çok açık bir durum olmadıkça- ilk elden bir kanun hükmünü yorumlayarak somut olayda uygulanamaz kılamayacağı görüşündeyiz.

33. Somut olayda başvurucunun şikayeti zamanaşımı gerekçesiyle mahkeme ilamının icra edilmemesidir. Başvurucunun alacağı, ilgili mevzuat uyarınca en geç kararın kesinleştiği 21/1/1988 tarihinden on yıl sonra 21/1/1998 tarihinde icra edilebilir bir alacak olmaktan çıkmıştır. Bu tarih ise Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcından çok öncedir. Anılan tarihten -yani zamanaşımı süresi dolduktan- yaklaşık 16 yıl sonra idareye başvurulmasının ve 18 yıl sonra icra takibi başlatılmasının, Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi üzerinde herhangi bir etkisi bulunmamaktadır. Zira başvurucunun ihlal iddiası açısından bu yollar on yıllık süre dikkate alındığında etkili ve tüketilmesi gereken yollar olmaktan çıkmıştır. Dolayısıyla başvurunun zaman bakımından yetkisizlik nedeniyle kabul edilemez bulunması gerekir. Ayrıca başvurucunun "Müvekkil bu ilamı alarak Milli Savunma Bakanlığından paranın ödenmesini talep etmiştir. Ancak yetkililer bu konuda ödenekleri olmadığını söyleyerek ödeme yapmamıştır." şeklindeki mazertetinin hiçbir dayanağı gösterilmemiştir. Başvurunun "Müvekkil 1988 yılında ağır bir kalp krizi geçirerek uzun yıllar sağlığına kavuşamamış ve haklarını arayamamıştır. Müvekkil biraz kendine gelince 13.08.2014 tarihli dilekçeyle Milli Savunma Bakanlığına müracaatta bulunarak hastalığı nedeniyle alamadığı parasını talep etmiştir." şeklindeki mazereti ise gayrı ciddidir. 1988'de kalp krizi geçirip 26 yıl sonra 2014 yılında biraz kendine gelmesi şeklindeki durum hayatın olağan akışına tamamen aykırı olup böyle bir durum gerçekten çok çok istisnaen gerçekleşebilse belgeleriyle ispatı gerekir.

34. Karardaki görüş kabul edilse ve İdarenin yargı kararıyla hükmedilen tazminatın ödenmesi konusunda elinden gelen tüm çabayı göstermesi yönünde yükümlülüğünün bulunduğu ve bu yükümlülüğün 10 yıllık süreden sonra da devam ettiği kabul edilse bile mevcut başvurunun yine de esas incelemesine tabi tutulması mümkün gözükmemektedir. Zira bu gibi durumlarda başvurucudan özen yükümlülüğü kapsamında makul bir süre içinde Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunması beklenir. Nitekim Anayasa Mahkemesi, yaşam hakkı ile işkence ve kötü muamele yasağı kapsamında etkili soruşturma yükümlülüğünün ihlal edildiği iddialarıyla yapılan başvurularda bile eğer olaya ilişkin soruşturmada ilerleme yoksa veya soruşturma artık etkisiz bir hâl almışsa başvurucuların, gerekli özeni göstermesi ve şikâyetini çok uzun süre geçirmeden Anayasa Mahkemesine sunması gerektiğini kabul etmekte, aksi takdirde başvuruyu süre aşımı nedeniyle kabul edilemez bulmaktadır (Adle Azizoğlu ve Sadat Azizoğlu, B. No: 2014/15732, 24/1/2018). Somut olayda zamanaşımın gerçekleştiği tarihte Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolu açık değildir. Bu durumda başvurucudan -en azından- bireysel başvuruların kabul edilmeye başlandığı 23/9/2012 tarihinden makul bir süre sonra Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yapmasını beklemek gerekir. Ancak somut olayda başvurucu,23/9/2012 tarihinden sonra makul bir süre içinde bireysel başvuru yapmamıştır. Hatta başvurucu, alacağının ödenmesi talebiyle idareye yaptığı başvurunun zamanaşımı nedeniyle 21/10/2014 tarihinde reddedilmesi üzerine icra takibini dahi makul sürede başlatmamış ve bu dönemde yaklaşık 16 ay hiçbir sebep göstermeden hareketsiz kalmıştır. Dolayısıyla otuz günlük süre ister zaman bakımından yetkinin başlangıcı olan 23/9/2012 tarihi esas alınarak ister idarenin ödememe iradesini açıkça ortaya koyduğu 21/10/2014 tarihi esas alınarak hesaplansın 26/6/2019 tarihinde yapılan başvurunun süresinde yapıldığının kabul edilmesi makul gözükmemektedir. Somut olayda başvurucunun özen yükümlülüğüne uygun hareket ettiğinin söylenemeyeceği değerlendirilmektedir.

3. Esas Yönünden

35. Kararda esas yönünden yapılan ve karşıoyun girişinde özetlenen değerlendirmelerden şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır:

- İlama bağlanan kamu borçları zamanaşımına uğramaz (Kararın genelinde ilama bağlanan kamu borçlarının kamu makamları tarafından zamanaşımı gerekçesiyle ödenmemesinin anayasal olarak mümkün olmadığı kanaati dile getirilmiştir.).

- Kamu makamları borçlarını alacaklıyı arayıp bulup ödemek zorundadır. Bu konuda ödemeyi kolaylaştırıcı bir takım bilgi ve belgeler dışında alacaklıya yükümlülük yüklenemez. Alacaklı talepte bulunmak yükümlülüğü altına dahi sokulamaz. Kamu makamları talepte bulunulduğunda borcu ödemeye hazır olsa bile borcu ödeme konusundaki yükümlülüklerini yerine getirmiş olamaz.

- Alacaklı özen yükümlülüğünü ne şekilde ihlal etmiş olursa olsun (somut olaydaki gibi mazeretsiz olarak onlarca yıl alacağı talep etmemiş olsa bile) kamu makamlarının yukarıda belirtilen yükümlülüğü ortadan kalkmaz.

36. Bu değerlendirmelere katılmıyoruz. Ancak buna ilişkin açıklamada bulunmadan önce çoğunluğun görüşünün bazı belirsizlikler içerdiği ve bunun uygulamada sorunlara yol açabileceğine temas etmek gerekir. Şöyle ki: kararda yer alan ilama bağlanan kamu borçlarının zamanaşımına uğramayacağı görüşünün kapsamı belirsizdir. Zira bu görüşün; (a) genel olarak ilama bağlanan tüm kamu borçları yönünden mi, (b) ilama bağlanan ve anayasal yükümlülüklerin ihlalinden doğan kamu borçları yönünden mi, (c) ilama bağlanan ve mülkiyet hakkına kamulaştırma (hukuki veya fiili) yoluyla yapılan müdahalelerden doğan anayasal yükümlülüklerin ihlalinden doğan kamu borçları yönünden mi geçerli olduğu anlaşılamamaktadır. Kararda kamulaştırma bedelinin peşin ödenmemesinin Anayasa'nın 46. maddesindeki özel güvencelere uygun olmadığı şeklinde giriş yapılmış (§§ 43, 44), sonrasında -kamulaştırma/kamulaştırmasız el atma şeklinde mülkiyet hakkına yapılan müdahale ya da herhangi bir temel hakka yapılan müdahale ile bağlantı kurulmadan- genel olarak mahkeme kararlarının yerine getirilmemesinin ve dolayısıyla ilama bağlanan kamu borçlarının ödenmemesinin Anayasa'nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesi ile Anayasa'nın 138. maddesinde düzenlenen yasama ve yürütme organları ile idarenin mahkeme kararlarına uyması zorunluluğuna aykırı olduğu yorumu yapılmış (§§ 48 ve devamı), sonunda ise -kamulaştırma/kamulaştırmasız el atma ile bağlantı kurulmadan- kamu makamlarının anayasal yükümlülüklerinin ihlalinden doğan borçları yönünden zamanaşımı gerekçesiyle ödeme yapmaktan kaçınmalarının mümkün olmadığı değerlendirilmiştir (§ 58). Haklı olarak sürekli vurgu yapılan Anayasa Mahkemesi karalarının objektif etkisi dikkate alındığında, bu kararda ortaya konan içtihadı benzer olaylarda uygulamak isteyen idare ve yargı makamları ilama bağlanan hangi kamu borçları yönünden (genel olarak tüm kamu borçları/anayasal güvencelerin ihlalinden doğan kamu borçları/kamulaştırmasız el atmadan doğan kamu borçları) zamanaşımının geçerli olamayacağını, zamanaşımı gerekçe gösterilerek ödeme yapmaktan kaçınılamayacağını değerlendirecekleri kararda belirsiz bırakılmıştır. Uygulayıcıların ilke koyan bir Anayasa Mahkemesi kararıyla bu şekilde belirsizliğe itilmesi Anayasa'nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Bir an için kararda son olarak söylenen anayasal yükümlülüklerin ihlalinden doğan borçların zamanaşımı gerekçesiyle ödenmemesinin mümkün olmadığının esas alınması gerektiği kabul edilse bile, bu durumda idari ve yargısal makamlar her defasında ilama bağlanan bir borcun bir temel hakkın ihlalinden kaynaklanıp kaynaklanmadığını araştırmak durumunda kalacaktır. Çok farklı alanlardaki uyuşmazlıklar üzerine verilen kararların bir temel hakla ilgisini tespit etmek ise birçok durumda kolay değildir. Ayrıca böyle bir durumda kararda yer alan 6098 sayılı Kanun'un 156. maddesinin ikinci fıkrası ile 2004 sayılı Kanun'un 39. maddesinin birinci fıkrasının zamanaşımına ilişkin hükümlerinin sadece özel borç ilişkilerinde uygulanabileceğine ilişkin yorumu karşısında anayasal yükümlülüklerin ihlalinden kaynaklanmayan kamu borçlarının zamanaşımı nedeniyle ödenmemesinin hangi kanun hükmüne dayanılarak gerçekleştirileceği sorunu da ortada kalmaktadır.

37. Kanaatimizce herhangi bir kamu borcunun -kategorik olarak- zamanaşımına uğramadan her zaman ödenebilir olmasını temin etmek şeklinde bir anayasal yükümlülüğün Anayasa'nın herhangi bir maddesinden çıkarılması mümkün değildir. Anayasa'nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesi ile Anayasa'nın 138. maddesinde düzenlenen yasama ve yürütme organları ile idarenin mahkeme kararlarına uyması zorunluluğu da bunu gerektirmez. Tabi ki kamu makamları yargı kararlarını yerine getirmekle yükümlüdür. Bunda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Bununla birlikte somut olaydaki sorun bu değildir. Somut olaydaki sorun kamu makamlarının mahkeme kararını yerine getirmeye, diğer bir ifadeyle borcu ödemeye hazır olması ancak bunun için alacaklıya sadece belli bir süre içinde talepte bulunma yükümlülüğünün yüklenmesinin Anayasa'ya aykırı olup olmadığıdır. Anayasa'da bunu engelleyen herhangi bir kural bulunmamaktadır. Dahası zamanaşımı kuralları Anayasa'nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesinin gereği olan hukuki belirliliği sağlamaya yöneliktir. Bu amaçla hukukumuzda sadece kamu borçlarının ödenmesi yönünden değil kamu alacaklarının tahsili yönünden de kamu makamları aleyhine bireyler lehine düzenlemeler bulunmaktadır. Bu kapsamda örneğin21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun'un "Tahsil zamanaşımı" başlıklı 102. maddesinde "Amme alacağı, vadesinin rasladığı takvim yılını takip eden takvim yılı başından itibaren 5 yıl içinde tahsil edilmezse zamanaşımına uğrar." denilmiştir.

38. Bu çizilen çerçeve içinde somut olaya dönülecek olursa mahkeme ilamına bağlı olan kamu borcunun ödenmemesi suretiyle başvurucunun bir alacaktan doğan mülkiyet hakkına barışçıl yararlanmanın engellenmesi suretiyle bir müdahalede bulunulmuştur. Bu müdahalenin 6098 sayılı Kanun'un 156. maddesinin ikinci fıkrası ile 2004 sayılı Kanun'un 39. maddesinin birinci fıkrası bağlamında kanuni bir temeli bulunmaktadır. Müdahalenin hukuki belirliliği sağlamak şeklinde kamu yararı taşıdığı da açıktır. Ölçülülük yönünden müdahalenin varılmak istenen amaca ulaşmak bakımından elverişli olduğunda da tereddüt bulunmamaktadır. Amaca ulaşmak bakımından daha hafif bir tedbirin uygulanması mümkün olduğu söylenemeyeceğinden müdahalenin gerekli olduğu sonucuna da varmak gerekir. Son olarak orantılık yönünden değerlendirme yapmak gerekir. Başvurucu karardan haberdar olunmadığını, bu nedenle talepte bulunmadığını ileri sürmemektedir. Başvurucunun talepte bulunsaydı dahi ödemenin yapılmayacağına dair bir iddiası da bulunmamaktadır. Somut olayda başvurucu sadece on yıl gibi makul bir süre içinde kamu makamlarından basit bir talepte bulunma yükümlülüğü altına sokulmuştur. Bunun başvurucu üzerine aşırı bir külfet yüklemediği açıktır. Başvurucunun talepte bulunmamasına engel durumu ile ilgili öne sürdüğü mazeretin gayrı ciddi ve temelsiz olduğu ise yukarıda açıklanmıştır. Dolayısıyla müdahalenin orantısız olmadığı sonucuna varılması gerekir.

39. Açıklanan nedenlerle somut olayda kabul edilebilirlik kriterleri aşılsa bile esas yönünden başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edilmediği kanaatindeyiz. Yukarıdaki belirttiğimiz gerekçelerle sayın çoğunluğun görüşüne katılmadık.

Üye

Recai AKYEL

Üye

Yıldız SEFERİNOĞLU

Üye

Selahaddin MENTEŞ

Üye

İrfan FİDAN

Üye

Muhterem İNCE