TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

BANU CEBECİ VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2020/39252)

 

Karar Tarihi: 20/12/2023

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

Başkan

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Üyeler

:

Muammer TOPAL

 

 

Selahaddin MENTEŞ

 

 

İrfan FİDAN

 

 

Muhterem İNCE

Raportör

:

Mücahit AYDIN

Başvurucular

:

1. Banu CEBECİ

 

 

2. Doruk Rüzgar CEBECİ

 

 

3. Hakan CEBECİ

Vekilleri

:

Av. Deniz BEKTAŞ

 

I. BAŞVURUNUN ÖZETİ

1. Başvuru, tıbbi ihmal sonucu zarara uğranılması nedeniyle maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

2. İkinci başvurucu birinci ve üçüncü başvurucunun çocuğudur. Birinci başvurucu 13/9/2013 tarihinde özel bir hastanede doğum yaparak ikinci başvurucu Doruk Rüzgar Cebeci'yi dünyaya getirmiştir. Doğumdan sonra bebeğin Down sendromlu olduğu ve kalbinde delik bulunduğu tespit edilmiştir.

3. Birinci ve üçüncü başvurucu doğumu gerçekleştiren doktor ve hastane aleyhine kendi adlarına asaleten ve çocukları olan ikinci başvurucu adına velayeten 5/5/2015 tarihinde Ankara 9. Tüketici Mahkemesinde (Mahkeme) maddi ve manevi tazminat davası açmıştır. Başvurucular dava dilekçesinde; birinci başvurucunun hamileliği sırasında takip ve kontrollerinin aynı hastanede ve aynı doktor tarafından yürütüldüğünü, kendilerine gebelikte ve bebekte herhangi bir sorunun olmadığının söylendiğini, birinci başvurucunun ilerlemiş yaşına rağmen ileri tanı testlerinin önerilmediğini belirtmiştir. Başvurucular; doğumdan hemen sonra yapılan muayenede ise bebeğin Down sendromlu ve kalbinde delik olduğunun tespit edildiğini ifade ederek gebelik sırasındaki hatalı ve eksik tetkikler nedeniyle erken teşhis konulamadığını, bu şekilde doktor ve hastanenin ağır sonuçların ortaya çıkmasına sebep olduklarını ileri sürmüştür.

4. Yargılama sürecinde Adli Tıp Kurumu 2. İhtisas Kurulu tarafından hazırlanan 31/3/2017 tarihli raporda; bebeğe doğumdan sonra Down sendromu teşhisi konulduğu, anne adayına gebelik takibinde standart tarama testlerinin uygulandığı, yaş ve hormonal değerler gibi faktörlerin değerlendirildiği bu testlerde sonuçların risk sınırının altında çıktığı tespit edilmiştir. Raporda; Down sendromu testlerinin Sağlık Bakanlığı tarafından uygulanması zorunlu tetkikler olarak bildirilmediği ancak ailelerin bu testler hakkında bilgilendirilmesinin güncel tababet uygulamalarının içinde olduğu, standart tarama testlerinde sınırın üstünde bir değer çıkması durumunda ileri tetkikler önerileceği aksi takdirde böyle bir zorunluluk bulunmadığı ifade edilmiştir. Raporda anne adayına aminosentez önerilmemesinin bir eksiklik teşkil etmediği belirtilerek doktorun eyleminin tıp kurallarına uygun olduğu mütalaa edilmiştir.

5. Başvurucuların itirazı üzerine Mahkemece öğretim üyeleri ve uzman doktorlardan heyet oluşturulmuştur. Anılan heyet tarafından hazırlanan 15/3/2018 havale tarihli bilirkişi raporunda; anne yaşı arttıkça Down sendromu görülme sıklığının artabildiği, gebelikte Down sendromu taramasında ultrasonografi ve non-invazif tarama testlerinin uygulandığı, amniyosentezin genetik hastalıkların kesin tanısı bakımından önemli olduğu ancak bunun hem anne hem bebek açısından ciddi riskler taşıdığı belirtilmiştir. Raporda anne adayına standart tarama testlerinin uygulandığı ve sonuçların düşük risk veya negatif çıktığı, detaylı ultrasonografi taramasında herhangi bir yapısal anomaliye rastlanmadığı ve somut olayda anne adayının bir radyoloğa yönlendirilmesinin zorunluluk olmadığı tespit edilmiştir. Raporda ayrıca epikriz notunda amniyosentez önerildiğinin ancak anne adayı tarafından kabul edilmediğinin görüldüğü, tıbbi etik açısından doktorun amniyosentez testi konusunda ısrarcı olmasının doğru olmadığı ifade edilerek gebelik takibinde bir eksiklik olmadığı kanaatine varılmıştır.

6. Mahkemece dinlenen tanıklar; bebeğe Down sendromu teşhisi konulduktan sonra annenin bilgilendirilmesi esnasında kendilerinin de bulunduğunu, annenin ilk tepkisinin amniyosentez testi yaptırmadığı için üzgünlük ve pişmanlık sözleri sarf etmek olduğunu ifade etmiştir.

7. Anılan raporlar ve tanık beyanlarının değerlendirilmesi neticesinde Mahkeme; başvurucuya Sağlık Bakanlığı tarafından zorunlu kılınan tüm testlerin yapıldığı ve testlerde herhangi bir olumsuz durumun mevcut olmadığı sonucuna varmıştır. Mahkeme, anne adayına amniyosentez yaptırıp yaptırmayacağının sorulduğu ancak anne adayı tarafından kabul edilmediğinden bu testin yapılmadığı, tedaviyi yürüten doktor ile hastaneye yüklenecek bir eksiklik ya da ihmal tespit edilemediği gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir.

8. Başvurucular ret kararına karşı istinaf talebinde bulunmuştur. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 3. Hukuk Dairesi (Daire); annenin gebelik takibinin düzenli olarak yapıldığını, bu süreçte zorunlu tüm testlerin uygulandığını ve olumsuz bir sonuç alınmadığını, anne ve babanın yaş riski ve ileri tanı tetkikler hakkında bilgilendirildiğini ifade etmiştir. Daire; gebe takip bilgilerinde amniyosentez önerildiğinin ancak kabul edilmediğinin notlandırıldığı, tedaviyi yürüten doktor ile hastanenin özen borcunu yerine getirdikleri ve bebekte çıkan hastalıktan sorumlu tutulamayacakları, davanın reddine karar verilmesinde usul ve yasaya aykırılık görülmediği gerekçesiyle istinaf talebini esastan reddetmiştir. Başvurucuların bu karara karşı temyiz talebi üzerine Yargıtay uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kurallarına göre bir isabetsizlik bulunmadığı gerekçesiyle kararı 15/9/2020 tarihinde onamıştır.

9. Başvurucular, nihai hükmü 25/11/2020 tarihinde öğrendikten sonra 22/12/2020 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

10. Başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

II. DEĞERLENDİRME

A. Maddi ve Manevi Varlığın Korunması ve Geliştirilmesi Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

11. Başvurucular; birinci başvurucunun 36 yaşında bir anne adayı olarak gebelik takibi için hastaneye müracaat ettiğini, gebelik sürecini takip eden uzman doktor tarafından bebeğin sağlıklı olduğunun ve ileri tanı tetkiklerine gerek olmadığının söylendiğini, ileri yaşına bağlı riskler konusunda bilgilendirilmediğini belirtmişlerdir. Anomalilerin tespiti ve doğru bilgilendirilmeleri durumunda gebeliğin yasal olarak sonlandırılmasının mümkün olabileceğini ifade eden başvurucular hatalı ve eksik tetkikler nedeniyle ağır sonuçlar meydana geldiğinden yakınmaktadır. Başvurucular ayrıca tarama testi raporlarının kendilerine verilmediğini, yargılama sürecinde dosyaya sunulan raporlardaki revizyon tarihinin ve rapor baskı tarihinin birbirini tutmadığını, dolayısıyla rapor örneklerinin sonradan hasta dosyasına eklendiğini ifade etmişlerdir. Başvurucular sonuç olarak iddialarına ilişkin etkili bir yargılama yapılmadığını, bilirkişi raporlarına ve diğer delillere itirazlarının dikkate alınmadığını, bu nedenlerle hukuk devleti ilkesinin, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkının, adil yargılanma hakkının ve maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

12. Başvuru maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkı kapsamında incelenmiştir.

13. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

14. Başvurucuların tarama testlerine ilişkin iddialarının neden ve nasıl sonuca etkili olduğuna dair bir açıklama yapmadıkları görüldüğünden bu konuda ayrıca bir değerlendirme yapılmamış, başvuru diğer iddialarla sınırlı incelenmiştir.

15. Anayasa'nın 17. maddesinin birinci fıkrasında herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu belirtilmektedir. Bu kapsamda anılan Anayasa hükmü ile kişinin maddi ve manevi varlığının bütünlüğü gerek kamusal yetkilerle donatılmış kişilerin gerekse özel kişilerin müdahalelerine karşı güvence altına alınmıştır (Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 40).

16. Anayasa’nın 17. maddesinin amacı, esas olarak bireylerin maddi ve manevi varlığına karşı devlet tarafından yapılabilecek keyfî müdahalelerin önlenmesidir. Bunun yanı sıra devletin tıbbi müdahaleler nedeniyle kişilerin maddi ve manevi varlığını etkili olarak koruma ve maddi ve manevi varlığına saygı gösterme şeklinde pozitif yükümlülüğü de bulunmaktadır (Ahmet Acartürk, B. No: 2013/2084, 15/10/2015, § 49). Nitekim Anayasa’nın 56. maddesinde de belirtildiği üzere pozitif yükümlülük, sağlık alanında yürütülen faaliyetleri de kapsamaktadır (İlker Başer ve diğerleri, B. No: 2013/1943, 9/9/2015, § 44).

17. Devlet, bireylerin yaşam hakkı ile maddi ve manevi varlıklarını koruma hakkı kapsamında ister kamu isterse özel sağlık kuruluşları tarafından yerine getirilsin sağlık hizmetlerini hastaların yaşamları ile maddi ve manevi varlıklarının korunmasına yönelik gerekli tedbirlerin alınabilmesini sağlayacak şekilde düzenlemek zorundadır (Ahmet Acartürk, § 51).

18. İlke olarak tıbbi ihmallere ilişkin şikâyetler konusunda temel başvuru yolu, hukuki sorumluluğu tespit adına takip edilecek olan hukuk veya idari tazminat davası yoludur (Nail Artuç, B. No: 2013/2839, 3/4/2014, § 38).

19. Maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkı kapsamında hukuki sorumluluğu ortaya koymak için adli ve idari yargıda açılacak tazminat davalarında makul derecede dikkatli ve özenli inceleme şartının yerine getirilmesi gerekmektedir. Derece mahkemelerinin bu tür olaylara ilişkin yürüttükleri yargılamalarda Anayasa’nın 17. maddesinin gerektirdiği seviyede derinlik ve özenle bir inceleme yapıp yapmadıklarının ya da ne ölçüde yaptıklarının da Anayasa Mahkemesi tarafından değerlendirilmesi gerekmektedir. Zira derece mahkemeleri tarafından bu konuda gösterilecek hassasiyet, yürürlükteki yargı sisteminin daha sonra ortaya çıkabilecek benzer hak ihlallerinin önlenmesinde sahip olduğu önemli rolün zarar görmesine engel olacaktır (Yasin Çıldır, B. No: 2013/8147, 14/4/2016, § 57; Tevfik Gayretli, B. No: 2014/18266, 25/1/2018, § 32).

20. Diğer taraftan belirtmek gerekir ki olaylara ilişkin delillerin değerlendirilmesi öncelikle idari ve yargısal makamların ödevidir. Aynı şekilde başvuru dosyasında bulunan tıbbi bilgi ve belgelerden hareketle bilirkişilerin vardığı sonuçların doğruluğu hakkında fikir yürütmek Anayasa Mahkemesinin görevi değildir (Mehmet Çolakoğlu, B. No: 2014/15355, 21/2/2018, § 47). Ancak kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkı kapsamında yerine getirmek zorunda olduğu usul yükümlülüklerinin somut olayda yerine getirilip getirilmediğinin nesnel bir şekilde değerlendirilmesi için ilgili anayasal kurallar bağlamında derece mahkemelerinin kendilerine tanınmış takdir yetkileri çerçevesinde hareket edip etmediğinin denetlenmesi gerekir. Bu bağlamda derece mahkemelerince ulaşılan sonuca ilişkin gerekçelerin ilgili ve yeterli olup olmadığı incelenmelidir (Murat Atılgan, B. No: 2013/9047, 7/5/2015 § 44).

21. Bu bağlamda derece mahkemelerinin gerekçeleri, tarafların kanun yoluna başvuru imkânını etkili şekilde kullanabilmesini sağlayacak surette ayrıntılı olarak ortaya konulmalı; ulaşılan sonuçlar yeterli açıklıktaki bilimsel görüş ve raporlar gibi somut, nesnel verilere dayandırılmalıdır (Murat Atılgan, § 45). Bunun yanında tıbbi müdahaleden önce kişinin gerektiği şekilde bilgilendirilerek rızasının alınmaması, kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkının ihlaline sebep olabilir. İstisnai hâller dışında tıbbi müdahale, ilgili kişinin ancak bilgilendirilip rızası alındıktan sonra yapılabilir. Hastaların durumun farkında olarak karar verebilmelerini sağlamak için uygulanması düşünülen tedavi ve bununla bağlantılı riskler hakkında kendilerine bilgi verilmiş olmalıdır (Ahmet Acartürk, § 56).

22. Somut olayda ikinci başvurucu olan bebeğin yaşadığı sağlık sorunlarında kamu makamlarının doğrudan bir müdahalesinden bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi tarafından yapılacak değerlendirme, ikinci başvurucuda meydana gelen sağlık sorunlarının teşhisine yönelik, öngörülebilir tedbirlerin alınıp alınmadığı ve sonraki aşamada ise etkili yargısal sistem kurma yükümlülüğünün sağlanıp sağlanamadığı çerçevesinde olacaktır.

23. Somut olay bu kapsamda incelendiğinde öncelikle davada bir avukat tarafından temsil edilen başvurucuların bilirkişi raporuna karşı itirazlarını yargılama sırasında sunabildikleri, bunun üzerine Mahkeme tarafından uzman bir heyet oluşturularak ikinci bir bilirkişi raporu alındığı, başvurucuların mahkeme kararına karşı istinaf ve temyiz haklarını kullanabildikleri ve bu suretle meşru çıkarlarının korunması için söz konusu davaya gerekli olduğu ölçüde etkili katılımlarının sağlandığı görülmüştür.

24. Davanın reddine ilişkin kararın temel olarak Adli Tıp Kurumu ve derece mahkemesince oluşturulan uzman heyet tarafından hazırlanan bilirkişi raporlarına dayandırıldığı görülmektedir. Karar gerekçesinde, aynı yönde kanaat bildiren bilirkişi raporlarının hüküm vermeye yeterli olduğu kabul edilmiştir. Bununla birlikte başvurucular, bilirkişi raporlarının hatalı ve hukuka aykırı olduğunu ileri sürmüştür.

25. Anayasa Mahkemesinin kural olarak bilirkişilerin vardığı sonuçları, mevcut tıbbi bilgilerden hareketle birtakım tahminlere yer vererek sahip olduğu bilimsel bakış açılarının doğru olup olmadığı yönünden irdeleme görevi bulunmamaktadır (Yasin Çıldır, § 65). Buna karşın Anayasa Mahkemesinin, bir yargılama kapsamında alınan bilirkişi raporunun hükme ulaşılırken dikkate alınması veya alınmamasına dair kararların tarafların haklarını koruma amacına yönelik yeterli güvenceleri içeren bir usul çerçevesinde verilip verilmediğini incelemesi gerekmektedir (Ahmet Gökhan Rahtuvan, B. No: 2014/4991, 20/6/2014, §§ 59, 60).

26. Adli Tıp Kurumu ve uzman heyet tarafından hazırlanan bilirkişi raporlarında; gebelik takibinde standart ve zorunlu tarama testlerinin uygulandığı ve bu testlerin ileri tetkikleri gerektirecek olumsuz veya negatif sonuç vermediği, ileri tetkiklerin dahi kesin sonuç vermeyebileceği, gebelik takip sürecinin tıp kurallarına uygun olarak yürütüldüğü belirtilmiştir. Dolayısıyla gebelik kontrollerini yürüten doktorun söz konusu rahatsızlıkları öngörmesi gerektiği şeklindeki bir yükümlülükten söz edilemeyeceği anlaşılmaktadır.

27. Buna göre derece mahkemesince yapılan yargılamada tıbbi ihmal iddialarının araştırılması ve durumun açıklığa kavuşturulması için alınan uzman bilirkişi raporlarında yeterli somut bulgu ve tespitlere yer verilerek başvurucuların iddialarının ayrıntılı bir biçimde tartışıldığı ve karşılandığı görülmektedir.

28. Bununla birlikte başvurucuların, anne adayının ileri yaşı nedeniyle bebeğin Down sendromlu olma riski ve bunun teşhisine yönelik ileri tanı testleri hakkında yeterince aydınlatılmadıkları yönünde bir şikâyeti de bulunmaktadır.

29. Hukukumuzda hasta hakları, tıbbi işlemlerden önce kişilerin bu işlemler ve sonuçları hakkında aydınlatılması yükümlülüğü ile Sağlık Bakanlığının tıbbi hizmetler sunan kurumlar üzerindeki denetim görevi konusunda oldukça ayrıntılı ve yeterli düzenlemelerin mevcut olduğu anlaşılmaktadır (Ahmet Acartürk, § 66). Ancak bu düzenlemelerin teorik olarak mevcut olması yeterli olmayıp Anayasa'nın 17. maddesindeki güvencelerin sağlanabilmesi için pratikte de etkin bir şekilde uygulanması gerekmektedir (Mehmet Çolakoğlu, § 49).

30. Anayasa Mahkemesinin daha önceki kararlarında da belirtildiği üzere tıbbi müdahalelerde hastanın rızası gerekir. Rızanın geçerliliği bakımından kişinin öncelikle neye rıza gösterdiğini bilmesi gerekir ki bu da ancak hastanın somut olaya uygun yeterli bilgilendirme ile diğer bir ifadeyle aydınlatılması ile mümkün olabilir. Buradan hareketle doktor ile hastası arasındaki ilişkinin güvene dayalı bir ilişki olduğu da gözetildiğinde doktorun hastaya bilgi sunma, bilgiyi anlaşılır kılma ve birlikte en doğru karara varacak şekilde süreci yönetme yükümlülüğü olduğu vurgulanmalıdır. Bu bağlamda hasta veya temsilcisinin (veli-vasi) somut olaya uygun şekilde bilgilendirilerek rızalarının alındığını ispat yükümlülüğünün de hastane ve doktorda olduğu söylenebilir (Sultan Bulut ve diğerleri, B. No: 2017/37430, 20/10/2021, §§ 54, 55).

31. Bununla birlikte tıbbi müdahale öncesi yapılacak bilgilendirmenin hastanın kendi hakkında -somut olayda anne karnındaki bebek hakkında- doğru karar verebilmesini sağlayacak yeterlilikte olması gerektiği ancak her somut olayda ve hastalıkta bilgilendirmenin içeriğinin farklı olmasının işin doğası gereği olduğu vurgulanmalıdır. Diğer yandan hastanın veya veli ya da vasinin yeterli bir şekilde aydınlatıldığından söz edilebilmesi için bilgilendirmenin en azından uygulanacak tıbbi işlemleri, bunların faydaları ve muhtemel sakıncalarını, alternatif tıbbi müdahale usullerini, tedavinin kabul edilmemesi hâlinde ortaya çıkabilecek muhtemel sonuçlarını içermesi gerektiği söylenebilir (Sultan Bulut ve diğerleri, § 56).

32. Öte yandan Anayasa Mahkemesi Sultan Bulut ve diğerleri kararında; ilgili mevzuat uyarınca, öngörülen istisnalar dışında, tıbbi müdahaleler için verilecek rızanın herhangi bir şekle bağlı olmadığını değerlendirmiştir. Anılan kararda ayrıca hastanın ya da temsilcisinin sözlü ya da yazılı rıza göstermesinin tek başına tıbbi müdahaleyi hukuka uygun hâle getirmeyeceğini, bu rızanın aydınlatılmış iradeye dayanması gerektiği vurgulanmıştır. Bu bağlamda derece mahkemelerinin hastanın veya veli ya da vasinin olayın şartlarına göre yazılı veya sözlü olarak yeterli bir şekilde bilgilendirilerek rızalarının alınıp alınmadığını tespit etmesinin devletin pozitif yükümlülüğünün gereği olduğu söylenebilir (Sultan Bulut ve diğerleri, § 57).

33. Derece mahkemeleri; bilirkişi raporları ve tanık beyanlarını birlikte değerlendirerek anne ve babanın yaş riski ve Down sendromu ileri tanı testleri konusunda bilgilendirildiği, anılan testlerin birinci başvurucuya önerildiği ancak başvurucu tarafından kabul edilmediği sonucuna ulaşmıştır. Bu yönüyle başvurucuların ileri tanı testleri hakkında yeterince aydınlatılmadıkları iddiasının derece mahkemeleri tarafından tartışılarak yeterli gerekçeyle karşılandığı görülmüştür. Bunun yanında yargılama bir bütün halinde değerlendirildiğinde derece mahkemelerinin kararlarında bir keyfîlik bulunmadığı, başvurucuların da bu tespitlerin yanlış olduğuna dair somut bilgi ve veri sunmadığı anlaşılmıştır.

34. Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde başvurucuların ileri sürdüğü iddialar hakkında alınan Adli Tıp Kurumu raporu, uzman heyet bilirkişi raporu ve tanık beyanlarına dayanılarak verilen derece mahkemesi kararının konuyla ilgili ve yeterli gerekçe içerdiği anlaşılmaktadır. Kararda yer verilen tespit ve gerekçe itibarıyla maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkı yönünden yargısal makamların takdir yetkilerinin sınırının aşılmadığı, dolayısıyla bu hakka yönelik bir ihlalin bulunmadığı sonucuna varılmıştır.

35. Açıklanan gerekçelerle başvurucunun Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında güvence altına alınan maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edilmediğine karar verilmesi gerekir.

B. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

36. Başvurucular; yargılamanın, davanın açıldığı 5/5/2015 tarihinden nihai kararın verildiği 15/9/2020 tarihine kadar sürmesi nedeniyle adil yargılanma hakkının güvencelerinden olan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

37. Anayasa Mahkemesi, olay ve olguları somut başvuru ile benzer nitelikte olan Veysi Ado ([GK] B. No: 2022/100837, 27/4/2023) kararında uygulanacak anayasal ilkeleri belirlemiştir. Bu çerçevede Anayasa Mahkemesi 9/1/2013 tarihli ve 6384 sayılı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Yapılmış Bazı Başvuruların Tazminat Ödenmek Suretiyle Çözümüne Dair Kanun'un geçici 2. maddesinde 28/3/2023 tarihli ve 7445 sayılı Kanun'un 40. maddesi ile yapılan değişikliğe göre 9/3/2023 tarihi (bu tarih dâhil) itibarıyla derdest olan yargılamaların makul sürede sonuçlandırılmadığı iddialarıyla yapılan başvurulara ilişkin olarak Tazminat Komisyonuna başvuru yolu tüketilmeden yapılan başvurunun incelenmesinin bireysel başvurunun ikincil niteliği ile bağdaşmayacağı neticesine varmıştır.

38. Somut başvuruda, anılan kararda açıklanan ilkelerden ve ulaşılan sonuçtan ayrılmayı gerektiren bir durum bulunmamaktadır. Dolayısıyla makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddia yönünden başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik nedenleri incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

III. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının İHLAL EDİLMEDİĞİNE,

C. Yargılama giderlerinin başvurucular üzerinde BIRAKILMASINA,

D. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 20/12/2023 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.