Olaylar

Ermeni toplumuna mensup kişiler tarafından kurulmuş olan, Hatay ve İstanbul’da bulunan başvurucular 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 3. maddesinde tanımı yapılan cemaat vakfı niteliğindedir.

Başvurucu Samandağ Vakıflı Köyü Ermeni Ortodoks Kilisesi Vakfı

Başvurucu, Hatay'ın Samandağı ilçesi sınırları içinde bulunan 36 taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin birinci fıkrası uyarınca adına tescil edilmesi için Hatay Vakıflar Bölge Müdürlüğüne başvurmuş; Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisince bu taşınmazlardan 33'üne yönelik talep Vakfın 1936 tarihli beyannamesinin bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Diğer 3 taşınmaza yönelik talep ise yine aynı gerekçeyle reddedilmiştir. Her iki işleme karşı ayrı ayrı davalar reddedilmiştir.

Başvurucu Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı

Ermeni toplumuna mensup A.H. 25/3/1968 tarihli vasiyetnameyle İstanbul'da bulunan taşınmazını, başvurucu Vakfa bağışlamış ancak Yargıtayın cemaat vakıflarının vasiyet yoluyla taşınmaz edinmelerinin hukuken mümkün olamayacağına 1974 yılında karar vermesi üzerine  bu taşınmazı A.K. ve S.Ö.ye satmıştır. A.H.nin 11/5/1976 tarihinde vefat etmesi üzerine Hazine, asliye hukuk hâkimliğinde A.K. ve S.Ö. aleyhine dava açmış; hâkimlik, cemaat vakfının vasiyetname yoluyla taşınmaz edinmesinin hukuken imkânsız olması sebebiyle başvurucu lehine bağışlama içeren vasiyetnamenin geçersiz olduğunu belirterek vasiyetnameyi iptal etmiştir. Hâkimlik ayrıca muvazaalı olduğu gerekçesiyle satış işleminin ve tescilin iptali ile taşınmazın Hazineye intikal ettirilmek üzere A.H.nin terekesine iadesine hükmetmiştir.

7/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle (geçici 7. madde) 1936 Beyannamesi'den sonra cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir.

Başvurucu 28/12/2010 tarihinde Hazine aleyhine bahsi geçen taşınmaza yönelik olarak asliye hukuk mahkemesinde vasiyetin tenfizi ile tapu iptali ve tescili davası açmıştır. Mahkeme davayı kabul ederek taşınmazın başvurucu adına tesciline karar vermiş ancak söz konusu karar Yargıtay tarafından bozulmuştur. Bozma kararının gerekçesinde, vasiyetnamenin iptaline dikkat çekildikten sonra iptal edilen vasiyetnamenin tenfizinin istenemeyeceği, bu nedenle davanın reddi gerektiği belirtilmiştir. Mahkeme bozma kararına uyarak davayı reddetmiştir.

İddialar

Başvurucular, cemaat vakfına ait olup Hazine adına tescil edilen taşınmazların iade edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

Mahkemenin Değerlendirmesi

Başvurucu Samandağ Vakıflı Köyü Ermeni Ortodoks Kilisesi Vakfı Yönünden

2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesinin (geçici 1. madde) öngördüğü beyanname verme yükümlülüğünün doğduğu ve ifa edilmesi gerektiği tarihte başvurucu Vakfın Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenliği altında bulunmadığına ve hak iddia ettiği taşınmazların da Türkiye Cumhuriyeti'nin topraklarının bir parçası olmadığına işaret etmek gerekir. Dolayısıyla başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni vermesi hukuken ve fiilen mümkün olmamıştır. Öte yandan Hatay'ın Türkiye Cumhuriyeti'ne katılmasından sonraki dönemde, Hatay'da kurulu bulanan cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'ne benzer bir beyanname vermesini gerekli kılan bir mevzuatın ihdas edildiği de tespit edilememiştir. Bu durumda başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleriyle (geçici 7. ve 11. maddeler) getirilen imkânlardan yararlanmasının 1936 yılında beyanname vermiş olmasına bağlı kılınması başvurucuya ifası mümkün olmayan oldukça ağır bir külfet yüklemiştir.

Öte yandan Hatay'daki cemaat vakıflarının geçici 1. maddenin öngördüğü beyanname verme yükümlülüğünü yerine getirmemesi sebebiyle bu vakıfların taşınmazlarının kamu adına tescil edilmesinin kanuni temelinin ne olduğuyla ilgili muğlaklığı da hatırlamak gerekir. Geçici 1. maddenin yürürlüğe girdiği ve madde uyarınca beyanname verme süresinin dolduğu tarihten sonra -7/7/1939 tarihinde- Türkiye'ye katılan Hatay'da kurulu bulunan vakıflara ait taşınmazlar için bu yükümlülüğün yerine getirilmemesine bağlı olarak bu taşınmazların Hazine adına tescil edileceğinin kabul edilmesi öngörülebilir bir durum değildir.

Geçici 7. ve 11. maddelerin ihdas edilmesinin amaçlarından biri 1936 Beyannamesi'nde yer alıp nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan ya da tapuda malik hanesi açık bulunan taşınmazlardan süreç içinde Hazine veya diğer kurumlar adına tescil edilenlerin cemaat vakıflarına iadesini sağlamaktır. Kanun koyucunun 7/7/1939 tarihinde Türkiye'ye katılan Hatay'da kurulu bulunan ve benzer koşulları taşıyan taşınmazları geçici 7. ve 11. maddelerle getirilen tescil imkânının dışında tutmayı amaçladığı düşünülemez. Hatay'da kurulu bulunan ve Osmanlı Dönemi'nden kalma cemaat vakıflarının aynı koşulları sağlayan diğer vakıflardan farklı tutulmasını haklı kılan bir neden bulunmamaktadır. Derece mahkemelerinin 1936 Beyannamesi'ni vermesi mümkün olmayan Hatay'daki vakıfların kendine özgü bu durumunu dikkate almamaları başvurucu Vakıf ile diğer illerde kurulu bulunan cemaat vakıfları arasında farklı uygulamanın oluşmasına yol açmıştır.

Derece mahkemelerinin bu yorumu sebebiyle başvurucu geçici 7. ve 11. maddelerdeki diğer koşulların oluştuğunu ispatlayarak taşınmazları, adına tescil ettirme imkânından mahrum bırakılmıştır. Başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni vermiş olması şartına tabi kılınması -Hatay'ın 7/7/1939 tarihinde Türkiye'ye katılması sebebiyle başvurucunun bunu yerine getirmesinin mümkün olmadığı gözetildiğinde- anılan imkânların getirilmesini başvurucu açısından anlamsız kılmış ve başvurucuya aşırı bir külfet yüklemiştir. Bu durumda kamu yararı ile başvurucunun bireysel yararı arasında adil bir dengenin kurulamadığı ve mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin orantılı olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

Başvurucu Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı Yönünden

Somut olaydaki taşınmaz başvurucu lehine 25/3/1968 tarihinde vasiyet edilmiştir. Öte yandan bu taşınmazın Hazine adına tesciline hükmedilmesinin temel gerekçesinin cemaat vakıflarının mal edinememesi (vasiyet yoluyla bile olsa mülk edinememesi) olduğu açıktır. Yargıtayı başvurucunun durumunun geçici 7. madde kapsamına girmediği sonucuna götüren olgunun vasiyetnamenin iptal edilmesi olduğu anlaşılmıştır. Nitekim Yargıtay kararında, vasiyetnamenin iptal edilmesi sebebiyle ortada tenfiz edilebilecek bir vasiyetnamenin bulunmadığı belirtilmiştir.

Yargıtayın vasiyetnamenin iptal edilmiş olmasından hareketle başvurucunun durumunun anılan madde kapsamına girmediği yorumunun söz konusu imkânın getiriliş amacıyla açık bir çelişki içinde olduğunu ifade etmek gerekir. Zira vasiyetnamenin iptal edilmesinin temelinde cemaat vakıflarının mülk edinmesinin, dolayısıyla bunlar lehine vasiyette bulunulmasının hukuken mümkün olmadığı düşüncesi yatmaktadır.

Diğer taraftan Yargıtay "vasiyetnamenin geçersizliğinin bir mahkemece tespit edilmiş olmasını" gözeterek başvurucunun taşınmazının anılan Kanun'un kapsamına girmediği sonucuna ulaşmışsa bu takdirde de Hazinenin tutumuna bağlı olarak iade imkânının kapsamının değişebileceği kabul edilmiş olacaktır. Buna göre Hazine tarafından mahkemelere taşınarak iptal ettirilen vasiyetnamelerle lehlerine nasıpta bulunulan cemaat vakıfları geçici 7. maddeyle getirilen imkândan yararlanabilecekken Hazinenin iptali için dava açmadığı vasiyetnamelerin mansuplarının anılan maddenin kapsamına girmediği kabul edilecektir. İdarenin tutumuna bağlı olarak hakkın kapsamını daraltan bu yorumun hakkın açıkça hiçe sayılması mahiyetinde olacağı aşikârdır.

Ayrıca geçici 7. maddenin ihdas edilmesine yol açan koşulların da gözardı edildiğinin altı çizilmelidir. Yargıtayın 1974 tarihli kararının hak ihlallerine yol açtığı tartışılagelmiştir. Nitekim bu karar AİHM tarafından Türkiye Cumhuriyeti aleyhine ihlal kararı verilmesine de yol açmıştır. Söz konusu düzenleme bu ihlalleri bertaraf etmek amacıyla ihdas edilmiştir. Düzenlemenin hedeflerinden biri de vasiyetnamelerin geçersiz sayılması nedeniyle Hazineye intikal eden taşınmazların iadesini sağlamaktır. Yargıtayın geçersizliği mahkeme tarafından tespit edilen (iptal edilen) ve haklarında bu yönde bir tespit bulunmayan (iptal davasına konu olmayan) vasiyetname ayrımı yaptığına işaret eden yorumu, kanun koyucunun bu amacıyla açıkça çelişmektedir. Bir ihlalin giderilmesi amacıyla çıkarılan ve hak bahşeden bir kanunun ısdar edilme amacıyla açıkça çelişecek biçimde yoruma tabi tutulması öngörülebilirlik ilkesiyle çelişmektedir.

Sonuç olarak başvurucu tarafından açılan davanın reddedilmesinin geçici 7. madde hükmünün öngörülemez bir şekilde yorumlanmasına dayandığı tespit edildiğinden başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı değerlendirilmiştir.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

SAMANDAĞ VAKIFLI KÖYÜ ERMENİ ORTODOKS KİLİSESİ VAKFI BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2018/9214)

 

Karar Tarihi: 27/10/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 6/1/2023-32065

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Başkanvekili

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Selahaddin MENTEŞ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

İrfan FİDAN

 

 

Kenan YAŞAR

 

 

Muhterem İNCE

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Samandağ Vakıflı Köyü Ermeni Ortodoks Kilisesi Vakfı

Vekili

:

Av. Sebu ASLANGİL

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, cemaat vakfına ait olup Hazine adına tescil edilen taşınmazların iade edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvurular 28/3/2018 ve 17/10/2019 tarihlerinde yapılmıştır.

3. Başvurular, başvuru formları ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvuruların kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. 2019/34941 ve 2019/35112 numaralı bireysel başvuru dosyaları konu ve kişi yönlerinden hukuki irtibat bulunması nedeniyle 2018/9214 numaralı bireysel başvuru dosyası ile birleştirilmiş, 2019/34941 ve 2019/35112 numaralı bireysel başvuru dosyaları kapatılmış ve inceleme 2018/9214 numaralı bireysel başvuru dosyası üzerinden yürütülmüştür.

6. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

7. 2018/9214 numaralı bireysel başvuru dosyasına ait başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.

8. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.

9. 2018/9214 numaralı başvuru ile birleştirilen 2019/34941 ve 2019/35112 numaralı başvuruların konu itibarıyla aynı olduğu gözetilerek bu başvurular için ayrıca Bakanlıktan görüş istenmesine gerek görülmemiştir.

10. İkinci Bölüm tarafından 8/6/2021 tarihinde yapılan toplantıda niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

11. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

12. Başvurucu, Ermeni toplumuna mensup kişiler tarafından kurulmuş ve Hatay'da bulunan bir vakıftır. Başvurucu 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 3. maddesinde tanımı yapılan cemaat vakfı niteliğindedir.

A. Hatay'ın Türkiye'ye İlhakı

13. Hatay (İskenderun Sancağı) Türkiye-Suriye sınırını belirleyen 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması'yla Fransız mandası altında olan Suriye sınırına bırakılmıştır. Ankara Anlaşması'nın 7. maddesiyle Hatay'da özel bir yönetim rejimi kurulması öngörülmüştür. Hatay 2 Eylül 1938 tarihinde bağımsızlığını ilan etmiş, akabinde 23 Haziran 1939 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti'ne katılma kararı almıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisince çıkarılan 7/7/1939 tarihli ve 3711 sayılı Hatay Vilayetinin Kurulmasına Dair Kanun ile Hatay Türkiye'nin bir vilayeti hâline gelmiştir.

B. Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Edinme Yetkileriyle İlgili Tarihsel Süreç

14. Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı (B. No: 2015/17575, 1/2/2017, §§ 34-43) kararında cemaat vakıflarının taşınmazları ve taşınmaz edinme yetkileriyle ilgili tarihsel süreç açıklanmıştır.

15. Osmanlı Dönemi'nde ilk defa 16 Şubat 1328 (1912) tarihli "Eşhası Hükmiyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Mahsus Kanun-u Muvakkat" ile tüzel kişilere taşınmaz mal edinebilme olanağı tanınmıştır. Bu nedenle gayrimüslim cemaat vakıflarının tasarruflarında bulunan taşınmazlar söz konusu düzenlemenin yürürlüğe girdiği 1912 yılına kadar üçüncü kişiler adına tescil edilmiş olup bu işleme de nam-ı müstear veya nam-ı mevhum denmiştir. Anılan Kanun'la tüzel kişilere bu tarihten sonra taşınmazlarda temellük ve tasarruf imkânı sağlanmış, ayrıca tüzel kişilerin bu tarihte fiilen tasarrufları altında olup başkaları adına tapuya tescil ettirdikleri mallarının da Kanun'da öngörülen koşullar dâhilinde kendi adlarına tescil edilmesine olanak sağlanmıştır.

16. Cumhuriyet Dönemi öncesinde geniş bir uygulamaya sahip olan vakıf müessesesi, 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Kanunu Medenisi'nin kabulünden sonra da varlığını sürdürmüştür. 29/5/1926 tarihli ve 864 sayılı mülga Kanunu Medeninin Sureti Mer’iyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun'un 8. maddesinde 743 sayılı mülga Kanun'un yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflar için ayrı bir tatbikat kanunu çıkarılması gerektiği, yeni kurulan vakıfların ise 743 sayılı Kanun'a tabi olacağı belirtilmiştir (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, B. No: 2014/4715, 15/6/2016, § 80).

17. Bu doğrultuda 5/6/1935 tarihinde kabul edilen 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesinde gayrimüslim cemaatlerce idare edilen vakıflar, mütevellileri veya seçilmiş heyetleri tarafından idare olunmak üzere mülhak vakıflar arasında sayılmış; bu Kanun'un 44. maddesinde de vakıfların tasarruflarında bulunan taşınmazların vakıf kütüğüne ve tapu siciline tescil edilmesi öngörülmüştür. Ayrıca aynı Kanun’un geçici 1. maddesinde de gayrimüslim cemaat vakıflarını idare eden kişilerce bu vakıflara ait bütün malların, gelirlerin ve bunları sarf ettikleri yerlerin birer beyanname ile Vakıflar İdaresine bildirilmesi gerektiği düzenlenmiştir. Uygulamada "1936 Beyannamesi" olarak adlandırılan bu bildirimler, Yargıtay tarafından vakıf senedi olarak kabul edilmiştir.

18. Osmanlı Dönemi'nde 1912 yılına kadar tüzel kişilerin taşınmazlarını kendi adlarına tapuya tescil ettirememeleri sebebiyle çoğunlukla bir nam-ı müstear ya da nam-ı mevhum adına kaydedilen taşınmazlar bakımından Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 2/12/1942 tarihli ve 3/25 sayılı içtihadı birleştirme kararı ile 2762 sayılı Kanun'un 44. maddesine göre bu tür taşınmazların vakıf adına idari yoldan tapuya tescil edilebilmesi için kayıt sahibinin muvafakatine ihtiyaç olduğu belirtilmiştir.

19. Buna karşılık 2762 sayılı Kanun’un 44. maddesine ilişkin olarak Türkiye Büyük Millet Meclisinin 2/7/1956 tarihli ve 1972 sayılı tefsir kararında nam-ı müstear veya nam-ı mevhum adına kaydedilen taşınmazların kayıt malikinin rızası aranmaksızın cemaat vakıfları adına tapuya tescil edilebileceği belirtilmiştir. Bu kararın ilgili kısmı şöyledir:

"... Şu halde yukarda izah edildiği veçhile kanun vazu gerek 16 Şubat 1328 tarihli kanun ve gerekse 2762 sayılı kanunun 44 üncü maddesinde koyduğu hükümlerle ondan evvel hükmi şahısların gayrimenkule tasarruf hakkının memnu olmasından doğan ıztırar ile tapuda cemaatlerle münasebeti olan mevcut veya mevhun hakikî şahıslar üzerinde kaydedilmiş ve fakat fiilî tasarruf ve intifaı cemaat vakıflarına ait olduğu 44 üncü maddede yazılı karinelerle bir hakikat olarak kabul edilmiş bulunan gayrimenkullerin cemaat hükmi şahısları namına kayıtlarının tashihi için tapuca bu mallar kendi uhdelerinde mukayyet görünen şahısların rıza ve muvafakatlerine ihtiyaç olmadan tescili kanun vazıının matlûp ve maksudu olduğuna şüphe edilemez..."

20. Ancak Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 8/5/1974 tarihli ve E.1971/2-820, K.1974/505 sayılı kararıyla cemaat vakıflarının 1936 yılında verdiği beyannamelerin vakıfname olarak kabulünün zorunlu olduğu, vakıfnamelerinde mal ya da bağış kabul edebilecekleri yönünde açıklık bulunmayan vakıfların ise gerek doğrudan gerekse vasiyet yoluyla taşınmaz mal iktisap edemeyecekleri belirtilmiştir. Benzer yaklaşım, Danıştay tarafından da benimsenmiştir (Danıştay Onuncu Dairesinin 26/5/1982 tarihli ve E.1982/3285, K.1982/1413 sayılı; 26/3/1992 tarihli ve E.1991/1596, K.1992/1144 sayılı kararları).

21. 3/8/2002 tarihli ve 4771 sayılı Kanun’un 4. maddesiyle 2762 sayılı Kanun’un 1. maddesine eklenen fıkralarla yapılan değişiklikle, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın cemaat vakıflarının Bakanlar Kurulunun izniyle dinî, hayri, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilmelerine ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilmelerine olanak sağlanmıştır. Bu kanun değişikliğinin iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvuru da Anayasa Mahkemesinin 27/12/2002 tarihli ve E.2002/146, K.2002/201 sayılı kararıyla reddedilmiştir. Anılan karardan sonra da 2/1/2003 tarihli ve 4778 sayılı Kanun’la yapılan düzenleme ile Bakanlar Kurulu yerine Vakıflar Genel Müdürlüğünün izninin yeterli olacağı hükmü getirilmiştir.

22. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 80. maddesi ile 2762 sayılı Kanun yürürlükten kaldırılmıştır. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinde cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı mülga Kanun gereğince tüzel kişilik kazanmış ve mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıflar olarak tanımlanmıştır. Bu Kanun'un 12. maddesiyle de önceki yasal düzenlemelerden farklı olarak cemaat vakıflarına herhangi bir makamdan izin almaksızın ve vakıf amacıyla öngörülen hizmetleri gerçekleştirme koşulu aranmaksızın mal edinebilme olanağı tanınmıştır. Anılan maddenin iptali için yapılan başvuru ise Anayasa Mahkemesinin 17/6/2010 tarihli ve E.2008/22, K.2010/82 sayılı kararıyla reddedilmiştir.

23. Bunun yanı sıra 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi ile 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup hâlen bu vakıfların tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar ile 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınan veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği ya da bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on sekiz ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmesi hükme bağlanmıştır.

24. 5737 sayılı Kanun'a 22/8/2011 tarihli ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesiyle eklenen geçici 11. maddenin birinci fıkrası ile cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazları, 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları ve 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ile çeşmelerinin tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on iki ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmesine olanak tanınmıştır. Ayrıca maddenin ikinci fıkrasında da cemaat vakıfları tarafından satın alınan veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği ya da bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuya kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ödeneceği düzenlenmiştir.

C. Başvurucuya İlişkin Süreç

1. 2018/9214 Numaralı Başvuruya İlişkin Süreç

25. Vakıflar Genel Müdürlüğü 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesinin uygulanmasına ilişkin olarak 13/5/2008 tarihli ve 2008/6 sayılı Genelge'yi (Genelge) yayımlamıştır. Anılan Genelge'nin ilgili kısmı şöyledir:

"A - Cemaat vakıflarınca bu maddenin [geçici 7. maddenin] (a) bendi gereğince tescili talep edilen taşınmazlarla ilgili ekteki başvuru formuna ilaveten aşağıdaki belgelerin eklenmesi gerekmektedir:

1) 1936 Beyannamesinde yer alan taşınmaz bilgileri ile mevcut yapı bilgilerini içeren, talebe ilişkin gerekçeli yönetim kurulu kararı.

2) 1936 Beyannamesi.

3) Taşınmazın halen vakıf tasarrufunda bulunduğunu gösterir 27.8.2002 tarihinden önceki tarihi taşıyan belge (kira kontratı, emlak vergisi beyannamesi, elektrik-su-doğalgaz faturası veya eşdeğer bir belge).

4) Taşınmazın herhangi bir davaya konu olup olmadığı, kesinleşmiş Mahkeme kararı. Devam eden dava var ise dava dilekçesi.

..."

26. Başvurucu, Hatay il sınırları içinde bulunan 27 taşınmaz için 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesinden yararlanmak amacıyla Hatay Vakıflar Bölge Müdürlüğüne başvurmuştur. Başvurucunun talebi Vakıflar Genel Müdürlüğüne iletilmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisinin 28/12/2009 tarihli kararıyla, listede yer alan 10 taşınmaz için tescile dayanak belgelerin iki ay içinde tamamlanması, aksi takdirde talepten vazgeçilmiş sayılacağı ihtar edilmiş; 17 taşınmazın ise geçici 7. madde kapsamında olmadığı gerekçesiyle bu taşınmazlara ilişkin talep reddedilmiştir.

27. Başvurucu, Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisinin 28/12/2009 tarihli işleminin 17 taşınmaz yönünden başvurunun reddine ilişkin kısmı için Hatay İdare Mahkemesinde (Mahkeme) iptal davası açmıştır. Hatay İdare Mahkemesi 15/3/2012 tarihli kararıyla başvurucunun anılan taşınmazlarla bağı olduğunu gösteremediği gerekçesiyle davayı reddetmiştir. İlk derece mahkemesinin kararı Danıştay Onuncu Dairesinin 26/11/2015 tarihli kararıyla onanmıştır. Bu süreç mevcut bireysel başvurunun konusu değildir.

28. Başvurucu; Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisinin 28/12/2009 tarihli işleminin 10 taşınmaz için tescile dayanak belgelerin iki ay içinde tamamlanmasının, aksi takdirde talepten vazgeçilmiş sayılacağının ihtar edilmesine ilişkin kısmı ile bu işlemin dayanağı olan Genelge'nin iptali istemiyle ilk derece mahkemesi sıfatıyla Danıştay Onuncu Dairesinde (Daire) dava açmıştır. Dava dilekçesinde, Hatay'ın 1936 Beyannamesi'nden sonraki bir tarihte -1939 yılında- Türkiye Cumhuriyeti'ne ilhak edildiği, bu nedenle Hatay sınırları içinde bulunan taşınmazların 1936 Beyannamesi'nde yer almasının fiilen mümkün olmadığı ileri sürülmüştür. Dilekçede, Genelge ile istenen belgelerin temininin bu sebeple imkânsız olduğu ifade edilmiştir. Başvurucu; idarenin tutumunun kendilerini 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesiyle tanınan haktan mahrum bıraktığını, Genelge'nin Kanun'un uygulanmasını sonuçsuz bırakmayı hedeflediğini belirtmiştir. Başvurucu, bu maddeden yararlanmak için tüm Türkiye'de 1.400 civarında tescil başvurusu yapıldığı hâlde bunların sadece 95'inin kabul edilmesinin idarenin olumsuz tutumunun bir göstergesi olduğunu iddia etmiştir. Başvurucu ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına atıfla mülkiyet hakkının ihlal edildiğini de öne sürmüştür.

29. Vakıflar Genel Müdürlüğü savunmasında, 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesinde "tescile dayanak tescil edebilecek belgeler"in başvurucu tarafından idareye ibraz edilmesi yükümlülüğünün getirildiğini, başvurucuya bunun için iki aylık süre verildiğini, bu sürenin sonradan iki ay daha uzatıldığı hâlde başvurucunun anılan maddede ibrazı zorunlu kılınan belgeleri teslim edemediğini belirtmiştir. Sözü edilen 10 taşınmazla ilgili olarak başvurucunun talebinin reddedilmediğinin vurgulandığı savunmada, başvurucunun zorunlu olmadığı hâlde kendisine verilen iki aylık ek süre içinde de ilgili belgeleri ibraz etmemesi üzerine 29/11/2010 tarihli işlemle 10 taşınmaz yönünden de başvurucunun talebinin reddedildiği ifade edilmiştir. Savunmada, Genelge'nin ise kanundaki hükümleri tekrarlamaktan öte bir hüküm içermediği ve hukuka uygun olduğu değerlendirilmiştir.

30. Daire 11/12/2014 tarihli kararıyla davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesine göre bir taşınmazın vakıf adına tescil edilebilmesi için gerekli olan şartlardan birinin de ''1936 Beyannamelerinde kayıtlı olmakla birlikte taşınmazın halen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olması veya Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olması'' olduğu vurgulanmıştır. Kararda, cemaat vakıflarının hak iddia ettikleri taşınmaz malların tasarrufları altında bulunduğunu ya da cemaat vakfı tarafından satın alınmasına veya kendisine bağış yapılmasına rağmen mal edinememe gerekçesiyle Hazine ile Vakıflar Genel Müdürlüğüne geçtiğini ortaya koymasının kanun gereği olduğu belirtilmiş; Genelge'nin ise bu hükmü açıklayıcı mahiyette olduğu ve iptalini gerektiren bir hukuka aykırılığın bulunmadığı ifade edilmiştir. Kararda ayrıca başvurucunun Hatay'ın 1939 yılında Türkiye topraklarına katıldığı, bu nedenle söz konusu taşınmazlara ilişkin 1936 Beyannamesi'nin bulunmasının mümkün olmadığı iddiası da karşılanmıştır. Dairenin bu iddiaya ilişkin gerekçesi şu şekildedir:

"Davacı vakıf tarafından, Hatay İlinin 1939 yılında Türkiye topraklarına katıldığı, tescili talep edilen taşınmazların Hatay ilinde bulunduğu, bu nedenle söz konusu taşınmazlara ilişkin 1936 Beyannamesinin bulunmasının mümkün olmadığı ileri sürülmüş ise de, 5737 sayılı Kanunun geçici 7. maddesi uyarınca, cemaat vakıflarınca taşınmazların adlarına tescilini isteyebilmeleri için öncelikle tasarrufları altında bulunması gerektiği, hukuka ve dayanağı Yasaya aykırı olmayan dava konusu Genelge ile 1936 beyannamesinin yanı sıra taşınmazların mevcut durumunu gösterir belgelerin istenildiği anlaşıldığından, tescili talep edilen taşınmazlar hakkında tescile dayanak teşkil edebilecek belgelerin tamamlanması yolunda, hukuka ve dayanağı Yasaya aykırı olmayan dava konusu Genelge uyarınca tesis olunan işlemde de hukuka aykırılık bulunmamaktadır."

31. Başvurucu, bu karara karşı dava dilekçesindekine benzer iddialarla İdari Dava Daireleri Kurulunda (İDDK) temyiz yoluna başvurmuştur. İDDK 21/12/2017 tarihli kararıyla temyiz istemini reddetmiş ve Daire kararını onamıştır. Nihai karar 2/3/2018 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

32. Başvurucu 28/3/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

2. 2019/34941 ve 2019/35112 Numaralı Başvurulara İlişkin Süreç

33. Başvurucu, Hatay'ın Samandağı ilçesi sınırları içinde bulunan 36 taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin birinci fıkrası uyarınca adına tescil edilmesi için 17/8/2012 tarihinde Hatay Vakıflar Bölge Müdürlüğüne başvurmuştur. Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisince bu taşınmazlardan 33'üne yönelik talep Vakfın 1936 tarihli beyannamesinin bulunmadığı gerekçesiyle 13/11/2012 tarihli işlemle reddedilmiştir. Diğer 3 taşınmaza yönelik istem ise yine aynı gerekçeyle 27/11/2012 tarihli işlemle reddedilmiştir.

34. Başvurucu her iki işleme karşı Mahkemede ayrı ayrı dava açmıştır. Dava dilekçelerinde başvurucu; Yargıtayın 1974 tarihli kararının yol açtığı haksızlıkların giderilmesi amacıyla 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. ve 11. maddelerinin ihdas edildiğini, bu hükümler kapsamında yapılan başvuruların Vakıflar Genel Müdürlüğünce çeşitli gerekçelerle reddedilerek bu hakkın kullanılmasının fiilen engellendiğini belirtmiştir. Dilekçelerde, 1936 Beyannamesi'nin verildiği dönemde Hatay'ın Türkiye toprağı olmadığını ve Hatay'daki taşınmazların 1936 Beyannamesi'ne dâhil olmasının fiilen mümkün olmadığını ifade etmiştir. Başvurucu; idarenin kanunun amacına uygun olarak yorumlamadığını savunmuş, idarenin yorumunun kabul edilmesi hâlinde ise cemaat vakıflarının bir kısmının kanun kapsamının dışında kalacağını ve bunun eşitlik ilkesini ihlal edeceğini ileri sürmüş, bu sebeple anılan hükmün iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine itiraz yoluyla başvuruda bulunulmasını talep etmiştir. Başvurucu, hak iddia ettiği taşınmazların tapuları incelendiğinde bunların tamamının kayıtlarında "Ermeni" adının yanında taifesine, mektebine, kilisesine, vakfına, cemaatine ait olduğunu gösteren ibarelerin yer aldığını ileri sürmüştür. Başvurucuya göre her taşınmaza ilişkin talepleri idarece ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekirken taleplerinin toplu olarak talebin reddedilmesi hukuka aykırıdır. Başvurucu, taşınmazların 20'si 27/6/1950 tarihinde idareye verdiği beyannamede görüldüğü hâlde günümüzde bunların elinden çıktığını belirtmiştir.

35. Vakıflar Genel Müdürlüğü savunmasında başvurucunun taşınmazların 5737 sayılı Kanun’un geçici 11. maddesi kapsamında olduğunu ispatlayamadığını belirtmiştir. Savunmada, tapuda başka kişiler adına kayıtlı olan taşınmazların anılan madde kapsamındaki taşınmazlardan olduğu hususunda başvurucunun tek taraflı beyanına göre hareket edilmesinin mümkün olmadığını ifade etmiştir. 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinde taşınmazların 1936 Beyannamesi kapsamında olması şartının arandığını vurgulayan Vakıflar Genel Müdürlüğü tescili istenen taşınmazların 1936 Beyannamesi'nde olmadığı gibi hâlihazırda malik hanesinin açık olmadığını ve vasiyet veya bağışlama ya da satın alma yoluyla Vakfın mülkiyetine geçmesi hâlinin de bulunmadığını açıklamıştır.

36. Mahkeme 7/11/2013 tarihli kararlarıyla davaları reddetmiştir. Kararların gerekçesinde, 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin cemaat vakıflarının 1936 yılında devlete verdiği beyannamede kayıtlı olan fakat hâlihazırda tapuda malik hanesi açık olan, kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı olan ve kamu kurumları adına tescilli olan mezarlık ve çeşme vasıflı taşınmazları kapsadığı belirtilmiştir. Mahkeme anılan düzenlemeden istifade edebilmenin en önemli şartının başvurucu Vakfın 1936 Beyannamesi'nin bulunması olduğuna dikkat çekerek başvurucunun 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması nedeniyle geçici 11. maddedeki imkândan yararlanabilmesinin mümkün olmadığını kabul etmiştir. Mahkeme ayrıca başvurucunun tescilini talep ettiği taşınmazların önemli bir kısmının tapuda başka kişi ve isimler adına kayıtlı olduğu, bu nedenle "tapuda malik hanesi açık olma veya Hazine, Vakıflar, Belediye ve İl Özel İdaresi adına kayıtlı olma veya kamu kurumları adına tescilli mezarlık/çeşme vasıflı olma" şartlarının da bulunmadığı tespitini yapmıştır. Mahkeme son olarak Anayasa'ya aykırılık iddiasını da ciddi bulmamıştır. Mahkeme bu bağlamda özetle şunları ifade etmiştir:

- Dava konusu işleme dayanak geçici 11. maddede tescili talep edilen taşınmazların 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olması şartı koşulmuştur. Geçici 11. ve geçici 7. maddeler 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup da bazı hukuki nedenlerden ötürü cemaat vakıfları adına tescil edilememiş taşınmazların durumunu düzenlemekte ve bu konuda geçmişte yaşanan mağduriyetleri telafi etme amacını gütmektedir. Bu hâliyle bakıldığında her iki düzenleme de mülkiyet hukukunu ilgilendiren sahaya geçmişte yaşanan söz konusu sorunları giderme amacıyla cemaat vakıfları lehine yapılan sınırlı müdahaleye yönelik istisnai düzenlemelerdir. 1936 Beyannamesi şartının aranmaması hâlinde geriye anlamlı hiçbir şart kalmayacaktır. Bu takdirde davacı Vakıf veya benzeri durumda olan cemaat vakıflarının tapuda malik hanesi açık olan veya Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı ya da mezarlık/çeşme vasıflı tüm taşınmazlar üzerinde hak veya iddia sahibi olmaları sonucu doğacaktır ki bu durum Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde (Sözleşme) güvence altına alınan mülkiyet hakkının ve kamu düzeninin ihlal edilmesine neden olacaktır. Yine geçici 11. madde metnine göre anılan 1936 Beyannamesi şartının çıkarılıp yerine başka bir şartın konulmasının öngörülmesi de hukuken mümkün değildir. Bu nedenlerden ötürü davacı Vakfın 1936 Beyannamesi şartını öngören geçici 11. madde düzenlemesinin Anayasa'ya aykırı olduğu iddiası ciddi bulunmamıştır.

37. Başvurucu bu kararlara karşı dava dilekçesindekine benzer iddialarla temyiz yoluna başvurmuştur. Daire 20/5/2019 tarihli kararlarıyla mahkeme kararlarını onamıştır. Kararların gerekçesinde; taşınmazların geçici 11. maddenin birinci fıkrasının (a), (b) ve (c) bentleri uyarınca tescil edilebilmesinin ön şartının taşınmazların vakfın 1936 Beyannamesi'nde yer alması olduğunu, başvurucunun ise 1936 Beyannamesi'nin bulunmadığını belirtmiştir. Daire, Mahkemenin taşınmazların önemli bir kısmının maddenin ilk fıkrasındaki "tapuda malik hanesi açık olma veya Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı olma veya mezarlık/çeşme vasıflı olma" şartlarını taşımadığını belirten gerekçesini eleştirmiş ve taşınmazların bir kısmının Hazine adına kayıtlı olduğuna işaret etmiştir. Ancak Daire, Vakfın 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması sebebiyle bu şartın sağlanmasının tek başına bir sonuç doğurmayacağını ifade etmiştir. Daire, üçüncü kişiler adına kayıtlı taşınmazların rayiç değerinin ödenmesi bakımından ise başvurucu tarafından bu taşınmazların satın alındığı, vasiyet ya da bağış yolu ile elde edilmesine rağmen mal edinememe gerekçesi ile Hazine ya da Vakıflar Genel Müdürlüğü adına ve sonrasında üçüncü kişiler adına tapuya kaydedildiği yönünde bir iddianın ileri sürülmediğini vurgulamıştır. Daire sonuç olarak dava konusu taşınmazların 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında tescil edilmesinin ya da rayiç bedelinin ödenmesinin mümkün olmadığını belirtmiştir.

38. Nihai kararlar 25/9/2019 ve 28/9/2019 tarihlerinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 17/10/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

39. 2762 sayılı mülga Kanun’un geçici 1. maddesi şöyledir:

"A - Şimdiye kadar vakıflar idaresine hesap vermemiş olan bütün mütevelliler veya mütevelli heyetleri bu kanunun hükümleri yürümeğe başladığı günden itibaren üç ay içinde idare ettikleri vakıfların mahiyetlerini, varidat membalarını ve bunların sarf ve tahsis mahallerini, geçmiş son senenin varidat ve masraflarının miktar ve nevilerinin ve mütevelliliği hangi selahiyetli merciin intihap veya kararına müsteniden ve hangi tarihten beri yaptıklarını gösterir bir beyanname tanzimine ve mensup oldukları vakıflar dairesine vermeğe mecburdurlar.

B - Yukarki fıkra mucibince beyanname vermiş olan mütevellilere bir makbuz ilmühaberi verilir. Bu ilmühaberi hamil olan kimseler bu kanun dairesinde vakıflarının idaresine devam ederler.

C - Birinci fıkrada yazılı müddet içinde beyanname vermemiş olanlar vakıflarında tasarruf edemezler. Gecikme haklı bir sebebe müstenit değilse veya verdikleri beyanname hakikate uygun bulunmazsa mütevellilikten derhal azlolunurlar.

Ç - Vakıflar idaresine verilecek beyannamelerin verildikleri tarihten itibaren, altı ay içinde tetkik ve tasdiki mecburidir. Bu müddet içinde tasdik edilmediği takdirde yalnız mukannen masraflar tasdik edilmiş sayılır.

D - Beyannameler muhteviyatının vesika ve teamüllere müstenit olması ve bu vesika veya teamüllerin bu kanunun neşrinden evvel mevcut ve merî`i bulunması şarttır.

E - Bu kanun hükümleri yürümeğe başladığı zaman mevcut olan ferilerden gayri mütevellilerle Vakıflar Umum Müdürlüğünce mütevellisi olmadığından veya mütevellisi mevcut olduğu halde vakfı bizzat idare edemediklerinden dolayı idare kendilerine tevdi edilmiş olan kaymakamlar şimdiye kadar olduğu gibi vakıfları idareye devam ederler. Azil veya her hangi bir suretle inhilal vukuunda bu kanun hükümleri tatbik olunur."

40. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Bu Kanunun uygulanmasında;

...

Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfları,

...

ifade eder."

41. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi şöyledir:

"Cemaat vakıflarının;

a) 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup, halen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

b) 1936 Beyannamesinden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle halen; Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onsekiz ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescilleri yapılır."

42. Türkiye Büyük Millet Meclisi 9/11/2006 tarihli ve 5555 sayılı Vakıflar Kanunu'nu kabul etmiş ancak anılan Kanun'un Cumhurbaşkanı tarafından bir kere daha görüşülmek üzere iade edilmesi üzerine Kanun 5737 sayı numarasını alarak aynen kabul edilmiştir. 5555 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi ile 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi tıpatıp aynıdır. Cumhurbaşkanı tarafından iade edilen 5555 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin gerekçesi şöyledir:

"Madde ile, mazbut vakıf taşınmazlarının herhangi bir hüküm ve karar alınmaksızın vakfı adına tescil edilmesi sağlanmıştır."

43. 5737 sayılı Kanun'a651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesi ile eklenen geçici 11. madde şöyledir:

"Cemaat vakıflarının;

a) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazları,

b) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları,

c) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ve çeşmeleri,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren oniki ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilir.

Cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Genel Müdürlük adına tapuda kayıt edilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değeri Hazine veya Genel Müdürlük tarafından ödenir.

Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle düzenlenir."

44. 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesinin gerekçesi şöyledir:

"Madde ile, cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesinde kayıtlı olan taşınmazlarının vakıfları adına tescilleri ve mal edinememe nedenleriyle mağdur oldukları hakların iadesi amaçlanmaktadır."

45. İlgili diğer ulusal hukuk ile mahkeme kararları için bkz. Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı, §§ 12-24.

V. İNCELEME VE GEREKÇE

46. Anayasa Mahkemesinin 27/10/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

47. Başvurucu;

i. Yargılama sürecinde ileri sürdüğü esaslı iddiaların derece mahkemelerince karşılanmaması nedeniyle adil yargılanma hakkı ile mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Kanun koyucunun Yargıtayın 1974 yılındaki içtihadının yol açtığı haksızlıkların giderilmesi amacıyla 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. ve 11. madde hükümlerini ihdas ettiğini ancak derece mahkemelerinin yorumları sebebiyle bu imkânlardan yararlanamadığını iddia etmiştir. Cemaat vakıflarının nam-ı müstear ve nam-ı mevhum kullanmak suretiyle taşınmazlar üzerinde tasarrufta bulunduğunu öne sürmüş, idarenin ve mahkemelerin bu tür kayıtlarla ilgili olarak tescil kararı vermekten imtina ettiğinden yakınmıştır.

ii. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinden yararlanmak amacıyla kanuni süresi içinde yaptığı başvuruya 1328 tarihli eşhası hükmiye cetveli örneği, emlak vergisi beyannamesi, muhtelif kira sözleşmeleri, kadastro tahrir varakası, müdevvere kaydı ve temessük kaydı gibi belgeleri eklediği hâlde talebinin bireysel başvuru konusu Genelge'ye dayanılarak reddedildiğinden şikâyet etmiştir. Tescilini talep ettiği taşınmazların bizzat idarenin tasarrufunda bulunduğunu vurgulamış, sadece şifahi bilgilerden hareket etmediğini belirtmiş, taşınmazın mülkiyet durumunu gösteren tüm belgelerin idarede mevcut olduğunu savunmuştur.

iii. 1936 Beyannamesi'nin verildiği dönemde Hatay'ın Türkiye toprağı olmadığını hatırlatarak 1936 tarihinde beyanname vermesinin hukuken ve fiilen mümkün olmadığını ifade etmiş, bu sebeple bu şartın kendisi yönünden aranmasının mülküne kavuşmasına engel olduğunu iddia etmiştir. Bu durumun mülkiyet hakkını, adil yargılanma hakkını ve eşitlik ilkesini ihlal ettiğini öne sürmüştür.

iv. 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında yaptığı başvurunun reddine ilişkin işleme karşı açtığı davaların eksik incelemeye dayalı olarak reddedildiğini belirtmiştir. 5737 sayılı Kanun hükümlerine rağmen adli yargı yolunun önerilmesinden şikâyet etmiştir.

v. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi uyarınca yapılan başvuruların çoğunlukla idarece reddedilmesi üzerine kanun koyucunun geçici 11. maddeyi ihdas ettiğini ifade etmiştir. 36 taşınmaz için yaptığı başvurunun Vakfın 1936 Beyannamesi'nin bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmesinin hakkın kullanımını imkânsız hâle getirdiğine işaret etmiştir. Hatay topraklarının 1939 yılında Türkiye'ye katılmasının ardından kendisinden beyanname vermesinin istenmediğine değinmiştir. Vakfın başkanına verilen 5/10/2012 tarihli belgede "Vakıf bir cemaat vakfı olup kuruluş tarihi olarak Hatay'ın Anavatana katılış tarihi olarak kabul edilmiştir." ifadesine yer verildiğini belirtmiştir.

vi. Vakfın Osmanlı'dan kalan bir müessese olduğu hususunda idarenin bir itirazının bulunmadığını hatırlatmıştır. Başvurusu yönünden 1936 Beyannamesi vermiş olma şartının aranmaması gerektiğini öne sürmüştür. Eşhası hükmiye cetveli ve kadastro tahrir varakası gibi belgelerin idarenin elinde bulunduğu ve bu belgelerden taşınmazların kendisine ait olduğu anlaşıldığı hâlde 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması gerekçesiyle talebinin reddedilmesinin hak kaybına yol açtığını ifade etmiştir.

vii. 36 taşınmazla ilgili tapu kayıtları incelendiğinde bunların tamamının kayıtlarında "Ermeni" adının yanında taifesine, mektebine, kilisesine, vakfına, cemaatine ait olduğunu gösteren ibarelerin yer aldığını iddia etmiştir. Bu durumda idarece her taşınmaza ilişkin talebi ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekirken talebin toplu olarak reddedilmesinin hukuka aykırı olduğunu ileri sürmüştür. Taşınmazların 20'si 27/6/1950 tarihinde idareye verdiği beyannamede görüldüğü hâlde günümüzde bu taşınmazların Vakfın elinden çıktığını belirtmiştir.

viii. İdarenin yorumunun kanunun amacına uygun olmadığını savunmuş, bu yorumun kabul edilmesi hâlinde ise cemaat vakıflarının bir kısmının kanun kapsamının dışında kalacağını ve bunun eşitlik ilkesini ihlal edeceğini ileri sürmüştür.

ix. İdare Mahkemesinin 1936 Beyannamesi şartının aranması gerektiğini savunan gerekçesinin cemaat vakıflarına karşı ve hukukilikten uzak bir tutum içinde olduğunu gösterdiğini ifade etmiştir.

48. Bakanlık görüşünde,

i. Vakıflar Genel Müdürlüğünün tescil talebinin reddine ilişkin işleminin 23/9/2012 tarihinden önce tesis edildiği gözetildiğinde başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında olup olmadığının Anayasa Mahkemesince değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir.

ii. AİHM'in Midyat Kutsal Gabriel Süryani Manastır Vakfı/Türkiye (B. No: 61412/11, 9/5/2019, §§ 35-51) kararına değinildikten sonra uyuşmazlık konusu taşınmazların tapuda kayıtlı maliki olmayan başvurucunun talebinin basit bir tescil beklentisini aşan, somut nitelikte ve yasal bir hükme veya bir işleme dayanan meşru bir beklentiye dönüşüp dönüşmediğinin değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Başvurucu Vakfın aranan şartları taşımadığının Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıf Meclisi kararıyla tespit edildiğine ve başvurucunun mevzuatın öngördüğü koşulları taşımadığı yolundaki bu tespiti çürütecek herhangi argüman, bilgi, belge ve kanıt sunamadığına işaret edilmiştir. Bu şartlar altında yürürlükteki düzenlemeler kapsamında ilgili taşınmazlar açısından başvurucunun tescil talebinin kabul edilmesinin mümkün olmadığı değerlendirilmiştir. Bu sebeple başvurucunun mevcut bir mülkü olmadığı gibi yeterli bir hukuki temele dayalı meşru bir beklentisinin de olmadığı ileri sürülmüştür. Taşınmazların başvurucu adına tescilini sağlayacak belgelerin Vakıflar İdaresine sunulmadığı hususu ile zilyetlikle kazanım olamayacağına ilişkin Yargıtay kararı dikkate alındığında Anayasa Mahkemesinin konu bakımından yetki meselesini değerlendirmesinin uygun olacağı ifade edilmiştir.

iii. Vakfın talep ettiği taşınmazlardan tüzel kişiler ile gerçek kişiler adına kayıtlı olanların davacı Vakıf adına tescil edilmesinin ancak adli yargıda açılacak tapu iptali ve tescili davasıyla mümkün olabileceği, başvurucunun takip ettiği yargısal sürecin etkili bir hukuk yolu olmadığının düşünüldüğü belirtilmiştir. Ayrıca başvurucuya verilen ek süre içinde gerekli belgelerin ibraz edilmemesi nedeniyle 29/11/2010 tarihli işlemle tescil talebinin reddine karar verildiğine ancak bu işleme karşı dava açılmadığına işaret edilmiştir. Başvurucunun Hatay'ın Türkiye topraklarına katıldığı 1939 yılından sonra 70 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen herhangi bir başvuruda bulunmadığına dikkat çekilmiştir. Bu nedenlerle başvuru yollarının tüketilip tüketilmediği konusunun değerlendirilmesinin Anayasa Mahkemesinin takdirinde olduğu ifade edilmiştir.

iv. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinden yararlanılmasının taşınmazların cemaat vakıflarının tasarrufları altında bulunması şartına bağlandığı, buna göre ilgililerin öncelikle talep ettikleri taşınmazların tasarruflarında bulunduğunu ispat etmeleri gerektiği kaydedilmiştir. Somut olayda başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni verdiğinin yanı sıra Yönetim Kurulu kararı ile taşınmazların mevcut durumunu ve Vakfın tasarrufunda bulunduğunu gösterir belgeleri ibraz edemediği hatırlatılmıştır. Kendi üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmediği dikkate alındığında başvurucunun iddiasının hukuki dayanağının bulunmadığı değerlendirilmiştir.

v. Ayrıca başvurucu Vakfın 743 sayılı mülga Kanun'un yürürlüğe girdiği 04/10/1926 tarihinden önce vücut bulduğunu kanıtlayan bir belgeyi başvuru dilekçesine eklemediği belirtilmiştir.

vi. Genelge'de taşınmazın Vakfın tasarrufunda bulunduğunu gösterir belgeler ile taşınmazın davaya konu olup olmadığına ilişkin belgelerin istendiği, şart koşulan tüm bu belgelerin cemaat vakıflarının elinde olduğu ve başka kurumların arşivinde bulunma imkânının olmadığı ifade edilmiştir. Öte yandan başvurucunun 1936 Beyannamesi'nin yanı sıra taşınmazların Vakfın tasarrufunda bulunduğunu tevsik edici belgeleri de sunamadığına dikkat çekilmiştir. Genelge uyarınca mülkiyet iddiasını ispat ile yükümlü tutulmasının başvurucuya aşırı bir yük yüklemediği kanaati açıklanmıştır. Danıştayın Genelge'nin kanunun uygulanması niteliğinde olduğuna dair tespitinde bariz takdir hatası ve keyfîlik bulunmadığı ifade edilmiştir.

49. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanında esas itibarıyla başvuru formundaki görüşlerini tekrarlamıştır. Ayrıca başvurucu, Genelge'de istenen tüm belgelerin Vakıflar Genel Müdürlüğünün arşivlerinde bulunduğunu belirtmiştir. Başvurucu, derece mahkemelerinin 1936 Beyannamesi'nde bulunma şartı sebebiyle davalarını reddettiği için mülkiyet hakkını ortaya koyan belgelerin tartışılmasına dahi geçilemediğine işaret etmiştir.

B. Değerlendirme

50. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

51. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyeti, Hazine ve diğer kurum ile kişiler adına tescil edilen vakıf taşınmazlarının iade edilmemesidir. Bu sebeple başvurucunun adil yargılanma hakkı ve eşitlik ilkesine ilişkin şikâyetlerinin de bir bütün olarak mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun bulunmuştur.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

a. Zaman Bakımından Yetki

52. Başvurunun niteliği dikkate alındığında öncelikle zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerekmektedir. Nitekim Bakanlık da zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerektiğine işaret etmiştir.

53. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Sözleşme ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216 sayılı Kanun'un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun'un 45. ila 51. maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.

54. 6216 sayılı Kanun'un geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:

"Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceler."

55. Anayasa ve 6216 sayılı Kanun'un anılan hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı 23/9/2012 tarihi olup Anayasa Mahkemesi ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık düzenlemeler karşısında anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve kararları da içerecek şekilde yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu düzenine ilişkin olması nedeniyle bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen dikkate alınması gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No: 2012/329, 12/2/2013, § 15; G.S., B. No: 2012/832, 12/2/2013, § 14).

56. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).

57. Başvuru konusu taşınmazların -kesin tarihi dosyadan anlaşılamasa da- 23/9/2012 tarihinden önce Hazine veya diğer kurum ve kişiler adına tescil edildiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır. Başvurucunun mülkünün bulunup bulunmadığı aşağıda değerlendirilecektir.

58. Anayasa Mahkemesi Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri (B. No: 2014/4715, 15/6/2016) kararında bireysel başvurunun yürürlüğe girdiği 23/9/2012 tarihinden önce mülkiyeti kaybedilen taşınmazlarla ilgili olarak hangi durumlarda mülkiyet hakkı şikâyetiyle bireysel başvuruda bulunulabileceğini tartışmıştır (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, §§ 96-119). Söz konusu kararda AİHM kararlarına da atıfta bulunularak müdahalenin anlık bir eylem olması ile devam eden bir durum olması arasında ayrım yapılmıştır. Anılan karardaki ilkelerin şu şekilde toparlanması mümkündür:

i. Anlık bir eylem şeklinde gerçekleşen müdahalelerde zaman bakımından yetki açısından dikkate alınacak tarih, iddia edilen ihlal durumunu oluşturan olayın meydana geldiği veya ihlalin ortadan kaldırılması için dava açılmış ise bu davada nihai kararın verildiği tarihtir.

ii. Buna karşılık 23/9/2012 tarihinden önce başlayan ve ihlal oluşturan eylem ya da olay bu tarihten sonra da devam etmekte ise bu hâlde "devam eden bir durum" söz konusu olduğundan Anayasa Mahkemesinin başvuruya bakma yetkisi bulunmaktadır.

iii. Mülkiyetten yoksun bırakma şeklindeki müdahaleler, anlık bir eylem mahiyetinde olup bu gibi hâllerde müdahale teşkil eden işleme karşı başlatılan yargısal sürecin 23/9/2012 tarihinden önce kesinleşmesi durumunda kural olarak müdahalenin Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin dışında kaldığı kabul edilir.

iv. Bununla birlikte mülkiyetin yitirildiğinin kesinleştiği tarihten sonra aynen iade veya bunun yerine ikame olmak üzere tazminat ödenmesini öngören yeni bir başvuru yolunun ihdas edilmesi hâlinde malikin bireysel başvuru hakkı canlanır. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi yeni ihdas edilen hukuk yolunun tüketilmesi üzerine verilen nihai kararın tarihine bakılarak tespit edilir. Buna göre nihai kararın 23/9/2012'den sonraki bir tarihe tesadüf etmesi hâlinde bu karara karşı yapılacak bir bireysel başvuru Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamına girmiş olur.

59. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup hâlen bu vakıfların tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir. Yine 5737 sayılı Kanun'un 27/8/2011 tarihinde yürürlüğe giren geçici 11. maddesinin birinci fıkrasıyla da cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazlarının, 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazlarının ve 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ile çeşmelerinin cemaat vakıfları adına tescil edilmesine olanak tanınmıştır.

60. Başvurucunun bir cemaat vakfı olduğu konusunda tereddüt bulunmamaktadır. Öte yandan başvurucunun adına tescilini talep ettiği taşınmazların bir şekilde Hazine ve diğer kurum ile kişilere geçtiği de bir vakıadır. Başvurucu, bu taşınmazların öncesinde gayrimüslim kişilerin/cemaatlerin tasarrufunda bulunduğuna işaret eden bazı belgeler de eklemiştir. Bu durumda yüzeysel bir değerlendirmeyle bakıldığında başvurucunun durumunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. ve 11. maddeleri kapsamına girdiği ve taşınmazların iadesi iddiasının bu manada savunulabilir bir temele sahip olduğu söylenebilir. Başvurucunun bu maddelere istinaden açtığı davaların Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başladığı dönemden sonra kesinleştiği izahtan varestedir.

61. Kamu makamları 1936 Beyannamesi'ni sunamamış olması karşısında başvurucunun durumunun bu maddelerin kapsamına girmediğini değerlendirmiş ise de bu meselenin başvurunun esasıyla bağlantılı olması ve başvurucunun açtığı davadaki temel tartışma noktasının da bu mesele etrafında toplanması sebebiyle bu hususun esasla birlikte değerlendirilmesinin daha uygun olacağı kanaatine varılmıştır. Bu itibarla başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kaldığı değerlendirilmiştir.

b. Olağan Başvuru Yollarının Tüketilmesi

62. Bakanlık 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. ve 11. maddeleri kapsamındaki başvuru yolunun başvurucunun iddialarının değerlendirilmesi bakımından elverişli bir yol olmadığını, bu iddiaların ancak adli yargıda açılacak bir davada çözüme kavuşturulabileceğini ileri sürmüştür.

63. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrasında bireysel başvuruda bulunulmadan önce ihlal iddiasının dayanağı olan işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş olan idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerektiği belirtilmiştir. Temel hak ihlallerini öncelikle derece mahkemelerinin gidermekle yükümlü olması, kanun yollarının tüketilmesi koşulunu zorunlu kılar (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26).

64. Başvuru yollarının tüketilmesi gereğinden söz edilebilmesi için öncelikle hukuk sisteminde, hakkının ihlal edildiğini iddia eden kişinin başvurabileceği idari veya yargısal bir hukuk yolunun öngörülmüş olması gerekmektedir. Ayrıca bu hukuk yolunun iddia edilen ihlalin sonuçlarını giderici, etkili ve başvurucu açısından makul bir çabayla ulaşılabilir nitelikte olması ve sadece kâğıt üzerinde kalmayıp fiilen de işlerliğe sahip bulunması gerekmektedir. Olmayan bir hukuki yolun tüketilmesi başvurucudan beklenemeyeceği gibi hukuken veya fiilen etkili bulunmayan, ihlalin sonuçlarını düzeltici bir vasıf taşımayan veya aşırı ve olağan olmayan birtakım şeklî koşulların öngörülmesi nedeniyle fiilen erişilebilir ve kullanılabilir olmaktan uzaklaşan başvuru yollarının tüketilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır (Fatma Yıldırım, B. No: 2014/6577, 16/2/2017, § 39). Bununla birlikte norm düzeyinde makul bir başarı sunma kapasitesi bulunan bir yolun uygulamada başarıya ulaşmayacağına dair şüphe, o başvuru yolunun tüketilmemesini haklı kılmaz (Sait Orçan, B. No: 2016/29085, 19/7/2017, § 36).

65. Başvurucunun başvuru yollarının tüketilmesi noktasında kendisinden beklenebilecek her şeyi yerine getirip getirmediğinin başvurunun özellikleri dikkate alınarak incelenmesi gerekir (S.S.A., B. No: 2013/2355, 7/11/2013, §§ 27, 28). Ancak somut olayın koşulları itibarıyla başvuru yollarının tüketilmesinin yarar sağlamayacağının veya etkili olmadığının anlaşılması hâlinde anılan yollar tüketilmeden yapılan bir başvuru incelenebilir (Şehap Korkmaz, B. No: 2013/8975, 23/7/2014, § 33). Öte yandan başvuru yollarının tüketilmesi, çok katı olarak uygulanması gereken mutlak bir kural değildir. Teorik düzeyde var olan bir başvuru yolunun tüketilmesinin somut olayın koşullarında başvurucuya aşırı külfet yüklemesi hâlinde bu yolun tüketilmesinin gerekli olmadığına karar verilebilir (Rasul Kocatürk [GK], B. No: 2016/8080, 26/12/2019, § 38).

66. Somut olayda iki farklı yargısal süreç işletilmiştir. Birincisinde başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesinden yararlanmak amacıyla yaptığı başvurunun reddine ilişkin işlem söz konusu iken ikincisinde aynı Kanun'un geçici 11. maddesinden yararlandırılmama hâli mevzubahistir.

67. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinde 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup hâlen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların talepte bulunan cemaat vakıfları adına idari yoldan tesciline imkân tanınmıştır.

68. 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinde; (1) 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazların, (2) 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazların, (3) 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkların ve çeşmelerin cemaat vakıfları adına tescil edilmesine olanak sağlanmıştır.

69. Başvurucunun her iki başvurusunun da idari ve yargısal makamlarca reddedilmesinin temel gerekçesinin 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması olduğu anlaşılmaktadır. Kamu otoritelerince 1936 Beyannamesi'nin bulunması şartının aranmasına ilişkin değerlendirme işin esasıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu sebeple bu hususun işin esasıyla birlikte değerlendirilmesinin uygun olacağı sonucuna ulaşılmıştır.

70. Anayasa Mahkemesi Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı kararında tescil talebinde bulunulan taşınmazların nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olmaması ya da hâlihazırda Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü dışındaki kişiler adına tescilli olması durumunda 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesinin uygulanamayacağını tespit etmiştir (Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı, §§ 44-53). Somut olayda başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi kapsamında yaptığı başvuruda tescilini talep ettiği ve mevcut başvurunun konusunu oluşturan 10 taşınmazın nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olmadığı veya hâlihazırda Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü dışındaki kişiler adına tescilli olduğuyla ilgili olarak derece mahkemelerince yapılmış bir tespit bulunmamaktadır.

71. 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesiyle getirilen imkânın geçici 7. maddedekine nazaran daha geniş olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda sadece nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar değil malik hanesi açık olan taşınmazlar da geçici 11. maddenin kapsamına girmektedir. İkincisi maddenin kapsamına sadece mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tescil edilen taşınmazlar değil kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı olan her türlü taşınmaz dâhil edilmiştir. Son olarak geçici 11. maddede, geçici 7. maddeden farklı olarak bu taşınmazlardan üçüncü kişiler adına kaydedilmiş olanlar için vakfa, taşınmazın rayiç bedeli üzerinden tazminat ödenmesi yükümlülüğü getirilmiştir.

72. Başvurucunun ikinci başvuruya konu edilen 36 taşınmazla ilgili olarak başlattığı yargısal süreçte Danıştay tarafından nihai olarak verilen kararda 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması dışındaki şartların taşınmadığına dair bir tespit yapılmamıştır.

73. Dolayısıyla 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddelerinde öngörülen başvuru yollarının -1936 Beyannamesi'nin bulunmaması şartı hariç- somut olayda etkili olmadığı sonucuna ulaşılabilmesi için hiçbir neden yoktur. 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması şartı ise aşağıda işin esasıyla birlikte incelenecektir.

c. Sonuç Olarak

74. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

75. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

76. Mülkiyet hakkı, özel hukukta veya idari yargıda kabul edilen mülkiyet hakkı kavramlarından farklı bir anlam ve kapsama sahip olup bu alanlarda kabul edilen mülkiyet hakkı, yasal düzenlemeler ile yargı içtihatlarından bağımsız olarak özerk bir yorum ile ele alınmalıdır (Hüseyin Remzi Polge, B. No: 2013/2166, 25/6/2015, § 31). Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).

77. Somut olayda başvurucu 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi kapsamında yaptığı başvurunun mevcut bireysel başvuruya konu kısmında 10 adet, aynı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında yaptığı başvuruda ise 36 adet taşınmazın tescilini talep etmiştir. Başvurucunun her iki başvurusundaki talepleri de nihai olarak 1936 Beyannamesi'nin bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Başvurucunun açtığı davalarda verilen kararlarda bu taşınmazların Hazine veya diğer kişiler adına tescil edilmeden önce kendisine ait olmadığı yolunda bir tespit yapılmamış ve davalar bu temelde reddedilmemiştir. Bireysel başvuruya konu kararlarda başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleriyle getirilen imkânlardan yararlanabilmesi için 1936 Beyannamesi verme ön şartını sağlamadığı tespit edilerek taşınmazların Hazine veya diğer kurum ve kişiler adına tescil edilmeden önceki mülkiyet durumunun incelenmesi aşamasına geçilememiştir. Başvurucu tarafından başlatılan sürecin temel amaçlarından biri de hak iddia ettiği taşınmazların kamu adına tescil edilmeden önce kendisine ait olup olmadığının tespit edilmesidir. Diğer bir ifadeyle başvurucunun belirttiği taşınmazların Hazine veya diğer kurum ve kişiler adına tescil edilmeden önce başvuruya ait olup olmadığı tam olarak yargılamanın sonucunda anlaşılabilecektir. Cemaat vakıflarının malik hanesinin açık olabileceği ve somut olayda hak iddia ettikleri taşınmazlara ilişkin olarak 1936 Beyannamesi'nin de bulunmadığı gözetildiğinde mülkün varlığının tam olarak ispatlanmasının beklenmesi hakkaniyete uygun olmaz. Bu durumda başvurucunun belirtilen taşınmazların kendilerine ait olduğuna işaret eden belgeler sunmuş olması mülkün varlığının kabulü için yeterli görülmelidir. Somut olayda başvurucu, eşhası hükmiye cetveli ve kadastro tahrir varakası gibi belgeleri derece mahkemelerine sunmuştur. Dolayısıyla tüm bu hususlar gözetildiğinde başvurucunun mülkünün bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

78. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, ondan tasarruf etme ve onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

79. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

80. Başvurucunun hak iddia ettiği taşınmazlar Hazine ve diğer kurum ile kişiler adına tescil edilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin mevcut olduğu kuşkusuzdur. Diğer taraftan niteliği ve amacı gözetildiğinde müdahalenin mülkten yoksun bırakmaya ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

81. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

82. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

i. Kanunilik

83. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında, mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gerektiği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesi de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğini temel bir ilke olarak benimsemiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

84. Osmanlı Dönemi'nde gayrimüslim cemaatlerce idare edilen vakıflar 5/6/1935 tarihinde kabul edilen 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinde, mütevellileri veya seçilmiş heyetleri tarafından idare olunmak üzere mülhak vakıflar arasında sayılmıştır. Aynı Kanun'un 44. maddesinde de cemaat vakıflarının tasarruflarında bulunan taşınmazların vakıf kütüğüne ve tapu siciline tescil edilmesi öngörülmüştür. Ayrıca anılan Kanun’un geçici 1. maddesinde de gayrimüslim cemaat vakıflarını idare eden kişilerce bu vakıflara ait bütün malların, gelirlerin ve bunları sarf ettikleri yerlerin birer beyanname ile Vakıflar İdaresine bildirilmesi düzenlenmiştir. Uygulamada 1936 Beyannamesi olarak adlandırılan bu bildirimler, Yargıtay tarafından vakıf senedi olarak kabul edilmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 8/5/1974 tarihli ve E.1971/2-820, K.1974/505 sayılı kararıyla cemaat vakıflarının 1936 yılında verdikleri beyannamelerin vakıfname olarak kabulünün zorunlu olduğu belirtilmiştir (bkz. § 20). Dolayısıyla 1936 Beyannamesi'ne dâhil edilmeyen taşınmazlar cemaat vakıflarının mülkiyetinde kabul edilmemiştir.

85. Başvurucunun Osmanlı Dönemi'nden kalma bir vakıf olmadığı hususunda kamu makamlarının bir iddiası bulunmamaktadır. Öte yandan başvurucunun hak iddia ettiği taşınmazların 1939 yılından sonra ancak dosyadan anlaşılamayan tarihlerde Hazine ve diğer kurumların mülkiyetine geçtiği anlaşılmıştır.

86. Hatay'ın 20 Ekim 1921 tarihinde Fransız mandası altında olan Suriye sınırına bırakıldığına ve 7/7/1939 tarihinde tekrar Türkiye Cumhuriyeti'ne katıldığına dikkat çekmek gerekir. Dolayısıyla 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesi uyarınca beyanname verilmesi gereken dönemde (1936) başvurucu Vakıf, Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenliği altında olmadığı gibi hak iddia ettiği taşınmazlar da Türkiye'nin egemenliği altındaki toprak parçasına dâhil değildir. Bu durumda 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinin ve bu maddeyle getirilen beyanname yükümlülüğünün 1939 yılında Türkiye'ye ilhak eden Hatay'da kurulu bulunan başvurucuya uygulanabilirliği konusunda tereddüt oluşmuştur. Bu sebeple 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinden doğan beyanname verme yükümlülüğünü yerine getirmediği gerekçesine dayalı olarak Vakfın hak iddia ettiği taşınmazların kamu adına tescil edilmesinin hukuki dayanağının bulunup bulunmadığı noktasında duraksama yaşanmıştır. Ancak somut olaydaki uyuşmazlığın 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleriyle getirilen tescil imkânından yararlanmanın koşullarının oluşup oluşmadığı olduğundan bu mesele üzerinde daha fazla durulmasına gerek görülmemiştir.

87. Başvurucu tarafından başlatılan her iki yargısal süreçte de davaların reddedilmesinin temel gerekçesi başvurucunun 1936 Beyannamesi'nin bulunmamasıdır. 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddelerinde nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan ya da tapuda malik hanesi açık bulunan taşınmazlar yönünden 1936 Beyannamesi'ne kayıtlı olma şartının arandığı görülmektedir. Öte yandan başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni vermediği de tartışmasızdır. Dolayısıyla başvurucunun müracaatlarının 1936 Beyannamesi'nin olmadığı gerekçesiyle kamu otoritelerince reddedilmesinin kanuni dayanağının bulunduğu anlaşılmıştır.

ii. Meşru Amaç

88. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle, bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

89. Başvurucunun hak iddia ettiği taşınmazların Hazine ve diğer kurum ile kişiler adına tescil edilmesinin ve iade edilmemesinin gerekçesinin başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni verme yükümlülüğünü yerine getirmemesi olduğu anlaşılmaktadır. 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesinde öngörülen beyanname verme yükümlülüğünün amacı 743 sayılı mülga Kanun'un yürürlüğe girmesinden sonra yeni bir statüye kavuşturulan cemaat vakıflarının mallarının tespit edilmesidir. Nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olanlar ya da tapuda malik hanesi açık bulunan taşınmazlar için bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi nedeniyle taşınmazların Hazine ve diğer kamu kurumları adına tescil edilmesinin kamu yararına yönelik bir amacının bulunduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan bu taşınmazların iade edilmemesinde de taşınmazların adına tescilli bulunduğu Hazine ve diğer kurum ile kişilerin menfaatlerinin korunmasının amaçlandığı, bunun da kamu yararına dönük olduğu kanaatine varılmıştır.

iii. Ölçülülük

 (a) Genel İlkler

90. Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmaktadır. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki ancak durumun gerektirdiği ölçüde kullanılması koşuluyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin somut koşulların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014).

91. Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan ölçülülük ilkesi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2016/16, K.2016/37, 5/5/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).

92. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasının yanında gerekli olması da gerekir. Gereklilik yukarıda da belirtildiği üzere hakka müdahale teşkil eden birden fazla araç arasından hakkı en az zedeleyen aracın seçilmesini ifade etmektedir. Hak ve özgürlüğü sınırlayan tedbirlerden hangisi diğerlerine nazaran hakkın norm alanına daha az müdahale edilmesi sonucunu doğuruyorsa o tedbirin tercih edilmesi gerekir. Bununla birlikte hakka müdahale oluşturacak aracın seçiminde kamu otoritelerinin belli ölçüde takdir payının bulunduğu da kabul edilmelidir. Zira yetkili kamu makamları, öngörülen amaca ulaşılması bakımından hangi aracın etkili ve verimli sonuçlar doğuracağına ilişkin olarak isabetli karar verme noktasında daha iyi bir konumdadır. Özellikle alternatif aracın bulunmadığı veya mevcut alternatiflerin öngörülen meşru amaca ulaşılması bakımından etkili olmadığı ya da daha az etkili olduğu durumlarda kamu makamlarının araç seçimi hususundaki tercih yetkisinin gereklilik kriterini sağlamadığının söylenebilmesi için çok güçlü nedenlerin bulunması gerekir (D.C., B. No: 2018/13863, 16/6/2021, § 48).

93. Öte yandan mülkiyet hakkına yönelik müdahaleler orantılı olmalıdır. Orantılılık sınırlamayla ulaşılmak istenen amaç ile başvurulan sınırlama tedbiri arasında aşırı bir dengesizlik bulunmamasına işaret etmektedir. Diğer bir ifadeyle orantılılık, amaç ile araç arasında adil bir denge kurulmasını gerektirmektedir. Buna göre mülkiyet hakkına getirilen sınırlamayla ulaşılmak istenen meşru amaç ve başvurucunun mülkiyet hakkından yararlanmasındaki bireysel yarar arasında makul bir orantı kurulmalıdır. Hedeflenen amaca ulaşıldığında elde edilecek kamusal yararla kıyaslandığında sınırlama ile kişiye yüklenen külfetin aşırı ve orantısız olmaması gerekir (D.C., § 49).

94. Seçilen aracın ulaşılmak istenen amaçla kıyaslandığında bireye orantısız bir külfet yüklediğinin saptanması, ihlal sonucuna ulaşılabilmesi için bazı hâllerde tek başına yeterli olmayabilir. Kişiye yüklenen külfeti dengeleyici mekanizmaların var olup olmadığı da büyük önem taşımaktadır. Elverişli ve gerekli olduğu hükmüne varılan aracın seçilmiş olması nedeniyle kişiye yüklenen aşırı külfeti hafifleten hukuksal mekanizmalar mevcutsa bir ihlalin olmadığı sonucuna varılabilir (D.C., § 50).

95. Mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin orantılı olup olmadığı değerlendirilirken başvurucunun ve idarenin kusurlarının bulunup bulunmadığı da gözönünde tutulur. Bu bağlamda tarafların yasal yükümlülüklerinin neler olduğu, bunların yerine getirilmesinde ihmalkârlık gösterilip gösterilmediği ve ihmalin varlığının tespiti hâlinde bunun hukuka aykırı sonucun doğmasında bir etkisinin bulunup bulunmadığı da dikkate alınır (D.C., § 51).

96. Usule ilişkin güvencelerin varlığı orantılılık değerlendirmesinde önemli bir rol oynayabilir. Bu bağlamda müdahalenin hukuka aykırılığının ileri sürülebileceği veya müdahale nedeniyle oluşan maddi ve manevi zararların tazmin edilmesinin istenebileceği hukuk yollarının olmaması da bazı durumlarda kişiye yüklenen külfeti ağırlaştıran bir unsur olarak görülebilir. Bu bakımdan kişinin hukuka aykırılık iddialarının bir mahkeme tarafından etkili bir biçimde incelenmesi müdahalenin orantılılığı bakımından ehemmiyet arz etmektedir (D.C., § 52).

 (b) İlkelerin Olaya Uygulanması

97. Başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleriyle getirilen imkânlardan yararlanmak amacıyla yaptığı müracaatlar 1936 Beyannamesi'nin bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir.

98. Somut olayda başvurucunun tükettiği yolların taşınmazların kamu adına tescili suretiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin giderilmesi için sonradan oluşturulan bir mekanizma olduğu gözetildiğinde elverişlilik ve gereklilik unsurları yönünden değerlendirme yapılmasının bir anlamı bulunmamaktadır. Eldeki başvuruda asıl tartışılması gereken unsur orantılılıktır. Öngörülen tedbirin maliki olağan dışı ve aşırı bir yük altına sokması durumunda müdahalenin orantılı olduğundan söz edilemez. Bu itibarla uygulanan tedbirle başvurucuya aşırı ve orantısız bir yük yüklenip yüklenmediğinin tespiti gerekmektedir.

99. 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesinin öngördüğü beyanname verme yükümlülüğünün doğduğu ve ifa edilmesi gerektiği tarihte başvurucu Vakfın Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenliği altında bulunmadığına ve hak iddia ettiği taşınmazların da Türkiye Cumhuriyeti'nin topraklarının bir parçası olmadığına işaret etmek gerekir. Dolayısıyla başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni vermesi hukuken ve fiilen mümkün olmamıştır. Öte yandan Hatay'ın Türkiye Cumhuriyeti'ne katılmasından sonraki dönemde, Hatay'da kurulu bulanan cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'ne benzer bir beyanname vermesini gerekli kılan bir mevzuatın ihdas edildiği de tespit edilememiştir. Bu durumda başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleriyle getirilen imkânlardan yararlanmasının 1936 yılında beyanname vermiş olmasına bağlı kılınması başvurucuya ifası mümkün olmayan oldukça ağır bir külfet yüklemiştir.

100. Öte yandan Hatay'daki cemaat vakıflarının 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesinin öngördüğü beyanname verme yükümlülüğünü yerine getirmemiş olması sebebiyle bu vakıfların taşınmazlarının kamu adına tescil edilmesinin kanuni temelinin ne olduğuyla ilgili muğlaklığı da hatırlamak gerekir. Yukarıda da ifade edildiği üzere 1936 Beyannamesi'nde yer almayan taşınmazların mülkiyetinin Hazine adına tescil edilmesinin yasal dayanağının 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesi olduğu kabul edilmektedir. Bu durumda 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesinin yürürlüğe girdiği ve madde uyarınca beyanname verme süresinin dolduğu tarihten sonra -7/7/1939 tarihinde- Türkiye'ye katılan Hatay'da kurulu bulunan vakıflara ait taşınmazlar için bu yükümlülüğün yerine getirilmemesine bağlı olarak bu taşınmazların Hazine adına tescil edileceğinin kabul edilmesi öngörülebilir bir durum değildir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1974 tarihli kararında Hatay'ın kendine özgü bu durumunun gözetildiği anlaşılamamıştır. Kamu otoritelerinin ve derece mahkemelerinin bu olguyu hesaba katmadıkları gözlemlenmiştir.

101. Uyuşmazlıkta uygulanacak hukuk kurallarını yorumlama görevi öncelikle derece mahkemelerine ait olmakla birlikte mahkemelerin hukuk kurallarını Anayasa'nın ışığında yorumlama yükümlülükleri bulunmaktadır. Bir hukuk kuralının birden fazla şekilde yorumlanmasının mümkün olduğu durumlarda mahkemelerin bu yorumlardan Anayasa'ya uygun olmayanı benimsememeleri beklenir.

102. 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddelerinin ihdas edilmesinin amaçlarından biri 1936 Beyannamesi'nde yer alıp nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan ya da tapuda malik hanesi açık bulunan taşınmazlardan süreç içinde Hazine veya diğer kurumlar adına tescil edilenlerin cemaat vakıflarına iadesini sağlamaktır. Kanun koyucunun 7 Temmuz 1939 tarihinde Türkiye'ye katılan Hatay'da kurulu bulunan ve benzer koşulları taşıyan taşınmazları 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleriyle getirilen tescil imkânının dışında tutmayı amaçladığı düşünülemez. Hatay'da kurulu bulunan ve Osmanlı Dönemi'nden kalma cemaat vakıflarının aynı koşulları sağlayan diğer vakıflardan farklı tutulmasını haklı kılan bir neden bulunmamaktadır. Derece mahkemelerinin 1936 Beyannamesi'ni vermesi mümkün olmayan Hatay'daki vakıfların kendine özgü bu durumunu dikkate almaması başvurucu Vakıf ile diğer illerde kurulu bulunan cemaat vakıfları arasında farklı uygulamanın oluşmasına yol açmıştır. Anılan maddelerin haklı temeli bulunmayan bir farklı muameleye sebep olacak biçimde yorumlanmasının Anayasa'nın 35. maddesinin yanında eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesini de zedeleyeceği açıktır.

103. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında yapılan müracaatla ilgili yargısal süreçte Dairenin Hatay'ın 1939 yılında Türkiye topraklarına katıldığı, bu nedenle söz konusu taşınmazlara ilişkin 1936 Beyannamesi'nin bulunmasının mümkün olmadığı iddiasına yönelik değerlendirmelerde bulunduğu görülmektedir (bkz. § 30). Ne var ki Dairenin taşınmazların tescilinin istenebilmesi için cemaat vakıflarının tasarrufları altında bulunması gerektiğini vurgulamaktan ve işlemin kanuna aykırı olmayan Genelge'ye dayalı olarak tesis edildiğini ifade etmekten ibaret olan gerekçesinin başvurucunun bu iddiasını karşıladığını söylemek güçtür.

104. Öte yandan 5737 sayılı Kanun’un geçici 11. maddesi kapsamında yapılan müracaatla ilgili yargısal süreçte ilk derece mahkemesinin 1936 Beyannamesi'nin verilmesi şartının aranmaması hâlinde taşınmazın adına tescilli bulunduğu kurum ve kişilerin mülkiyet hakkının ihlal edileceği yolundaki değerlendirmesinin (bkz. § 36) de -yukarıda yapılan açıklamalar karşısında- anlaşılabilir olmadığını ifade etmek gerekir. Bireylerin hak ve özgürlüklerini güvenceye bağlayan Anayasa hükmünün kapsamına kamu kurumlarının dâhil edilmesi ilginç bulunmuştur. Ayrıca Mahkemenin bu yorumu Hatay'ın 7 Temmuz 1939 tarihinde Türkiye'ye katıldığı gerçeğinin gözardı edilmesi temeline dayanmaktadır. Dolayısıyla Mahkemenin anılan gerekçesinin ilgili ve yeterli olduğu söylenemez.

105. Derece mahkemesinin ve Dairenin bu yorumu sebebiyle başvurucu 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddelerindeki diğer koşulların oluştuğunu ispatlayarak taşınmazları, adına tescil ettirme imkânından mahrum bırakılmıştır. Başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni vermiş olması şartına tabi kılınması -Hatay'ın 7 Temmuz 1939 tarihinde Türkiye'ye katılması sebebiyle başvurucunun bunu yerine getirmesinin mümkün olmadığı gözetildiğinde- anılan imkânların ihdas edilmesini başvurucu açısından anlamsız kılmış ve başvurucuya aşırı bir külfet yüklemiştir. Bu durumda kamu yararı ile başvurucunun bireysel yararı arasında adil bir dengenin kurulamadığı ve mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin orantılı olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

106. Son olarak Dairede ilk derece mahkemesi sıfatıyla dava konusu edilen Genelge'nin kendi başına ihlale yol açmadığı değerlendirilmiştir. Dairenin Genelge'nin kanun hükmünü açıklayıcı mahiyette olduğu yolundaki değerlendirmesinin keyfî ve temelsiz olmadığı görülmektedir. Somut olaydaki ihlalin asıl sebebinin kanun hükümlerinin yorumlanması olduğu kanaatine varılmıştır.

107. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

108. 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

109. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesini ve giderilmesi için gereken kararın verilmesini talep etmiştir.

110. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

111. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

112. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük’ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

113. İncelenen başvuruda, başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni vermiş olması şartına tabi kılınması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin idarenin işleminden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte mahkemeler de ihlali giderememiştir.

114. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş, yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Danıştay Onuncu Dairesine ve Hatay 1. İdare Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

115. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 1.023,90 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.923,90 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Danıştay Onuncu Dairesine (E.2010/10390, K.2014/7620) ve Hatay 1. İdare Mahkemesine (E.2013/280, K.2013/1863; E.2013/281, K.2013/1864) GÖNDERİLMESİNE,

D. 1.023,90 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.923,90 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 27/10/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

YEDİKULE SURP PIRGİÇ ERMENİ HASTANESİ VAKFI BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2018/25252)

 

Karar Tarihi: 27/10/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 6/1/2023-32065

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Başkanvekili

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Selahaddin MENTEŞ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

İrfan FİDAN

 

 

Kenan YAŞAR

 

 

Muhterem İNCE

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Yedikule Surp Pırgiç Emeni Hastanesi Vakfı

Vekili

:

Av. Setrak DAVUTHAN

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, vasiyet yoluyla cemaat vakfına bırakılan ancak Hazine adına tescil edilen taşınmazın iadesi istemiyle yapılan başvurunun reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 13/8/2018 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.

7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.

8. Birinci Bölüm tarafından 9/6/2021 tarihinde yapılan toplantıda niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

9. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

10. Başvurucu, Ermeni toplumuna mensup kişiler tarafından kurulmuş, İstanbul'da bulunan bir vakıftır. Başvurucu 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 3. maddesinde tanımı yapılan cemaat vakfı niteliğindedir.

A. Olayın Arka Planı

11. Ermeni toplumuna mensup A.H. 25/3/1968 tarihli vasiyetnameyle İstanbul'da bulunan beş taşınmazını başvurucu Vakfa bağışlamıştır ancak Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun (Hukuk Genel Kurulu) 8/5/1974 tarihli kararıyla cemaat vakıflarının vasiyet yoluyla taşınmaz edinmelerinin hukuken mümkün olamayacağına karar vermesi üzerine A.H. bu taşınmazları üçüncü kişilere satmıştır. Bireysel başvuruya konu olan İstanbul ili Fatih ilçesi Çarşı Mahallesi'nde kâin 2777 ada 36 parsel numaralı kârgir dükkân vasıflı taşınmaz 5/2/1976 tarihinde A.K. ve S.Ö.ye satılmıştır.

12. A.H. 11/5/1976 tarihinde ölmüştür. Hazine 14/8/1978 tarihinde İstanbul 2. Asliye Hukuk Hâkimliğinde A.K. ve S.Ö. aleyhine dava açmıştır. Dava dilekçesinde; satış işleminin muvazaalı olması nedeniyle taşınmazın A.H.nin terekesine iadesi, -Hukuk Genel Kurulunun 8/5/1974 tarihli kararı karşısında vasiyetname geçersiz olduğundan- vasiyetnamenin iptali ve taşınmazların Hazine adına tescili talep edilmiştir. Hâkimlik 29/12/1994 tarihli kararıyla davayı kabul etmiştir. Hâkimlik, cemaat vakfının vasiyetname yoluyla taşınmaz edinmesinin hukuken imkânsız olması sebebiyle başvurucu lehine bağışlama içeren vasiyetnamenin geçersiz olduğunu tespit ederek vasiyetnameyi iptal etmiştir. Hâkimlik ayrıca taşınmazın gerçek değeri ile satış esnasında gösterilen değeri arasında nispetsizlik bulunmasını ve tarafların gerçek bir satış iradesinin bulunmadığına dair tanık anlatımlarını dikkate alarak satış işleminin ve tescilin iptali ile taşınmazın Hazineye intikal ettirilmek üzere A.H.nin terekesine iadesine hükmetmiştir.

13. Hâkimlik kararının kanun yolu denetiminden geçerek 23/10/1995 tarihinde kesinleşmesinden sonra taşınmaz 30/11/2001 tarihinde tapuda Hazine adına tescil edilmiştir.

14. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir. 27/8/2011 tarihinde yürürlüğe giren 22/8/2011 tarihli ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin (KHK) 17. maddesiyle 5737 sayılı Kanun'a eklenen geçici 11. maddenin ikinci fıkrasıyla da cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuya kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin tazminat olarak ödenmesi öngörülmüştür.

B. Başvuruya Konu Yargılama Süreci

15. Başvurucu 28/12/2010 tarihinde Hazine aleyhine İstanbul ili Fatih ilçesi Çarşı Mahallesi'nde kâin 2777 ada 36 parsel numaralı taşınmaza yönelik olarak İstanbul 15. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) vasiyetin tenfizi ile tapu iptali ve tescili davası açmıştır. Dava dilekçesinde, 5737 sayılı Kanun'la cemaat vakıflarının mülk edinmesinin önündeki yasal engelin kaldırıldığı vurgulandıktan sonra A.H.nin vasiyetinin yerine getirilmesi ve taşınmazın iadesi talep edilmiştir.

16. Davayı Hazine adına takip eden İstanbul Valiliği Muhakemat Müdürlüğü (İdare), Mahkemeye sunduğu savunmasında vasiyetnamenin Hâkimliğin 29/12/1994 tarihli kararıyla iptal edildiğine değinerek ortada infaz edilebilecek bir vasiyetnamenin bulunmadığını iddia etmiştir.

17. Başvurucu; İdarenin savunmasına verdiği cevapta Hâkimlikçe yapılan yargılamada silahların eşitliği ilkesine riayet edilmediğini, bu nedenle verilen kararın kesin hüküm teşkil etmeyeceğini ileri sürmüştür. Başvurucu ayrıca 5737 sayılı Kanun'un cemaat vakıflarına yönelik olarak önceki dönemde meydana gelen mağduriyetlerin ve hak ihlallerinin giderilmesi amacıyla özel hükümler sevk ettiğine değinmiş, İdarenin hatalı bir kararın arkasına sığınarak hakkı teslimden kaçınmasının Anayasa'ya aykırı olduğunu belirtmiştir.

18. Bu arada başvurucu 6/4/2012 tarihinde kayda giren dilekçeyle başvuruya konu taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin ikinci fıkrası kapsamında iadesi için Vakıflar Genel Müdürlüğüne müracaat etmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisi 7/6/2012 tarihli kararıyla taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin ikinci fıkrası kapsamında olmadığı gerekçesiyle tescil talebini reddetmiştir. Başvurucunun bu işlemi dava konusu edip etmediğiyle ilgili olarak herhangi bir bilgi, bireysel başvuru dosyasında bulunmamaktadır.

19. Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. İki inşaat mühendisi ve bir hesap uzmanından oluşan bilirkişi heyetince hazırlanarak Mahkemeye sunulan 27/5/2013 tarihli raporda, taşınmazın başvurucu adına tescilinin iyi niyet ve hakkaniyet ilkelerine uygun olacağı görüşü açıklanmıştır.

20. Mahkeme 31/10/2013 tarihli kararıyla davayı kabul etmiş ve taşınmazın başvurucu adına tesciline karar vermiştir. Kararın gerekçesinde 5737 sayılı Kanun'a atıfta bulunulmuştur. Mahkeme, vasiyetçinin usulüne uygun olarak düzenlenen vasiyetnamesindeki arzusunun taşınmazın başvurucuya bırakılması yönünde olduğunu vurgulayarak davanın kabulü gerektiğini ifade etmiştir. Ancak söz konusu karar, Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin (Yargıtay) 10/12/2014 tarihli kararıyla bozulmuştur. Kararın gerekçesinde; vasiyetnamenin iptal edildiğine işaret edildikten sonra iptal edilen vasiyetnamenin tenfizinin istenemeyeceği, bu nedenle davanın reddi gerektiği belirtilmiştir. Başvurucunun karar düzeltme istemi Yargıtayın 25/6/2015 tarihli kararıyla reddedilmiştir.

21. Mahkeme bozma kararına uymuş ve 17/12/2015 tarihinde davayı reddetmiştir. Başvurucunun temyiz talebi 5/7/2017, karar düzeltme talebi de 18/6/2018 tarihli kararlarla reddedilmiştir. Nihai karar 25/7/2018 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

22. Başvurucu 13/8/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

23. 5/6/1935 tarihli ve 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesinin yürürlükten kaldırıldığı tarihteki hâlinin ilgili kısmı şöyledir:

"...

 (Ek Fıkra 2.1.2003-4778 s. Kanun.) Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, Vakıflar Genel Müdürlüğünün izniyle dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilirler ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilirler.

..."

24. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Bu Kanunun uygulanmasında;

...

Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfları,

...

ifade eder."

25. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Cemaat vakıflarının;

...

b) 1936 Beyannamesinden sonra cemaat vakıfları tarafından ... cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle halen; Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onsekiz ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescilleri yapılır. "

26. Türkiye Büyük Millet Meclisi 9/11/2006 tarihli ve 5555 sayılı Vakıflar Kanunu'nu kabul etmiş ancak anılan Kanun'un Cumhurbaşkanı tarafından bir kere daha görüşülmek üzere iade edilmesi üzerine Kanun, 5737 sayı numarasını alarak aynen kabul edilmiştir. 5555 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi ile 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi tamamen aynıdır. Cumhurbaşkanı tarafından iade edilen 5555 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin gerekçesi şöyledir:

"Madde ile, mazbut vakıf taşınmazlarının herhangi bir hüküm ve karar alınmaksızın vakfı adına tescil edilmesi sağlanmıştır."

27. 5737 sayılı Kanun'a 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesi ile eklenen geçici 11. maddenin ikinci fıkrası şöyledir:

"Cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Genel Müdürlük adına tapuda kayıt edilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değeri Hazine veya Genel Müdürlük tarafından ödenir."

28. 651 sayılı KHK'nın 17. maddesinin gerekçesi şöyledir:

"Madde ile, cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesinde kayıtlı olan taşınmazlarının vakıfları adına tescilleri ve mal edinememe nedenleriyle mağdur oldukları hakların iadesi amaçlanmaktadır."

29. 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Kanunu Medenisi'nin 517. maddesinin birinci cümlesi şöyledir:

"Miras, ölüm ile açılır."

30. 743 sayılı mülga Kanun’un 539. maddesi şöyledir:

"Miras açılınca, mirasçılar onun tamamına sahip olurlar. Kanunda açıkça yazılı haller müstesna olmak üzere, mütevaffanın alacakları ve bilcümle hakları ve zilyed bulunduğu malları, mirasçılarına intikal eder ve bu mirasçılar müteveffanın borçlarından şahsan mesul olurlar.

Mansup mirasçıların iktisabı, kendilerini nasbeden muteveffanın vefatından başlar. Kanuni mirasçılar, zilyedlik hükümlerine tevfikan mansup mirasçıların hisselerini teslime mecburdurlar."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

31. Anayasa Mahkemesinin 27/10/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

32. Başvurucu, A.H.nin gerçek iradesinin taşınmazı vasiyet yoluyla Vakfa bağışlamak olduğunu fakat 1974 tarihli Hukuk Genel Kurulu kararı dolayısıyla vasiyetin infazı mümkün olmadığı için taşınmazları satmak zorunda kaldığını belirtmiştir. 5737 sayılı Kanun'la birlikte cemaat vakıflarının taşınmaz edinmesinin önündeki engellerin kalktığını, nitekim anılan Kanun'un geçici 7. ve geçici 11. maddeleriyle mülk edinmenin yasak olduğu dönemdeki mağduriyetlerin giderilmesinin amaçlandığını belirtmiştir. A.H.nin son arzusunun taşınmazın Vakfa intikali yolunda olduğunu vurgulayan başvurucu; davanın reddedilmesinin sözü edilen düzenlemelerin amacına ve Anayasa'nın 5., 10., 35. ve 36. maddelerine aykırı olduğunu ileri sürmüştür.

33. Bakanlık görüşünde, vasiyetnamenin iptaline ilişkin nihai kararın 1995 yılında kesinleştiği gözetildiğinde başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Ayrıca başvurucunun bireysel başvuru konusu taşınmaz için 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında Vakıflar Genel Müdürlüğüne başvurusunun bulunmadığı dikkate alındığında başvuru yollarının tüketilip tüketilmediğinin Anayasa Mahkemesince değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Bakanlık, başvurucunun mevcut mülkünün veya mülk edineceğine dair meşru bir beklentisinin bulunmadığını ileri sürmüştür. Son olarak başvurucunun başvurusunun kanun yolu şikâyeti niteliğinde olduğu görüşünü açıklamıştır.

34. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanında esas itibarıyla başvuru formundaki iddialarını tekrarlamıştır.

B. Değerlendirme

35. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

36. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin özü, vasiyetnameyle kendisine bağışlanan ancak Hazine adına tescil edilen taşınmazın iade edilmemesidir. Bu sebeple başvurucunun tüm şikâyetlerinin mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun bulunmuştur.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

a. Zaman Bakımından Yetki

37. Başvurunun niteliği dikkate alındığında öncelikle zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerekir. Nitekim Bakanlık da zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerektiğine işaret etmiştir.

38. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Sözleşme) ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216 sayılı Kanun'un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun'un 45. ila 51. maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.

39. 6216 sayılı Kanun'un geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:

"Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceler."

40. Anayasa ve 6216 sayılı Kanun'un anılan hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı 23/9/2012 tarihi olup Anayasa Mahkemesi ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık düzenlemeler karşısında anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve kararları da içerecek şekilde yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu düzenine ilişkin olması nedeniyle bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen dikkate alınması gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No: 2012/329, 12/2/2013, § 15; G.S., B. No: 2012/832, 12/2/2013, § 14).

41. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).

42. Başvuru konusu taşınmaz Hâkimlik kararına istinaden 30/11/2001 tarihinde tapuda Hazine adına tescil edilmiştir. Başvurucunun mülkünün bulunup bulunmadığı aşağıda değerlendirilecek olmakla birlikte taşınmazın mülkiyetinin 23/10/1995 tarihinden itibaren Hazineye geçtiği tartışmasızdır. Dolayısıyla kimin mülkiyetinde olduğundan bağımsız olarak taşınmaz üzerindeki özel mülkiyetin 23/10/1995 tarihinde sona erdiği açıktır.

43. Anayasa Mahkemesi Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri (B. No: 2014/4715, 15/6/2016, §§ 96-119) kararında bireysel başvurunun yürürlüğe girdiği 23/9/2012 tarihinden önce mülkiyeti kaybedilen taşınmazlarla ilgili olarak hangi durumlarda mülkiyet hakkı şikâyetiyle bireysel başvuruda bulunulabileceğini tartışmıştır. Söz konusu kararda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına da atıfta bulunarak müdahalenin anlık bir eylem olması ile devam eden bir durum olması arasında ayrım yapmıştır. Anılan karardaki ilkelerin şu şekilde toparlanması mümkündür:

i. Anlık bir eylem şeklinde gerçekleşen müdahalelerde zaman bakımından yetki açısından dikkate alınacak tarih, iddia edilen ihlal durumunu oluşturan olayın meydana geldiği veya ihlalin ortadan kaldırılması için dava açılmış ise bu davada nihai kararın verildiği tarihtir.

ii. Buna karşılık 23/9/2012 tarihinden önce başlayan ve ihlal oluşturan eylem ya da olay bu tarihten sonra da devam etmekte ise bu hâlde devam eden bir durum söz konusu olduğundan Anayasa Mahkemesinin başvuruya bakma yetkisi bulunmaktadır.

iii. Mülkiyetten yoksun bırakma şeklinde müdahaleler, anlık bir eylem mahiyetinde olup bu gibi hâllerde müdahale teşkil eden işleme karşı başlatılan yargısal sürecin 23/9/2012 tarihinden önce kesinleşmesi durumunda kural olarak müdahalenin Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin dışında kaldığı kabul edilir.

iv. Bununla birlikte mülkiyetin yitirildiğinin kesinleştiği tarihten sonra aynen iade veya bunun yerine ikame olmak üzere tazminat ödenmesini öngören yeni bir başvuru yolunun ihdas edilmesi hâlinde malikin bireysel başvuru hakkı canlanır. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi yeni ihdas edilen hukuk yolunun tüketilmesi üzerine verilen nihai kararın tarihine bakılarak tespit edilir. Buna göre nihai kararın 23/9/2012'den sonraki bir tarihe tesadüf etmesi hâlinde bu karara karşı yapılacak bir bireysel başvuru Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamına girmiş olur.

44. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir. Yine 5737 sayılı Kanun'un 27/8/2011 tarihinde yürürlüğe giren geçici 11. maddesinin ikinci fıkrasıyla da cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin tazminat olarak ödenmesi öngörülmüştür.

45. A.H.nin bireysel başvuruya konu taşınmazın 25/3/1968 tarihinde düzenlediği vasiyetnamede başvurucuya bağışladığı hususunda tartışma bulunmamaktadır. Öte yandan taşınmazın 30/11/2001 tarihinde Hazine adına tescil edildiği ve hâlen Hazinenin mülkiyetinde bulunduğu da bir vakıadır. Dolayısıyla yüzeysel bir değerlendirmeyle başvurucunun durumunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamına girdiği ve taşınmazın iadesi iddiasının bu manada savunulabilir bir temeli olduğu söylenebilir. Başvurucunun bu maddeye istinaden açtığı davanın Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başladığı dönemden sonra kesinleştiği izahtan varestedir.

46. Kamu makamları, A.H.nin vasiyetnamesinin iptal edilmesi karşısında başvurucunun durumunun bu maddenin kapsamına girmediğini değerlendirmiş ise de bu meselenin başvurunun esasıyla bağlantılı olması ve başvurucunun açtığı davadaki tartışmanın da bu mesele etrafında toplanması sebebiyle bu hususun esasla birlikte değerlendirilmesinin daha uygun olacağı kanaatine varılmıştır. Bu itibarla başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kaldığı değerlendirilmiştir.

b. Olağan Başvuru Yollarının Tüketilmesi

47. Bakanlık; başvurucunun bireysel başvuru konusu taşınmaz için 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında Vakıflar Genel Müdürlüğüne bir başvurusunun bulunmadığını, bu nedenle başvuru yollarını tüketmediğini ileri sürmüştür.

48. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrasında bireysel başvuruda bulunulmadan önce ihlal iddiasının dayanağı olan işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülen idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerektiği belirtilmiştir. Temel hak ihlallerini öncelikle derece mahkemelerinin gidermekle yükümlü olması, kanun yollarının tüketilmesi koşulunu zorunlu kılar (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26).

49. Başvuru yollarının tüketilmesi gereğinden söz edilebilmesi için öncelikle hukuk sisteminde, hakkının ihlal edildiğini iddia eden kişinin başvurabileceği idari veya yargısal bir hukuk yolunun öngörülmüş olması gerekmektedir. Ayrıca bu hukuk yolunun iddia edilen ihlalin sonuçlarını giderici, etkili ve başvurucu açısından makul bir çabayla ulaşılabilir nitelikte olması ve sadece kâğıt üzerinde kalmayıp fiilen de işlerliği olması gerekmektedir. Olmayan bir hukuki yolun tüketilmesi başvurucudan beklenemeyeceği gibi hukuken veya fiilen etkili bulunmayan, ihlalin sonuçlarını düzeltici bir vasıf taşımayan veya aşırı ve olağan olmayan birtakım şeklî koşulların öngörülmesi nedeniyle fiilen erişilebilir ve kullanılabilir olmaktan uzaklaşan başvuru yollarının tüketilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır (Fatma Yıldırım, B. No: 2014/6577, 16/2/2017, § 39). Bununla birlikte norm düzeyinde makul bir başarı sunma kapasitesi olan bir yolun uygulamada başarıya ulaşmayacağına dair şüphe, o başvuru yolunun tüketilmemesini haklı kılmaz (Sait Orçan, B. No: 2016/29085, 19/7/2017, § 36).

50. Başvurucunun başvuru yollarının tüketilmesi noktasında kendisinden beklenebilecek her şeyi yerine getirip getirmediğinin başvurunun özellikleri dikkate alınarak incelenmesi gerekir (S.S.A., B. No: 2013/2355, 7/11/2013, §§ 27, 28) ancak somut olayın koşulları itibarıyla başvuru yollarının tüketilmesinin yarar sağlamayacağının veya etkili olmadığının anlaşılması hâlinde anılan yollar tüketilmeden yapılan bir başvuru incelenebilir (Şehap Korkmaz, B. No: 2013/8975, 23/7/2014, § 33). Öte yandan başvuru yollarının tüketilmesi, çok katı olarak uygulanması gereken mutlak bir kural değildir. Teorik düzeyde var olan bir başvuru yolunun tüketilmesinin somut olayın koşullarında başvurucuya aşırı külfet yüklemesi hâlinde bu yolun tüketilmesinin gerekli olmadığına karar verilebilir (Rasul Kocatürk [GK], B. No: 2016/8080, 26/12/2019, § 38).

51. Somut olayda derece mahkemeleri başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamındaki talebinin esasını incelemiş ve davayı esastan reddetmiştir. Derece mahkemeleri başvurucunun öncelikle Vakıflar Genel Müdürlüğüne başvurması gerektiği temelinde davayı reddetmemiştir. Öte yandan Vakıflar Genel Müdürlüğünün mevcut davaya taraf olduğu ve verdiği savunmalarında davanın reddi gerektiğini ileri sürdüğü de gözden uzak tutulmamalıdır. Başvurucunun önce idari başvuru yapması hâlinde Vakıflar Genel Müdürlüğünün mevcut davadaki savunmalarından farklı bir sonuca ulaşacağını düşünmek için elde bir veri bulunmamaktadır.

52. Ayrıca bireysel başvuruya konu dava devam ederken başvurucunun ihtilaf konusu taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin ikinci fıkrası kapsamında iadesi için Vakıflar Genel Müdürlüğüne yaptığı müracaat 7/6/2012 tarihli işlemle mevcut davadaki savunmalarındaki görüş doğrultusunda reddedilmiştir. Bu durumda başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında öncelikle idareye başvurması gerektiğinin söylenmesi başvurucuya aşırı külfet yüklenmesi anlamına gelir.

53. Bu itibarla -başvurucunun talebinin esasının karara bağlandığı da gözetildiğinde- başvuru yollarının tüketildiğinin kabulü gerekir.

c. Sonuç Olarak

54. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

55. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

56. Mülkiyet hakkı, özel hukukta veya idari yargıda kabul edilen mülkiyet hakkı kavramlarından farklı bir anlam ve kapsama sahip olup bu alanlarda kabul edilen mülkiyet hakkı, yasal düzenlemeler ile yargı içtihatlarından bağımsız olarak özerk bir yorum ile ele alınmalıdır (Hüseyin Remzi Polge, B. No: 2013/2166, 25/6/2015, § 31). Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinden kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).

57. Somut olayda A.H. 25/3/1968 tarihli vasiyetnameyle taşınmazı başvurucuya bağışlamıştır. Başvurucunun beyanına göre Hukuk Genel Kurulunun 1974 tarihli içtihadından sonra cemaat vakıflarının gayrimenkul edinmesi hukuken imkânsız hâle geldiği için A.H., taşınmazı A.K. ve S.Ö.ye satmak zorunda kalmıştır. Nitekim Hâkimlik de satış işleminin muvazaalı olduğunu kabul ederek 23/10/1995 tarihinde kesinleşen kararıyla A.H. ile A.K. ve S.Ö. arasındaki satış işlemini iptal etmiştir. Hâkimlik kararında tarafların gerçek bir satış iradesinin bulunmadığı açıkça kabul edilmiştir.

58. Bu durumda A.H.nin 25/3/1968 tarihli vasiyetnamesinin taşınmazın mülkiyeti üzerindeki etkisinin incelenmesi gerekir. Anılan vasiyetnamenin 23/10/1995 tarihinde kesinleşen kararla iptal edildiğinin altı çizilmelidir. A.H. ise 11/5/1976 tarihinde ölmüştür. Ölümün gerçekleştiği tarihte yürürlükte bulunan 743 sayılı Kanun'un 517. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde mirasın ölümle açılacağı hükme bağlanmış, 539. maddesinde ise mirasın açılmasıyla mirasçıların mirasın tamamına sahip olacağı ve mansup mirasçıların iktisabının kendilerini nasbeden müteveffanın vefatından başlayacağı belirtilmiştir.

59. Buna göre A.H.nin 11/5/1976 tarihinde ölmesiyle mansup mirasçı başvurucunun -vasiyetnamenin iptali olgusu kenara bırakıldığında- taşınmazın mülkiyetini kazanacağı anlaşılmaktadır. Her ne kadar 23/10/1995 tarihinde kesinleşen kararla vasiyetnamenin iptaline karar verilmiş ise de bu durumun mülkün varlığı meselesine etki etmeyeceği değerlendirilmiştir. Birincisi vasiyetnamenin düzenlendiği tarihte Hukuk Genel Kurulunun 1974 tarihli kararı henüz verilmemiştir. Vasiyet edenin 1968 tarihinde bu durumu öngörmesi mümkün değildir. Dolayısıyla vasiyetnamenin düzenlendiği tarihte hukuka aykırı olduğunun kabul edilmesi için bir neden bulunmamaktadır. İkincisi vasiyetnamenin 14/8/1978 tarihinde açılan ve 23/10/1995 tarihinde kesinleşen kararla iptal edildiğine dikkat çekmek gerekir. İptal kararının hangi tarihten itibaren hüküm ifade edeceği hususu hukuken tartışılabilir olsa da bu durum başvurucunun 743 sayılı Kanun hükümleri uyarınca müteveffanın ölüm tarihi itibarıyla taşınmazı iktisap ettiği ve taşınmazın ancak 23/10/1995 tarihinde Hazinenin mülkiyetine geçtiği gerçeğini değiştirmemektedir.

60. Tüm bu hususlar gözetildiğinde başvurucunun mülkünün bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

61. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

62. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

63. Başvuru konusu taşınmazın başvurucuya bağışlanmasını düzenleyen vasiyetname iptal edilerek taşınmazın mirasçısı Hazine olarak tespit edilmiş ve bununla bağlantılı olarak Hazine adına tescil edilmesine karar verilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin mevcut olduğu kuşkusuzdur. Diğer taraftan niteliği ve amacı gözetildiğinde müdahalenin mülkten yoksun bırakmaya ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

64. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

65. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62). Bu durumda öncelikle müdahalenin kanuni dayanağının bulunup bulunmadığının incelenmesi gerekir.

i. Genel İlkeler

66. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenlendiği Anayasa'nın 13. maddesinde de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği temel bir ilke olarak benimsenmiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

67. Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen ve hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince erişilebilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).

68. Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (AYM, E.2014/183, K.2015/122, 30/12/2015, § 5; AYM, E.2022/50, K.2022/107, 28/9/2022, § 30). Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (AYM, E.2013/39, K.2013/65, 22/5/2013; AYM, E.2021/90, K.2022/108, 28/09/2022, § 41).

ii. İlkelerin Olaya Uygulanması

69. İçeriğinde başvurucu lehine taşınmaz bağışı yapılan vasiyetname Hâkimliğin 29/12/1994 tarihli kararıyla iptal edilmiş ve bu kararın kesinleşmesiyle beraber bireysel başvuru konusu taşınmaz 30/11/2001 tarihinde tapuda Hazine adına tescil edilmiştir. Hâkimlik kararında cemaat vakfının vasiyetname yoluyla taşınmaz edinmesinin hukuken imkânsız olduğu gerekçesine dayanılmıştır.

70. Başvurucu 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe girmesinden sonra taşınmazın iadesi için 28/12/2010 tarihinde Hazine aleyhine dava açmıştır. Başvurucu, vasiyetin tenfizi ile tapu iptali ve tescili talebinde bulunmuştur. Mahkeme, davayı kabul etmişse de Yargıtayın vasiyetnamenin iptal edilmiş olmasına atıfta bulunarak kararı bozması üzerine bu karara uyan Mahkeme davayı reddetmiştir. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin öncelikle çözmesi gereken mesele vasiyetnamenin iptal edilmiş olması sebebiyle başvurucunun durumunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamına girmediği yorumunun kanuni bir dayanağının bulunup bulunmadığıdır.

71. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinde 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir. Somut olaydaki taşınmazın başvurucu lehine 25/3/1968 tarihinde vasiyet edildiği tartışmasızdır. Öte yandan bu taşınmazın Hazine adına tesciline hükmedilmesinin temel gerekçesinin cemaat vakıflarının mal edinememesi (vasiyet yoluyla bile olsa mülk edinememesi) olduğu açıktır. Yargıtayı başvurucunun durumunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin kapsamına girmediği sonucuna götüren olgunun vasiyetnamenin iptal edilmesi olduğu anlaşılmıştır. Nitekim Yargıtay kararında, vasiyetnamenin iptal edilmiş olması sebebiyle ortada tenfiz edilebilecek bir vasiyetnamenin bulunmadığı belirtilmiştir.

72. Yargıtayın vasiyetnamenin iptal edilmesinden hareketle başvurucunun durumunun anılan madde kapsamına girmediği hususundaki yorumunun söz konusu imkânın getirilme amacıyla açık bir çelişki içinde olduğunu ifade etmek gerekir. Zira vasiyetnamenin iptal edilmesinin temelinde cemaat vakıflarının mülk edinmesinin, dolayısıyla bunlar lehine vasiyette bulunulmasının hukuken mümkün olmadığı düşüncesi yatmaktadır. Madem cemaat vakıfları lehine vasiyette bulunulması hukuka aykırıdır, o hâlde henüz iptal edilmemiş vasiyetnameler de geçersizdir. Dolayısıyla bu düşüncenin doğal sonucu, Hazine tarafından henüz iptali istenmemiş vasiyetnamelerin de geçersiz olduğudur.

73. Bu durumda da Yargıtayın yorumu, kanun koyucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesine cemaat vakıfları lehine vasiyet edilen taşınmazlar için bu imkânı getirmesini anlamsız hâle getirecektir. Gerçekten cemaat vakıfları lehine bağış içeren her türlü tasarrufun/vasiyetnamenin geçersiz olduğu kabul edildiğine göre 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin kapsamına hangi tür vasiyetnamelerin girdiği izaha muhtaç hâle gelecektir. Diğer bir ifadeyle kanun koyucunun bu düzenlemeyi getirmekle abesle işgal ettiği sonucu ortaya çıkacaktır ki böyle bir yorumun makul ve öngörülebilir olduğu söylenemeyecektir.

74. Diğer taraftan Yargıtay vasiyetnamenin geçersizliğinin bir mahkemece tespit edilmiş olmasını gözeterek başvurucunun taşınmazının anılan Kanun'un kapsamına girmediği sonucuna ulaşmışsa bu durumda Hazinenin tutumuna bağlı olarak iade imkânının kapsamının değişebileceği kabul edilmiş olacaktır. Buna göre Hazine tarafından mahkemelere taşınarak iptal ettirilen vasiyetnamelerle lehlerine nasıpta bulunulan cemaat vakıfları 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle getirilen imkândan yararlanabilecekken Hazinenin iptali için dava açmadığı vasiyetnamelerin mansuplarının anılan maddenin kapsamına girmediği kabul edilecektir. Bu durumda başvurucunun talihsizliği Hazinenin harekete geçerek vasiyetnamenin iptali için dava açması olacaktır. İdarenin tutumuna bağlı olarak hakkın kapsamını daraltan bu yorumun hakkın açıkça hiçe sayılması mahiyetinde olacağı aşikârdır.

75. Ayrıca 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin ihdas edilmesine yol açan koşulların da gözardı edildiğinin altı çizilmelidir. Hukuk Genel Kurulunun 1974 tarihli kararının hak ihlallerine yol açtığı tartışılagelmiştir. Nitekim bu karar AİHM tarafından Türkiye Cumhuriyeti aleyhine ihlal kararı verilmesine de yol açmıştır (Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı/Türkiye, B. No: 34478/97, 9/1/2007). Söz konusu düzenleme bu ihlalleri bertaraf etmek amacıyla ihdas edilmiştir. Düzenlemenin hedeflerinden biri de vasiyetnamelerin geçersiz sayılması nedeniyle Hazineye intikal eden taşınmazların iadesini sağlamaktır. Yargıtayın geçersizliği mahkeme tarafından tespit edilen (iptal edilen) ve haklarında bu yönde bir tespit bulunmayan (iptal davasına konu olmayan) vasiyetname ayrımı yaptığına işaret eden yorumu, kanun koyucunun bu amacıyla açıkça çelişmektedir. Kuşkusuz mahkemelerin bir kanun metninin yasama organından sâdır olmasından sonra hukuki yorum kuralları çerçevesinde onu serbestçe anlamlandırma yetkileri bulunmaktadır. Bununla birlikte bir ihlalin giderilmesi amacıyla çıkarılan ve hak bahşeden bir kanunun ısdar edilme amacıyla açıkça çelişecek biçimde yoruma tabi tutulması öngörülebilirlik ilkesiyle çelişmektedir.

76. Sonuç olarak başvurucu tarafından açılan davanın reddedilmesinin 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin hükmünün öngörülemez bir şekilde yorumlanmasına dayandığı tespit edildiğinden başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı değerlendirilmiştir. Varılan sonuca göre müdahalenin meşru bir amacının veya ölçülü olup olmadığının değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.

77. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

78. 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

79. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesini ve yeniden yargılama yapılmasına hükmedilmesini talep etmiştir.

80. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

81. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

82. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

83. İncelenen başvuruda, başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ilgili kanun hükmünün öngörülemez bir şekilde yorumlanmasına dayanması sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır (§ 76). Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

84. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 15. Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

85. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 294,70 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.194,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 15. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2015/298, K.2015/524) GÖNDERİLMESİNE,

D. 294,70 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.194,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 27/10/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.