Olaylar

Başvurucuların murisi adına kayıtlı olan sekiz taşınmaz 2/12/1953 tarihinde kesinleşen kadastro tutanaklarıyla Hazine adına tespit ve tescil edilmiş, ardından İstanbul Belediyesine devredilmiştir. Bu taşınmazlardan bazıları ilerleyen süreçte üçüncü kişiler adına tescil edilmiştir. Başvurucuların söz konusu taşınmazların altısı için açtığı sicilin düzeltilmesi davası süre aşımı gerekçesiyle reddedilmiştir.

Sonraki süreçte başvurucular, sekiz taşınmaz için 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) Hazine ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi aleyhine iki ayrı sicilin düzeltilmesi ile tazminat davası açmıştır. Davalardan biri üç taşınmaza, diğeri ise beş taşınmaza ilişkindir. Mahkeme davaları hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesiyle reddetmiştir. Başvurucuların temyiz taleplerini inceleyen iki farklı Yargıtay dairesi; yerel mahkeme kararlarını onamış, karar düzeltme talepleri de ilgili daireler tarafından reddedilmiştir.

İddialar

Başvurucular, taşınmazların kadastro çalışması sonucu üçüncü kişiler adına tescil edilmesi nedeniyle mülkiyet haklarının ihlal edildiğini iddia etmiştir.

Mahkemenin Değerlendirmesi

Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmaktadır. Ölçülülük ilkesinin alt ilkelerinden olan orantılılık bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir. Hukuka aykırılık iddialarının bir mahkeme tarafından etkili bir biçimde incelenmesi müdahalenin orantılılığı bakımından önem arz etmektedir. Bu bağlamda, hatalı olduğu değerlendirilen kadastro işlemlerinin düzeltilmesi amacıyla yargı yollarına başvuru imkânının sağlanması mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin anayasal yükümlülüklerin bir gereğidir.

Kadastro tespitlerinin ilgililere tebliğinin ilan suretiyle yapılmasının öngörülmesinin amacı taşınmazların mülkiyetine ilişkin belirsizlikleri bir an önce sona erdirmektir. Bununla birlikte tebligatın ilan suretiyle yapılmasına ilişkin düzenlemelerin kadastroya konu taşınmazlar üzerinde hak iddia edecek kişilerin söz konusu taşınmazların bulunduğu bölgede oturduğu veya orada oturmasa bile bundan haberdar olacak araçlara sahip olduğu düşüncesiyle haklılaştırıldığı dikkate alınmalıdır. Fakat örneğin yurt dışında ikamet eden bir kişi yönünden taşınmazla bağını koparan istisnai durumların da bulunması hâlinde kadastro ilanından haberdar olunması oldukça güçtür. Bu gibi hâllerde on yıllık dava açma süresinin otomatik olarak askı ilan müddetinin geçmesinden sonra başlatılması mülkiyet hakkı yönünden telafisi imkânsız zararların doğmasına yol açabileceğinden mülkiyet hakkına yönelik ölçüsüz bir müdahale teşkil edeceği değerlendirilmiştir. Öte yandan mülkiyet hakkının usul güvenceleri bağlamında dava açma süreleri, başvuru yoluna müracaat edilmesi imkânını ortadan kaldıracak veya aşırı derecede zorlaştıracak derecede katı ve şekilci yorumlanmamalıdır.

Somut olayda Mahkemece Yunanistan'da yaşadıkları bilinen başvurucuların veya üst soylarının kadastro işleminden haberdar olmamalarının beklenmesinin makul görülebildiği istisnai bir durumun olup olmadığı araştırılmadan dava açma süresinin askı ilan müddetinden başlatılmasının katı ve şekilci bir yorum olduğu değerlendirilmiştir. Mahkemece dava açma süresinin kadastro tutanaklarına ilişkin askı ilan süresinin sonundan itibaren başlatılması, başvurucuların kadastro işleminin hukuka aykırılığı iddialarını dava konusu etmesini imkânsız kılmıştır. Zira başvurucular, kadastro işleminden haberdar olduğu tarihte -Mahkemenin yorumuna göre- dava açma süresi zaten dolmuş durumdadır. Yunanistan'da yaşadıkları bilinen başvurucuların veya murislerinin kadastro tespitinden haberdar olduklarının düşünülmesini haklı kılan sebeplerin varlığı Mahkemece ortaya konulmadıkça başvurucuların dava açmasını imkânsız kılan bu yorumun mülkiyet hakkının usul güvenceleriyle uyumlu olmadığı kanaatine varılmıştır.

Tapu kayıtlarının kesinliğe kavuşturulmasındaki kamusal yararın önemi inkâr edilemese de başvurucuların mülkiyet hakkının korunmasındaki menfaatinin de gözardı edilmemesi gerekir. Somut olayda başvurucuların Yunanistan'da yaşadığı olgusu gözetilmeden dava açma süresinin aşırı katı ve şekilci bir yorumla, otomatik olarak kadastro tutanaklarının kesinleştiği tarihten başlatılması tapu sicilinin kesinleştirilmesindeki kamusal yarar ile başvurucuların mülkiyet hakkının korunmasındaki bireysel yarar arasındaki dengeyi başvurucular aleyhine aşırı bir külfete yol açacak şekilde bozmuştur. Bu durum başvurucuların mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyi orantısız kılmıştır.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

AMELİA KUKUTARA VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2019/7923)

 

Karar Tarihi: 27/4/2023

R.G. Tarih ve Sayı: 19/7/2023 - 32253

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Başkanvekili

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Selahaddin MENTEŞ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

İrfan FİDAN

 

 

Kenan YAŞAR

 

 

Muhterem İNCE

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucular

:

1. Amelia KUKUTARA

 

 

2. Dimitrios MALAMATAS

 

 

3. Elefteriya FİTRİADİS

 

 

4. Emmanuil FİTRİADİS

 

 

5. Emmanuil RAPTİS

 

 

6. Georgios FİTRİADİS

 

 

7. Herakliya SİMİTÇİOĞLU

 

 

8. Kimon FİTRİADİS

 

 

9. Konstantinia SPİRİDİS

 

 

10. Marina STAVRELİS

 

 

11. Nikolas SİMİTÇİOĞLU

 

 

12. Panaotis RAPTİS

 

 

13. Stamatia FİTRİADİS

 

 

14. Stilyani KOCABAŞİDİS

 

 

15. Stilyanos MALAMATAS

 

 

16. Vasil GAYTANİDİS

 

 

17. Vasiliki PALME

 

 

18. Zoi FİTRİYADU

 

 

19. Zoi ZARAGULİAS

Başvurucular Vekili

:

Av. Okan HEMŞİNLİOĞLU

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; taşınmazların kadastro çalışması sonucu üçüncü kişiler adına tescil edilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvurular 7/3/2019 ve 6/7/2020 tarihlerinde yapılmıştır. Komisyonca başvuruların kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

3. 2020/22447 numaralı başvuru eldeki başvuruyla birleştirilmiştir.

4. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir. Başvurucular, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.

5. Bölüm, başvurunun Genel Kurula sevkine karar vermiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

6. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

7. Başvurucular, İstepan kızı Ayzer (Ayiza) Zetya'nın [öl. 1299 (1883)] tek çocuğu olan Amalya (Ameliye) Fitriyadu'nun (öl. 22/5/1941) mirasçılarıdır.

8. 38/2 numaralı Sarıyer müdevvere defterine göre Ayzer Zetya adına kayıtlı olan sekiz taşınmaz 2/12/1953 tarihinde kesinleşen kadastro tutanaklarıyla Hazine adına tespit ve tescil edilmiştir. Söz konusu taşınmazlar 3/4/1961 tarihinde İstanbul Belediyesine devredilmiştir. Bunlardan bazıları sonraki tarihlerde çeşitli nedenlerle üçüncü kişiler adına tescil edilmiştir. Belirtilen taşınmazlar hâlihazırda İstanbul ili Sarıyer ilçesi Büyükdere Mahallesi Ekserci mevkii 559 ada 12 parsel, 613 ada 5 parsel, 559 ada 37 parsel, 559 ada 41 parsel, 653 ada 26 parsel, 559 ada 27 parsel, 613 ada 10 parsel ve 613 ada 27 parsel sayısına revizyon görmüştür.

9. Ayzer Zetya'nın on bir mirasçısı tarafından söz konusu taşınmazların altısı için 19/7/1993 tarihinde Sarıyer 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde Hazine, Sarıyer Belediyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi aleyhine sicilin düzeltilmesi davası açılmıştır. Sarıyer 2. Asliye Hukuk Mahkemesi 29/12/1995 tarihinde davayı süre aşımı gerekçesiyle reddetmiştir. Kararın gerekçesinde; 21/6/1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun geçici 4. maddesinin üçüncü fıkrasında 15/12/1934 tarihli ve 2613 sayılı mülga Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunu ile diğer kanunlar gereğince özel kadastrosu yapılan ve tutanakları kesinleşmiş olan taşınmazlar için on yıllık hak düşürücü süre geçmiş ise 3402 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde hak sahiplerinin dava açabileceklerinin hükme bağlandığı belirtilmiş, 1993 yılında açılan davanın süresinde olmadığı ifade edilmiştir.

10. Başvurucular sekiz taşınmaz için 10/4/2012 tarihinde İstanbul 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) Hazine ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi aleyhine iki ayrı sicilin düzeltilmesi ile tazminat davası açmıştır. Davalardan biri üç taşınmaza, diğeri ise beş taşınmaza ilişkindir. Dava dilekçelerinde; murislerine ait olan taşınmazların hukuka aykırı olarak Hazine adına tescil edildiğini belirtmiş, ayrıca 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin üçüncü fıkrasında öngörülen on yıllık sürenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine (Sözleşme) aykırı olduğunu ileri sürmüştür. Başvurucular, tapuların iptal edilmemesi hâlinde taşınmazların bedelinin tazminat olarak ödenmesine karar verilmesini talep etmiştir.

11. Davalı Hazinenin savunmasında, 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 82. maddesi uyarınca iki yıllık, aynı Kanun'un 146. maddesi uyarınca da on yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu ileri sürülmüştür. Ayrıca Sarıyer 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 29/12/1995 tarihli kararının kesin hüküm teşkil edeceği savunulmuş, 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca kadastro öncesi sebeplere dayanılarak açılacak davaların on yıllık hak düşürücü süreye tabi olduğu öne sürülmüştür.

12. Mahkeme 17/12/2015 tarihinde davaları hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesiyle reddetmiştir. Kararların gerekçelerinde, Sarıyer 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 29/12/1995 tarihli kararının anılan dava ile eldeki davaların taraflarının aynı olmaması sebebiyle kesin hüküm oluşturmayacağı belirtilmiştir. Kararlarda, kadastro tutanaklarının 1953 yılında kesinleştiği dikkate alındığında 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin üçüncü fıkrasında belirtilen on yıllık hak düşürücü sürenin dolduğu ifade edilmiştir. Ayrıca 6098 sayılı Kanun'un 72. maddesinde haksız fiil için öngörülen bir ve on yıllık, 82. maddesinde sebepsiz zenginleşme için öngörülen bir ve on yıllık, 146. maddesinde öngörülen genel on yıllık zamanaşımı sürelerinin dolduğu belirtilerek tazminat talebinin reddi gerektiği açıklanmıştır.

13. Başvurucular bu kararlara karşı temyiz yoluna müracaat etmiştir. Temyiz dilekçelerinde, Mahkemenin Sözleşme'ye ek (1) No.lu Protokol'ün 1. maddesini gözardı ettiği belirtilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) Ocak/Türkiye (B. No: 33675/04, 19/1/2010) kararına değinilen dilekçelerde, ulusal hukuktaki itiraz süreleri içinde iptal davası açılmamasının tazminat ödenmesi yükümlülüğünü ortadan kaldırmayacağı savunulmuştur. Dilekçelerde, devlet aleyhine açılacak davalarda on yıllık hak düşürücü sürenin söz konusu olmadığı iddia edilmiş; söz konusu sürenin mülkiyet hakkına ölçüsüz bir müdahale oluşturduğu ifade edilmiştir. Taşınmazların mülkiyetinin Hazine adına tescilinin meşru bir amacının bulunmadığının öne sürüldüğü dilekçelerde, AİHM'in Günaydın Turizm ve İnşaat Ticaret A. Ş./Türkiye (B. No: 71831/01, 2/6/2009) ile Rimer ve diğerleri/Türkiye (B. No: 18257/04, 10/3/2009) kararlarına atıfta bulunularak başvuruculara tebliğ edilmeyen bir işlemle mülkün yitirilmesi hâlinde hak düşürücü sürenin işlemeyeceği belirtilmiştir.

14. Temyiz talepleri iki farklı Daire tarafından incelenmiştir. 613 ada 27 parsel, 613 ada 10 parsel ve 559 ada 27 parsel sayılı taşınmazların konu olduğu kararı inceleyen Yargıtay 20. Hukuk Dairesi (20. Hukuk Dairesi) 17/9/2018 tarihinde, gerekçe eklemek suretiyle mahkeme kararını onamıştır. 20. Hukuk Dairesi kararında, tazminata ilişkin talep yönünden davanın 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 1007. maddesi uyarınca açıldığı kabul edilerek 22/4/1926 tarihli ve 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun 125. maddesinde öngörülen on yıllık zamanaşımı süresinden sonra açılan davanın reddine karar verilmesinde isabetsizlik bulunmadığı belirtilmiştir. Karar düzeltme istemi de 20. Hukuk Dairesinin 17/1/2019 tarihli kararıyla reddedilmiştir.

15. Diğer beş taşınmazın konu olduğu karara yönelik temyiz istemini inceleyen Yargıtay 16. Hukuk Dairesi (16. Hukuk Dairesi) 24/10/2019 tarihinde mahkeme kararını onamıştır. Karar düzeltme istemi de 16. Hukuk Dairesinin 11/6/2020 tarihli kararıyla reddedilmiştir.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

16. 2613 sayılı mülga Kanun'un 19. maddesi şöyledir:

"On üçüncü maddede söylenen postalar, gayrimenkul sahiplerine beyannameler dağıtır. Bunlar sahipleri ve isterlerse posta katipleri tarafından bir ay içinde doldurulur. Beyannamelere varsa vesikaların aslı veya postalar tarafından tasdik olunmuş suretleri iliştirilir.

Beyannameler alakalılar tarafından imza olunur. Yazı bilmeyenlerin koyacakları işaret belediye veya muhtar tarafından tasdik edilir."

17. 2613 sayılı mülga Kanun'un 20. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"...

C- Vasikaları olmayan beyannameler üzerine vukuf erbabınca verilecek izahlarla yapılacak tetkiklerden alınacak kanaate göre, sahipleri namına gayrimenkulün kaydı yapılır.

D - Gayrimenkul mal tapu sicilindeki sahipleri veya varisleri namına kaydolunur ...

...

H - Yapılacak ilanlar ve tahkik üzerine sahibi bulunmayan gayrimenkuller Devlet namına kaydolunur. Bu malların on seneye kadar hükmen müstehikkı çıktığı takdirde namına kaydi tashih edilir ve satılmış ise bedeli verilir."

18. 2613 sayılı mülga Kanun'un 25. maddesi şöyledir:

"Komisyonlar tasarruf hakları tesbit ve kadastrosu ve tahriri ikmal olunan yerlerin planları ile her hangi parçanın kimlerin namına kaydolunduğunu ve tahakkuk ettirilen kadastro ve tahrir resimlerinin miktarını gösterir cetveller alakadarların öğrenmesi için mahalle veya köylerin herkes tarafından görülebilecek yerlerine iki ay müddetle asılır ve keyfiyet mutad şekillerle ayrıca ve varsa mahalli gazete ile ilan olunur."

19. 2613 sayılı mülga Kanun'un 26. maddesi şöyledir:

"Bu cetvellerin asılması şahsen tebliğ hükmündedir. O şehir veya köyde bulunanlar tarafından yukarıki maddede yazılı müddet içinde ve bulunmayanlar tarafından o şehir veya köyde kadastro heyetlerinin işleri bitinceye kadar vuku bulacak iddia ve ihbarlar ve bir hatadan doğan teklifler komisyonlarca alakalıların müdafaaları dahi dinlenip tetkik edildikten sonra iktizasına göre muamele düzeltilir ve karar alakalılara tebliğ olunur. Tebliğ tarihinden itibaren 15 gün içinde bu karar aleyhine kadastro mahkemesine müracaat olunabilir.

Müddet geçince cereyan edecek muamelenin ve tetkika tabi olupda neticelenmemiş olanlardan maadasının vaziyetlerinin katileştiğini gösterir bir zabıtname yapılarak komisyon azası tarafından imza edilir.

Askı müddeti içinde müracaat etmeyenlerin müracaat hakları mahfuz olup bunların gayrimenkulleri için yapılan muamele hilafı hükmen sabit oluncaya kadar kat’idir."

20. 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin ilk üç fıkrası şöyledir:

"30 günlük ilan süresi geçtikten sonra, dava açılmayan kadastro tutanaklarına ait sınırlandırma ve tespitler kesinleşir.

Kadastro müdürü tarafından onaylanarak kesinleşen tutanaklar ile kadastro mahkemesinin kesinleşmiş kararları; kesinleşme tarihleri tescil tarihi olarak gösterilmek suretiyle en geç 3 ay içinde tapu kütüklerine kaydedilir.

Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz."

21. 3402 sayılı Kanun'un geçici 4. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:

"2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunu ile diğer kanunlar gereğince özel kadastrosu yapılan ve tutanakları kesinleşmiş bulunan taşınmazlar için 10 yıllık hak düşürücü süre geçmiş ise, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde hak sahipleri dava açabilirler."

22. 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi şöyledir:

"Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur.

Devlet, zararın doğmasında kusuru bulunan görevlilere rücu eder.

Devletin sorumluluğuna ilişkin davalar, tapu sicilinin bulunduğu yer mahkemesinde görülür."

23. 818 sayılı mülga Kanun'un 125. maddesi şöyledir:

"Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde, her dava on senelik müruru zamana tabidir."

B. Uluslararası Hukuk

24. Sözleşme'ye ek (1) No.lu Protokol'ün 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

25. AİHM Rimer ve diğerleri Türkiye kararı ile Ocak/Türkiye kararlarında, başvurucuların kadastro tespitine karşı süresinde itirazda bulunmaması sebebiyle olağan hukuk yollarını tüketmediği şikâyetini, kadastro sonuçlarından haberdar edildiğine ilişkin bir bilginin bulunmaması sebebiyle yerinde görmemiştir (Rimer ve diğerleri Türkiye, §§ 27-29; Ocak/Türkiye, § 41). AİHM aynı şekilde Elif Kızıl/Türkiye (B. No: 4601/06, 24/3/2020) başvurusunda 1974 yılında gerçekleşen kadastro çalışması sırasında taşınmazın Hazine adına tespit ve tescil edilmesine karşı 2002 yılında açılan sicilin düzeltilmesi davasının reddi üzerine yapılan bireysel başvuruda, 1974 yılındaki kadastro tutanaklarının başvuruculara tebliğ edilmediğini de vurgulayarak zaman bakımından yetki, konu bakımından yetki ve süre yönünden bir sorun görmemiştir (Elif Kızıl/Türkiye, §§ 71, 72).

26. Elif Kızıl/Türkiye kararına konu olayda başvurucu tarafından 1973 tarihinde satın alınan taşınmaz, 1974 yılında yapılan kadastro çalışması sırasında, malikinin kimliğinin tespit edilemediği gerekçesiyle Hazine adına tespit ve tescil edilmiştir. Kadastro tutanakları askı suretiyle ilan edilmiş, o tarihte Almanya'da yaşayan başvurucuya herhangi bir tebligat yapılmamıştır. Taşınmazının Hazine adına tescil edildiğini 2002 yılında fark eden başvurucu 2003 yılında Hazine aleyhine sicilin düzeltilmesi davası açmıştır. Dava, on yıllık hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesiyle reddedilmiştir (Elif Kızıl/Türkiye, §§ 6-28).

27. AİHM, kadastro öncesi tapuya sahip olan başvurucunun on yıllık hak düşürücü süre nedeniyle kadastro işlemine karşı dava açamadığını vurgulamış ancak ne kadastro çalışmalarının başlangıcının ne de sonuçlarının başvurucuya tebliğ edildiğini not etmiştir. AİHM, kadastro işlemine karşı itirazlarını etkili bir biçimde yetkili makamlar önünde ileri sürebilme fırsatının kadastro işleminden dolayı mülkiyet hakkı etkilenen kişiye tanınması gerektiğine dikkat çekmiştir. Somut olayda ilanen tebliğ yönteminin uygulandığını vurgulayan AİHM'e göre ilanen tebliğ geniş halk kitlelerinin kadastro işlemlerinden haberdar olmasını mümkün kılsa da başvurucunun bundan haberdar olmasını garanti etmemiştir. Bu bağlamda AİHM başvurucunun Almanya'da ikamet ettiğinin altını özellikle çizmiştir. AİHM, başvurucunun kadastro çalışmalarından haberdar olmasını beklemenin makul karşılanabileceği bir olgunun varlığının hükûmet tarafından gösterilemediğini ifade etmiş, ayrıca kadastro çalışmaları sırasında başvurucunun tespiti ile haberdar edilmesi için bir girişimde bulunulduğunun da ortaya konulamadığını açıklamıştır. AİHM sonuç olarak başvurucunun kadastro işlemine karşı dava açamamasının mülkiyet hakkını ihlal ettiğine karar vermiştir (Elif Kızıl/Türkiye, §§ 97-111).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

28. Anayasa Mahkemesinin 27/4/2023 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucuların İddiaları ve Bakanlık Görüşü

29. Başvurucular; tazminat talebinin zamanaşımına uğradığı gerekçesi yönünden Günaydın Turizm ve İnşaat Ticaret A. Ş./Türkiye kararına atıfta bulunarak söz konusu kararda AİHM'in zamanaşımı süresinin geçmiş olmasına rağmen başvuruyu kabul edilebilir bulduğunu ve ihlal kararı verdiğini belirtmiştir. Başvurucular, maliklere tebliğ edilmeyen bir idari kararla mülkiyet hakkından yoksun bırakıldıklarını öne sürmüş; AİHM'in Ocak/Türkiye kararına değinerek ulusal hukukta yer alan hak düşürücü sebeplere dayanılarak tazminat isteminin reddedilemeyeceğini iddia etmiştir. Başvurucular sonuç olarak mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet etmiştir.

30. Bakanlık görüşünde, Yaşar Çoban ([GK], B. No: 2014/6673, 25/7/2017) ve bu doğrultuda ele alınan Adil İbrahim Çeyrek ve diğerleri (B. No: 2017/15166, 18/6/2020) kararlarına atıfta bulunularak tazminat davasının Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararının verildiği 18/11/2009 tarihinden yaklaşık 2 yıl 4 ay 22 gün sonra açıldığı belirtilmiş; sözü edilen kararlarda belirlenen ilkeler doğrultusunda başvurunun kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerektiği savunulmuştur. Bakanlık görüşünde, davanın kadastro tutanaklarının kesinleşmesinden (1953) yaklaşık 59 yıl sonra açıldığına dikkat çekilerek başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamının dışında kaldığı ifade edilmiştir. Bakanlık görüşünde ayrıca derece mahkemelerinin hak düşürücü süreyle ilgili yorumlarının keyfî olmadığı vurgulanmıştır. Son olarak Hazine ve Maliye Bakanlığı, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü ile Millî Emlak Genel Müdürlüğünden temin edilen görüş ve ilgili belgelerin de dikkate alınması talebinde bulunulmuştur.

31. Hazine ve Maliye Bakanlığının Bakanlık aracılığıyla gönderdiği yazıda başvurunun Anayasa Mahkemesinin Bayram Hasan Özer ve Rüses Özer (B. No: 2017/17513, 3/6/2020) kararı doğrultusunda kabul edilemez bulunması gerektiği belirtilmiştir. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü tarafından ise söz konusu taşınmazlara ilişkin kadastro tutanakları ile ekleri gönderilmiştir.

32. Başvurucular, Bakanlık görüşüne karşı beyanında davanın 18/11/2009 tarihinden itibaren iki yıl içinde açılamamasının sebebinin mirasçılık belgesi temin etmelerinin uzun sürmesi olduğunu belirtmiştir. Başvurucular ayrıca taşınmazların Sultan Mahmut Han Sani Vakfı adına icareli olduğu şerhi sebebiyle hak düşürücü sürenin işlemeyeceğini ileri sürmüştür.

2. Değerlendirme

33. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

34. Başvurunun niteliği dikkate alındığında öncelikle zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerekmektedir.

35. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Sözleşme ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216 sayılı Kanun'un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun'un 45. ila 51. maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.

36. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).

37. Somut olayda müdevvere defteri kayıtlarına göre başvurucuların murisine ait olan taşınmazlar 2/12/1953 tarihinde kesinleşen kadastro tutanaklarıyla Hazine adına tespit ve tescil edilmiştir. Müdevvere kayıtlarının tapu kaydı hükmünde olup olmadığı tartışmalı olsa da tasarruf ve zilyetliği doğrulayan belgeler olduğu hususunda tereddüt bulunmamaktadır. Bu yönüyle müdevvere kayıtlarının mülkiyetin varlığına işaret eden güçlü delil niteliğinde olduğu açıktır. Kadastro işleminin kesinleştiği 2/12/1953 tarihinde başvurucuların murislerinin müdevvere defterinden kaynaklanan mülkiyetle ilgili haklarını yitirdiği konusunda ihtilaf yoktur.

38. Anayasa Mahkemesi ayrıca mülkiyetten yoksun bırakma şeklindeki müdahalelerin kural olarak anlık eylemler olup sürekli bir müdahale oluşturmadığını belirtmiştir (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, B. No: 2014/4715, 15/6/2016, § 114). Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi, zaman bakımından yetki içinde sonuçlanmış olmak kaydıyla kamu makamlarınca müdahalenin incelenerek esası hakkında bir karar verilmesi veya müdahaleyle ilgili tanınan tazminat ve benzeri bir yolun mevcut olması durumlarını da dikkate alarak değerlendirme yapacaktır (Varvara Arnavut, B. No: 2014/7538, 13/9/2017, § 48; Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, §§ 111-120).

39. Somut olayda başvurucular, 10/4/2012 tarihinde 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesi uyarınca sicilin düzeltilmesi davaları açmıştır. Eldeki başvuruya konu davaların hatalı kadastro tespitlerine dayalı olarak yapılan tescilin düzeltilmesi bakımından etkili bir yol olmadığının düşünülmesi için bir neden bulunmamaktadır. Nitekim Mahkeme, davaları bu temelde değil hak düşürücü süre içinde açılmadığı gerekçesiyle reddetmiştir. Mahkemeye göre 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin üçüncü fıkrası ve geçici 4. maddesinin üçüncü fıkrası dikkate alındığında davaların 3402 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği 9/10/1987 tarihinden itibaren bir yıl içinde açılması gerekir. Bu tarihten çok sonra açılan sicilin düzeltilmesi davaları süresinde değildir.

40. Bu durumda başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kalıp kalmadığı sorunu mülkün kaybedilmesine ilişkin işlemin (kadastro işleminin) başvurucular yönünden ne zaman kesinleştiğine ilişkin tespite bağlı olarak çözüme kavuşturulabilecektir. Kadastro işleminin başvurucular yönünden kesinleşip kesinleşmediği meselesi ise başvurunun esasıyla yakından ilişkili olduğundan zaman bakımından yetkiyle ilgili kabul edilebilirlik incelemesinin esasla birlikte yapılmasının daha uygun olacağı değerlendirilmiştir.

41. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın -zaman bakımından yetki dışındaki hususlar yönünden- kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Yönünden

i. Mülkün Varlığı

42. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

43. İhtilaf konusu taşınmazların 38/2 numaralı Sarıyer müdevvere defterine kayıtlı olmadığıyla ilgili olarak derece mahkemelerince yapılmış bir tespit bulunmamaktadır. Müdevvere kayıtlarının niteliğini belirlemek Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 35. maddesi anlamında bir mülkün veya mülkü edinmeye yönelik meşru bir beklentinin mevcut olup olmadığını belirlerken öncelikle eşya hukuku kuralları çerçevesinde ilgili kanun hükümlerini ve yargısal içtihatları da dikkate alır. Bu çerçevede müdevvere kayıtlarının bu mevzuat ve içtihada göre ne anlam ifade ettiğine bakılmalıdır. Buna göre söz konusu kayıtların tapu hükmünde olup olmadığı tartışmalı olmakla birlikte taşınmaz üzerindeki tasarruf ve zilyetliği tevsik edici belgelerden olduğu anlaşılmıştır. Bu niteliği sebebiyle diğer koşulların da gerçekleşmesine bağlı olarak mülkün edinilebildiği dikkate alındığında başvurucuların Anayasa'nın 35. maddesi anlamında korunması gereken bir menfaatinin bulunduğu değerlendirilmektedir.

ii. Müdahalenin Varlığı ve Türü

44. Anayasa'nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

45. Anayasa'nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

46. Başvuru konusu taşınmazlar 1953 yılında kadastro işlemine tabi tutulmuş, kadastro sürecinin sonunda taşınmazların Hazine adına tescil edilmesiyle önceki hukuksal durum ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla kadastro işlemiyle başvurucuların mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin mevcut olduğu kuşkusuzdur. Diğer taraftan niteliği ve amacı gözetildiğinde müdahalenin mülkten yoksun bırakmaya ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.

iii. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

47. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

48. Anayasa'nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

 (1) Kanunilik

49. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında, mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlandırılabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gerektiği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesi de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğini temel bir ilke olarak benimsemiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

50. Başvurucular tarafından hak iddia edilen taşınmazlar 2/12/1953 tarihinde yapılan kadastro işlemi sonucu Hazine adına tescil edilmiştir. Kadastro işlemi 2613 sayılı Kanun'a dayalı olarak yapılmıştır. Anılan Kanun'da taşınmazların tahdit, tespit ve tesciline ilişkin detaylı hükümler yer almaktadır. Dolayısıyla somut olaydaki taşınmazların Hazine adına tescilinin erişilebilir, belirli ve öngörülebilir kanun hükümlerine dayandığı anlaşılmaktadır.

 (2) Meşru Amaç

51. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle, bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

52. Kadastro işleminin amacı ülke koordinat sistemine göre memleketin kadastral veya topoğrafik kadastral haritasına dayalı olarak taşınmaz malların sınırlarını arazi ve harita üzerinde belirterek hukuki durumlarını tespit etmek ve bu suretle güvenli bir tapu sicil sistemi kurmaktır. İhtilaf konusu taşınmazlar da bu amacın sağlanması için kadastro işlemine tabi tutulmuş ve nihayetinde Hazine adına tespit ve tescil edilmiştir. Dolayısıyla ihtilaf konusu taşınmazların Hazine adına tescil edilmesinin kamu yararı amacına dayandığı anlaşılmıştır.

 (3) Ölçülülük

53. Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmaktadır. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki ancak durumun gerektirdiği ölçüde kullanılması koşuluyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin somut koşulların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014).

54. Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan ölçülülük ilkesi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2016/16, K.2016/37, 5/5/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).

55. Usule ilişkin güvencelerin varlığı orantılılık değerlendirmesinde önemli bir rol oynayabilir. Bu bağlamda müdahalenin hukuka aykırılığının ileri sürülebileceği veya müdahale nedeniyle oluşan maddi ve manevi zararların tazmin edilmesinin istenebileceği hukuk yollarının olmaması da bazı durumlarda kişiye yüklenen külfeti ağırlaştıran bir unsur olarak görülebilir. Bu bakımdan kişinin hukuka aykırılık iddialarının bir mahkeme tarafından etkili bir biçimde incelenmesi müdahalenin orantılılığı bakımından ehemmiyet arz etmektedir (D.C., B. No: 2018/13863, 16/6/2021, § 52).

56. Taşınmaz malların sınırlarının arazi ve harita üzerinde belirtilerek hukuki durumlarının tespit edilmesi ve bu suretle tapu sicilinin kurulması tapu sicilinin güvenilirliğinin sağlanması yönünden oldukça önemlidir. Kadastro işlemi, sözü edilen amaçlara ulaşılması bakımından zorunlu işlem niteliğindedir. Ne var ki hatalı olduğu değerlendirilen kadastro işlemlerinin düzeltilmesi amacıyla yargı yollarına başvuru imkânının sağlanması mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin anayasal yükümlülüklerin bir gereğidir.

57. Kadastro çalışmalarının kesinleşmesinde sürenin uzaması taşınmaz mülkiyetine ilişkin tereddütlerin oluşmasına, hukuki belirsizliklerin yaşanmasına ve hak sahiplerinin haklarına geç ulaşmalarına neden olabilecektir. Kanun koyucunun kadastro tespitlerinin ilgililere tebliğinin ilan suretiyle yapılmasını öngörmesinin amacının taşınmazların mülkiyetine ilişkin belirsizlikleri bir an önce sona erdirmek olduğu anlaşılmaktadır (orman kadastrosu için benzer değerlendirme için bkz. AYM, E.2018/33, 2018/113, 20/12/2018, § 29).

58. Bununla birlikte tebligatın ilan suretiyle yapılmasına ilişkin düzenlemelerin kadastroya konu taşınmazlar üzerinde hak iddia edecek kişilerin söz konusu taşınmazların bulunduğu bölgede oturduğu veya orada oturmasa bile bundan haberdar olacak araçlara sahip olduğu düşüncesiyle haklılaştırıldığını hesaba katmak gerekir. Gerçekten kadastroya konu taşınmazların malikleri veya zilyetleri genellikle söz konusu taşınmazları doğrudan kendileri kullanmakta ya da hukuki ilişkiyle tasarruf yetkisini devrettikleri kişilere kullandırmaktadır. Her iki hâlde de malik ya da zilyedin kadastrodan haberdar olması neredeyse kesindir. Fakat örneğin yurt dışında ikamet eden bir kişi yönünden taşınmazla bağını koparan istisnai durumların da bulunması hâlinde kadastro ilanından haberdar olunmasının oldukça güç olduğu söylenebilir. Bu gibi hâllerde on yıllık dava açma süresinin otomatik olarak askı ilan müddetinin geçmesinden sonra başlatılması mülkiyet hakkı yönünden telafisi imkânsız zararların doğmasına yol açabileceğinden mülkiyet hakkına yönelik ölçüsüz bir müdahale teşkil eder.

59. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkiyet hakkının usul güvenceleri bağlamında dava açma sürelerinin söz konusu başvuru yoluna müracaat edilmesi imkânını ortadan kaldıracak veya aşırı derecede zorlaştıracak derecede katı ve şekilci yorumlanmaması gerekir (mahkemeye erişim hakkı bağlamında ihlal sonucuna varılan kararlar için bkz. Songül Akça ve diğerleri [GK], B. No: 2015/2401, 19/7/2018,§§ 46, 49; Yaşar Çoban §§ 40-42). Dava açma sürelerinin aşırı katı ve şekilci bir biçimde yorumlanması mahkemeye erişim hakkının yanı sıra maddi haklara ilişkin usul güvencelerinin de ihlaline yol açabilir.

60. Somut olayda Yunanistan vatandaşı olan başvurucular ve murislerinin kadastro çalışmalarının yapıldığı tarihte ve sonrasında Türkiye'de ikamet ettiklerine dair bir bilgi derece mahkemesi kararlarına yansımamıştır. Dolayısıyla başvurucuların kadastro tutanaklarına ilişkin ilandan haberdar olmamaları olağan görülebilir. Ayrıca Ayzer Zetya'nın on bir mirasçısı tarafından 19/7/1993 tarihinde Sarıyer 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açılmış ise de Mahkemece söz konusu kişilerin eldeki bireysel başvuruya taraf olanların dışındaki mirasçılar olduğu kabul edilmiştir. Bu durumda mülkiyetin yitirilmesine yol açan idari işlemin başvurucular yönünden usulüne uygun olarak kesinleştiğinin Mahkemece ortaya konulduğu söylenemez. Bu itibarla somut olayın koşulları dikkate alındığında mülkün kaybına ilişkin hukuki sürecin Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinden önce kesin olarak tamamlandığı değerlendirilmemiştir. Başvurucuların açtığı sicilin düzeltilmesi davalarının Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi içinde kesinleştiği hesaba katıldığında başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kaldığı sonucuna ulaşılmıştır.

61. Eldeki başvurunun tüm koşulları gözönünde bulundurulduğunda Yunanistan'da yaşadıkları Mahkemenin bilgisi dâhilinde olan başvurucuların veya üst soylarının kadastro işleminden haberdar olmadıklarının beklenmesinin makul görülebildiği istisnai bir durumun somut olayda var olup olmadığı araştırılmadan dava açma süresinin askı ilan müddetinden başlatılmasının katı ve şekilci bir yorum olduğu değerlendirilmiştir. Mahkemece dava açma süresinin kadastro tutanaklarına ilişkin askı ilan süresinin sonundan itibaren başlatılması başvurucuların kadastro işleminin hukuka aykırılığı iddialarını dava konusu etmesini imkânsız kılmıştır. Zira başvurucular, kadastro işleminden haberdar olduğu tarihte -Mahkemenin yorumuna göre- dava açma süresi zaten dolmuş durumdadır. Yunanistan'da yaşadıkları bilinen başvurucuların veya murislerinin kadastro tespitinden haberdar olduklarının düşünülmesini haklı kılan sebeplerin varlığı Mahkemece ortaya konulmadıkça başvurucuların dava açmasını imkânsız kılan bu yorumun mülkiyet hakkının usul güvenceleriyle uyumlu görülmesi mümkün değildir.

62. Tapu kayıtlarının kesinliğe kavuşturulmasındaki kamusal yararın önemi inkâr edilemese de başvurucuların mülkiyet hakkının korunmasındaki menfaatinin de gözardı edilmemesi gerekir. Somut olayda başvurucuların Yunanistan'da yaşadığı olgusu gözetilmeden dava açma süresinin aşırı katı ve şekilci bir yorumla, otomatik olarak kadastro tutanaklarının kesinleştiği tarihten başlatılması tapu sicilinin kesinleştirilmesindeki kamusal yarar ile başvurucuların mülkiyet hakkının korunmasındaki bireysel yarar arasındaki dengeyi başvurucular aleyhine aşırı bir külfete yol açacak şekilde bozmuştur. Bu durum başvurucuların mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyi orantısız kılmıştır.

63. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

Kadir ÖZKAYA, Recai AKYEL, Yıldız SEFERİNOĞLU, Selahaddin MENTEŞ, İrfan FİDAN ve Muhterem İNCE bu görüşe katılmamışlardır.

B. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucuların İddiaları

64. Başvurucular, yargılamaların makul süre içinde tamamlanmaması nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

2. Değerlendirme

65. 9/1/2013 tarihli ve 6384 sayılı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Yapılmış Bazı Başvuruların Tazminat Ödenmek Suretiyle Çözümüne Dair Kanun'a 25/7/2018 tarihinde eklenen geçici 2. maddeye göre yargılamaların uzun sürmesi ve yargı kararlarının geç veya eksik icra edilmesi ya da icra edilmemesi şikâyetiyle Anayasa Mahkemesine yapılan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla Anayasa Mahkemesi önünde derdest olan bireysel başvuruların başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle verilen kabul edilemezlik kararının tebliğinden itibaren üç ay içinde yapılacak müracaat üzerine Tazminat Komisyonu tarafından incelenmesi öngörülmüştür.

66. Bu defa 28/3/2023 tarihli ve 7445 sayılı Kanun'un 40. maddesi ile 6384 sayılı Kanun'un geçici 2. maddesinin birinci fıkrasında yer alan tarih 9/3/2023 olarak değiştirilmiştir.

67. Anayasa Mahkemesi Ferat Yüksel (B. No: 2014/13828, 12/9/2018) kararında, ilk bakışta ulaşılabilir olan ve ihlal iddialarıyla ilgili başarı şansı sunma ve yeterli giderim sağlama kapasitesi olduğu görülen Tazminat Komisyonuna başvuru yolu tüketilmeden yapılan başvurunun incelenmesinin bireysel başvurunun ikincil niteliği ile bağdaşmayacağı sonucuna vararak başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle kabul edilemezlik kararı vermiştir.

68. Mevcut başvuruda da söz konusu karardan ayrılmayı gerektiren bir durum bulunmamaktadır.

69. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

C. Giderim Yönünden

70. 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

71. Başvurucular; ihlalin tespit edilmesini, mülkiyet hakkı ihlali nedeniyle yargılamanın yenilenmesine hükmedilmesini, buna gerek görülmemesi hâlinde tazminata hükmedilmesini, makul sürede yargılanma hakkı ihlali yönünden tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.

72. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

73. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

74. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

75. İncelenen başvuruda, hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesiyle davanın reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmıştır.

76. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş, yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere mahkemeye gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE Kadir ÖZKAYA, Recai AKYEL, Yıldız SEFERİNOĞLU, Selahaddin MENTEŞ, İrfan FİDAN ve Muhterem İNCE'nin karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 2. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2012/179, K.2015/458; E.2012/180, K.2015/457) GÖNDERİLMESİNE,

D. 811,50 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.711,50 TL yargılama giderinin başvuruculara MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin kararın tebliğini takiben başvurucuların Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 27/4/2023 tarihinde karar verildi.

 

 

 

KARŞIOY

1. Eldeki bireysel başvuruda Sayın Çoğunluk, başvurucuların mülkiyet haklarının ihlal edildiği sonucuna ulaşmıştır. Aşağıda ortaya koymuş olduğumuz nedenlerle çoğunluğun bu görüşüne katılmamız mümkün değildir:

2. Başvurucular 1883 yılında vefat eden Ayzer (Ayiza) Zetya isimli kişinin (kök murisleri) çocuğu olan ve 1941 yılında vefat eden Amalya (Ameliye) Fitriyadu'nun mirasçıları oldukları, İstanbul ilinde bulunan bazı taşınmazların Sarıyer Müdevvere Defterinde kök murisleri adına kayıtlı olduğu, ancak taşınmazların 1953 yılında kesinleşen kadastro çalışmaları sırasında Hazine adına tespit gördüğü; buna karşılık taşınmazlara ilişkin açmış oldukları davada dile getirdikleri tapu iptali ve tescil istemlerinin hak düşürücü süre nedeniyle reddedildiği, tazminat taleplerinin ise zamanaşımı sebebiyle kabul edilmediği iddiasıyla mülkiyet haklarının ihlal edildiğini öne sürmüşlerdir.

3. Çoğunluk görüşünde, başvurucuların taleplerinin Sarıyer Müdevvere Defterine dayanması dolayısıyla Anayasa'nın 35. maddesi bağlamında bir menfaatlerinin (mülkün) olduğu, bu defterde kayıtlı olan taşınmazların kadastro tespitiyle Hazine adına tapuya tescil edilmesi dolayısıyla da mülke yönelik müdahalede bulunulduğu kabul edilmiştir. Çoğunluk bu müdahalenin Anayasa'ya uygunluğu bakımından yaptığı değerlendirmede ise başvurucuların açtıkları tapu iptali ve tescil davasının hak düşürücü süre nedeniyle reddedilmesinin (kanuni bir dayanağı ve meşru amacı bulunmakla birlikte) ölçülü olmadığı kanaatine varmıştır.

4. Somut olayda başvurucuların mülkiyet haklarına bir müdahalenin olup olmadığının tespitinde, başvurucular tarafından dayanılan Sarıyer Müdevvere Defterindeki kayıtların mahiyetinin belirlenmesi büyük önem taşımaktadır. Çoğunluk görüşünün gerekçesinde; bu kayıtların tapu hükmünde olup olmadığının tartışmalı bulunduğu, ancak bunların taşınmaz üzerindeki tasarruf ve zilyetliği tevsik edici belgelerden olduğu ifade edilerek diğer koşulların gerçekleşmesi halinde mülkün edinilebildiği şeklindeki bir değerlendirmeyle mülkiyet hakkı bağlamında korunması gereken bir menfaatin var olduğu sonucuna ulaşılmıştır.

5. Oysa ortada bir mülkün ya da mülkiyet hakkı kapsamında bir menfaatin varlığının tespiti için bu kayıtların niteliğinin açıkça ortaya konulması, bu bağlamda tapu kaydı vasfında olup olmadıklarının belirlenmesi, tapu kaydı niteliğinde olmamaları halinde ise hangi koşullarda mülk edinmeye hukuki dayanak oluşturabileceklerinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Bununla birlikte; taşınmaz hukukuna dair uyuşmazlıkların çözümüyle ilgili bu belirlemeyi yapmak, bireysel başvuru incelemesinin kapsamında değildir. Bu nedenle söz konusu kayıtlara hukuk sistemimizin ne tür bir anlam ve değer yüklediğinin tespitinde bilhassa ilgili yargı mercilerinin yaklaşımının dikkate alınması gereği ortaya çıkmaktadır. Böyle olunca da konuya ilişkin uyuşmazlıkların esas bakımından nihai çözüm yeri olan temyiz mercilerinin karar ve değerlendirmelerine bakılması, bu karar ve değerlendirmelerde açık bir keyfilik veya bariz bir takdir hatası bulunup bulunmadığının incelenmesi gerekmektedir.

6. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi bir kararında Cumhuriyet öncesi dönemde tutulan hangitür kayıtların tapu kaydı sayılması gerektiğiyle ilgili önemli ilkeler belirlemiştir. Buna göre eski döneme ait bir kaydın tapu kaydı sayılabilmesi için şu dört koşulun bulunması gerekmektedir:

 a- O defterin ve muhtevasının gayrimenkullerdeki mülkiyet ve tasarruf hakkını belirtmesi,

b- Mülkiyet ve tasarruf haklarındaki değişmelerin o defter üzerinden yürütülmüş olması,

c- O defterler tutulduğu zaman, tapu idarelerinin buna yetkisi bulunmamış olması ve defteri tutanların tedavül ve intikal muamelelerine resmiyet vermek yetkilerinin bulunması,

d- Defteri tutanların yetkileri kaldırıldıktan sonra defterin zamanında tapu idarelerine devredilmiş bulunması gerekmektedir (Yargıtay 7. Hukuk Dairesinin 15/7/1964 tarihli ve E.2562, K.4752 sayılı ilamı; Süleyman Sapanoğlu, B. (2014). Zilyetlikten Kaynaklanan Tescil Davaları (s. 16).

7. Yargıtay bir başka kararında ise -yukarıda yer alan ilkelerden hareket ederek yaptığı değerlendirmede- "... müdevvere kaydının tapu kaydı olarak kabulü mümkün olmayıp ancak tasarrufu teyit eden başka bir deyimle zilyetliği gösteren bir belge olarak nitelendirilmesi mümkündür." sonucuna ulaşmıştır (Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 10/10/1989 tarihli ve E.1989/6720, K.1989/9538 sayılı ilamı).

8. Buna göre Yargıtay uygulamasında müdevvere defteri kayıtlarının tapu kaydı niteliğinde olduklarının kabul edilmediği anlaşılmaktadır. Bireysel başvurunun ikincillik niteliği dikkate alındığında Anayasa Mahkemesinin, Yargıtayın bu tespit ve değerlendirmelerinin yerine kendi yaklaşımını koyarak bu defterlerde yer alan kayıtların tapu belgesi olduğunu söylemesi de mümkün görünmemektedir. Esasen bu durum bireysel başvurunun temel prensiplerinden biri olarak vücut bulmaktadır.

9. Daha da önemlisi bu kayıtlar, taşınmazların mülkiyetini gösteren belgeler olmadıklarından, sahiplerine ait oldukları arazi parçalarını kazandırma bakımından tek başına bir anlam taşımamaktadırlar. Bunlar, ancak zilyetlik ile birleştiği sürece hukuki bir öneme haizdirler. Bu husus 3402 sayılı Kanun'un 14. maddesinden de açıkça anlaşılmaktadır. Somut olayda ise başvurucuların kök murisleri Ayzer veya yakın murisleri Amalya'nın dava konusu taşınmazların kadastro tespitlerinin yapıldığı 1953 yılı ve öncesinde taşınmazlar üzerinde zilyetliklerinin olduğu yönünde bir ispatı, hatta iddiası dahi bulunmamaktadır.

10. Bu durumda başvurucuların dayandığı Sarıyer Müdevvere Defteri kayıtlarının taşınmazların mülkiyetini kazanmayı sağlayan belge olarak kabulü mümkün değildir. Bir başka anlatımla tapu kaydı niteliğinde olmayan ve zilyetlikle de birleşmediği için hukuki bir değer taşımayan bu kayıtların varlığından bahisle başvurucuların taşınmazları mülk edinme bakımından meşru bir beklenti içinde oldukları söylenemez. Dolayısıyla somut olayın koşullarında başvurucular bakımından ortada anayasal anlamda bir mülkün varlığı söz konusu değildir.

11. Bu itibarla Sayın Çoğunluğun başvurucuların mülkiyet hakkının mevcut olduğu ve bu hakka yönelik müdahalede bulunulduğu yönündeki değerlendirmesine katılmıyoruz.

12. Diğer taraftan biran için başvurucular tarafından açılan tapu iptali tescil davasının hak düşürücü süre nedeniyle reddedilmesinin mülkiyet hakkına yönelik bir müdahale teşkil ettiği kabul edilse dahi Çoğunluğun bu müdahalenin ölçülü olmadığı yönünde ulaştığı sonucun dosya kapsamına ve somut olayın özelliklerine uygun olduğunu söylemek de mümkün görünmemektedir. Bu çerçevede olayın daha iyi anlaşılabilmesi bakımından yaşanan dava süreçlerine kısaca değinmek yararlı olacaktır.

13. Eldeki dosyanın başvurucuları, 2012 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı ve Hazine aleyhine açtıkları iki ayrı davada 38/2 numaralı Sarıyer Müdevvere Defterine göre kök murislerine ait olan sekiz ayrı taşınmazın kadastro çalışmalarında Hazine adına tespit edildiğini ve sonrasında kanuni devir suretiyle İstanbul Belediyesi adına tescil olduğunu ileri sürerek taşınmazların tapularının iptali ile adlarına miras payları oranında tescil edilmesini, bu istemleri kabul edilmediği takdirde ise taşınmazların değerinin tahsiline karar verilmesini talep etmişlerdir.

14. Mahkemece yapılan yargılamalar sonunda her iki davanın, 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin üçüncü fıkrasında öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin dolmasından sonra açıldığı gerekçesiyle davalarının reddine karar verilmiştir. Mahkemeye göre başvurucuların tapu iptali ve tescil talebine dayanak yaptıkları hukuki sebep (taşınmazları Sarıyer Müdevvere Defterinde kök murisleri adına kayıtlı olduğu iddiası) kadastro öncesine dayanmaktadır ve bu nedenle anılan Kanun hükmündeki on yıllık hak düşürücü süreye tabidir. Mahkeme tazminat istemlerini ise zamanaşımı sebebiyle reddetmiştir. Her iki davada verilen hükümler, Yargıtay denetiminden geçerek kesinleşmiştir.

15. Öte yandan murisin bir kısım mirasçısı tarafından aynı hukuki sebebe dayalı olarak daha önce açılan başka bir davanın Sarıyer 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin E.1993/437, K.1995/640 sayılı kararı ile yine hak düşürücü süreden reddedildiği anlaşılmaktadır.

16. Bu durumda öncelikle bir yerde yapılacak olan kadastro çalışmalarının yürütülme şekline dair bazı genel bilgilere değinilmesi, sonrasında ise her iki davanın ret sebebini oluşturan ve 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin üçüncü fıkrasında düzenlenmiş olan "hak düşürücü süre" ile ilgili bir takım açıklamalara yer verilmesi uygun olacaktır.

17. Kadastro; bir ülke veya bölgedeki her çeşit arazi ve mülklerin yeryüzü üzerindeki yer ve konumlarının, alanının, sınırlarının, sahiplerinin ve değerlerinin, üzerindeki hak ve yükümlülüklerin devlet eliyle saptanıp plana ve kayda bağlanması işlemlerinin tümünü ifade etmektedir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun (YHGK) 17/6/2021 tarihli ve E.2017/1219, K.2021/791 sayılı kararı).

18. Kadastronun amacı (3402 sayılı Kanun'un 1. maddesinde de ifade diliği üzere) ülkedeki taşınmaz malların sınırlarını arazi ve harita üzerinde belirterek taşınmazların hukukî durumlarını tespit etmek, böylelikle sağlıklı bir tapu sicili kurmaktır. Bu bağlamda, bir yerde kadastro çalışmaları tamamlandığında orada bulunan tüm taşınmazların sınırları koordinat esasına göre hem zeminde hem de harita üzerinde belirlenecek, ayrıca her bir taşınmazın hukuki niteliği ve durumu da tespit edilmiş olacaktır.

19. Yargıtaya göre de 3402 sayılı Kanun'un üç temel amacı vardır. Bunlar; taşınmaz malların sınırlarının arazi ve harita üzerinde belirlenmesi, hukukî durumlarının tespit edilmesi ve Türk Medeni Kanunu'nun öngördüğü tapu sicilinin kurulmasıdır. Yine kadastronun biri geometrik diğeri hukukî olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. Geometrik anlamda kadastro, tekniğin ve fennin yardımı ile bir ülkedeki her taşınmazın türünü, sınırını ve yüzölçümünü kesin bir şekilde belirleyip, sınırlarını tespit etmektir. Hukukî yönü ise geometrik olarak sınırlanan bu taşınmazlar üzerindeki haklar ile hak sahiplerinin belirlenmesinden ibarettir. Kadastronun kesinleşmesi ile birlikte taşınmazlar üzerindeki mülkiyet durumu, bunların kime ait olduğu, üzerlerindeki sınırlı ayni haklar ve bunların sahipleri belirlenmiş olacak; sonrasında da her taşınmaz, malikinin adı belirtilerek tapu kütüğüne kaydedilecektir (YHGK'nin 17/6/2021 tarihli ve E.2017/1219, K.2021/791 sayılı kararı).

20. Bu yönüyle kadastro çalışmalarının yapılması ve tamamlanması, ülkedeki tüm taşınmazların fiili durum ve hukuki nitelik olarak tapu sicilinde kayıt altında olması ve bu sayede taşınmazlara ilişkin hukuki uyuşmazlıkların büyük ölçüde çözüme kavuşması bakımından hayati derecede öneme sahiptir.

21. Nitekim Anayasa Mahkemesi de devletin pozitif yükümlülükleri çerçevesinde taşınmaz mülkiyetinin korunması bakımından tapu sicili sisteminin öneminin tartışmasız olduğunu teyit etmektedir (Ahmet Yazı ve diğerleri, B. No: 2016/13545, 23/10/2019, § 43). Mahkeme ayrıca taşınmazlar üzerindeki ayni hakların tapu sicili yoluyla açıklık kazanmasının güveni ve sürekliliği sağladığını vurgulamıştır (AYM, E.1993/21, K.1993/30, 21/9/1993). Mahkemeye göre taşınmazlara ilişkin ayni hakların açıklığa kavuşturulmasında ve bu hakların herkese karşı korunmasının güvencesi olan tapu sicili müessesesinin kurulmasında kadastronun yeri ve önemi tartışma götürmez bir biçimde kendini göstermektedir (AYM, E.1973/13, K.1973/23, 3/5/1973). Bu bağlamda belirtmek gerekir ki kanun koyucu kadastro çalışmaları yoluyla plana dayalı çağdaş tapu sicilinin oluşturulmasını amaçlamış olup bu sistemin amaçlarından biri de taşınmazların arz üzerindeki yerleri ile sınırlarını doğru ve açık olarak göstermektir. Buna göre tapu sicilindeki bilgilerin güvenilirliğini sağlamak ise pozitif yükümlülükleri kapsamında devletin sorumluluğunu gerektirmektedir (Sefa Koşar, B. No: 2015/18352, 10/5/2018, § 51).

22. Kanun koyucu, kadastro çalışmalarının bu özelliğini göz önüne alarak 3402 sayılı Kanun'da taşınmaz hukukuna ilişkin olarak diğer mevzuatımızda yer alan hükümlerden ayrılan çok sayıda düzenleme yapmıştır. Tapulu taşınmazın bir bölümünün veya şayi payının zilyetlikle kazanılması, tapu dışı paylaşıma değer verilmesi, muhdesatın beyanlar hanesinde gösterilmesi, ölü kişi aleyhine dava açılabilmesi, tapulu taşınmazın tapu dışı bir yolla temlikine geçerlilik tanınması bu ayrıksı düzenlemelere örnek olarak gösterilebilir.

23. Öte yandan 3402 sayılı Kanun'un genel sistematiği ve bu ayrıksı hükümleri bütünlük içinde incelendiğinde, anılan Kanun'un bir nevi tasfiye kanunu şeklinde tanımlanması mümkün görünmektedir. Bu çerçevede kadastronun tamamlanmasıyla oluşan ve haritaya ve sicile bağlanmış olan fiili ve hukuki durumun bir an önce netleşmesinin sağlanması amaçlanmakta; bunun yanı sıra kadastro öncesinden gelen talep ve iddiaların belirli süre içinde yargı mercileri önüne taşınması ve bunların biran önce çözüme ulaştırılması hedeflemektedir.

24. Esasen kadastro çalışmalarının bu özellikleri Yargıtay kararlarında da vurgulanmıştır. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu (YİBBGK) bir kararında kadastro çalışmaları ile Kanun'da öngörülen "... amaca varılabilmesi, tapulu taşınmazların tapularının yenilenmesini, tapusuz taşınmazların tapuya bağlanmasını ve kamu mallarının statüsünün belirlenmesini gerektirir. Önemle belirtelim ki, Kadastro Kanunu, tasfiyeyi öngören özel ve geçici bir kanundur. Kadastro Kanunu ile eylemli durumun yasal hale getirilmesi amaçlanmış ve zilyetliğe ağırlık veren hükümlere yer verilmiştir ..."demek suretiyle 3402 sayılı Kanun'un ayrıksı niteliğine dikkat çekmiştir. Kararda ayrıca Kadastro Kanunu'nun; işlevi, niteliği ve özelliği itibariyle genel hükümlerden ayrı ve genel hükümlere aykırı bazı hükümler içerdiğine de vurgu yapılmıştır (YİBBGK'nin 6/6/1997/ tarihli ve E.1994/5, K.1997/2 sayılı kararı).

25. Kadastro çalışmalarının ilk kez yapıldığı yerlerde var olan tapu kaydı gibi mülkiyet belgelerinin sınırları çoğu zaman bir koordinata bağlı olmadığından hangi kaydın nereye ait olduğu veya bir taşınmaza uygulanabilecek birden fazla kaydın bulunup bulunmadığının tespiti çoğu zaman mümkün olamayabilmektedir. Yine taşınmazların zilyetlerinin dayanabilecekleri ve fakat tapu kaydı niteliğinde olmayan belgelerin bulunup bulunmadığı ve varsa bunların sınırlarının belirlenmesi de aynı şekilde güçlükler içermektedir. Zira bu belgeler genelde beyana istinaden tanzim edilmiş, sınırları ve yüzölçümleri birbirine uygun olmayan kayıtlar olarak ön plana çıkabilmektedir.

26. Tüm bu nedenlerle Kanun'da, kadastro öncesi ve sonrasında, çalışma yapılacak bölgeyle ve çalışma alanıyla ilgili bir takım duyuruların yapılması yöntemi benimsenmiştir. Kadastro Kanunu uygulamalarında her ilin merkez ilçesi ile diğer ilçelerin idari sınırları içinde kalan yerlere "bölge", bölgelerde bulunan her köy ile belediye sınırları içinde bulunan her mahalleye "çalışma alanı" denilmektedir. Bölgede ve çalışma alanında kadastro faaliyetlerinin yürütülebilmesi için ilk olarak gerekli ilanların yapılması zorunlu bulunmaktadır.

27. Bu çerçevede 3402 sayılı Kanun'un 2. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca; kadastrosuna başlanacak bölgeler en az bir ay önceden Resmi Gazete, Radyo veya Televizyonda, bölge merkezi ve bağlı bulunduğu ilde, bir yerel gazete ve bir internet haber sitesinde ilan olunur ve ayrıca alışılmış vasıtalarla duyurulur. Sonrasında ise Kanun'un4. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca; kadastro müdürü, kadastrosuna başlanacak mahalleyi veya köyü en az 15 gün önce bölge merkezi ile çalışma alanı ve komşu köy, mahalle ve belediyelerde alışılmış vasıtalarla duyurur. Bu duyuruda çalışma sınırlarının tespitine hangi gün ve saatte başlanacağı belirtilir. Devamında ise Kanun'un 6. maddesi uyarınca; kadastro teknisyenleri, kadastrosuna başlayacakları mevki veya adaları en az yedi gün önceden alışılmış vasıtalarla ilgili köy veya mahallede ilan ettirir. Çalışmalara üç aydan fazla ara verilmesi halinde ilan yenilenir.

28. Nihai olarak kadastro tespit çalışmaları tamamlanınca, Kanun'un11. maddesinin birinci fıkrası uyarınca; kadastro müdürü, kadastro tutanaklarına göre yapılan tespitlere dayanarak, askı cetvellerini düzenler; bu cetvelleri ve pafta örneklerini, müdüriyette ve ayrıca muhtarın çalışma yerinde 30 gün süre ile ilan ettirir; itirazı olanların ilan süresi içinde Kadastro Mahkemesinde dava açabileceklerini belirtir.

29. Bu itibarla kadastro çalışmalarıyla ilgili olarak dört aşamalı bir ilan sürecinin bulunduğu söylenebilir. İlk önce çalışma yapılacak bölge (ilçe), sonrasında çalışma alanı (köy/mahalle), devamında tespit yapılacak mevki ve adalar ilan edilmekte; tespit çalışmaları tamamlanınca da yapılan tespitler ilan yoluyla durulmaktadır. Kanun koyucu11. maddenin dördüncü (sonuncu) fıkrasında "Bu Kanun gereğince yapılan ilanlar, ilgili gerçek kişilere, kamu ve özel hukuk tüzelkişilerine şahsen tebliğ edilmiş sayılır." demek suretiyle bu ilanların hukuki ehemmiyetini de açıkça ifade etmiştir.

30. Kadastro çalışmalarının yapılış sürecinin ve çalışmaların tamamlanmasıyla yapılan tespitlerin sonuçlarının ilan yoluyla duyurulması,işin mahiyeti gereği bir zorunluluk olarak ön plana çıkmaktadır. Zira kadastro öncesinde çalışma alanında bulunan hangi taşınmazın sınırlarının neresi olduğu, taşınmazların yüzölçümü miktarının ne olduğu, bu taşınmaz parçalarıyla ilgili olarak çalışmanın yapıldığı mahalde yaşayan veya başka bir yerde bulunan kimselerin ne tür bir ayni veya şahsi hak sahibi oldukları konusunda belirsizlik bulunmaktadır. Bu itibarla kadastro çalışması yapan mercilerin, çalışmaya konu taşınmaz malların ilgililerinin kimler olduğunu tam anlamıyla bilmeleri mümkün olmadığından ilgili kişilere bizatihi tebliğ yapılması imkânı mevcut değildir. Bir başka anlatımla kadastro çalışmalarında bildirimlerin ilanen yapılması, kadastronun tasfiye edici ve inşai olma niteliklerinden kaynaklanan bir zorunluluk olarak kendini göstermektedir.

31. Kanun koyucu, bir taraftan kadastro faaliyetinin açıklanan özelliklerini dikkate alarak tasfiye amacına ulaşılması, diğer yandan ise kişilerin kadastro çalışmalarıyla zedelenebilecek taşınmazlara dair haklarına erişimin sağlanabilmesi amacıyla iki ayrı dava açma imkanı öngörmüştür. Bu bağlamda 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin birinci fıkrası uyarınca otuz günlük askı ilan süresi içinde kadastro tutanaklarında yer alana sınırlandırma ve tespitlere karşı Kadastro Mahkemesine itiraz davası açılması mümkündür. Bu davalar, uygulamada "kadastro tespitine itiraz davaları" olarak ifade edilmektedir. Anılan sürede belirtilen dava açılmadığı taktirde tutanaklar kesinleşir. Bununla birlikte anılan maddenin üçüncü fıkrası uyarınca; bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl içinde genel mahkemelerde (Asliye Hukuk Mahkemelerinde) dava açılması imkânı bulunmaktadır (aynı yöndeki açıklamalar için bkz. Ayşe Türk ve diğerleri, B. No: 2018/1906, 21/4/2021, § 26).

32. Bir başka ifadeyle 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin üçüncü fıkrasında kadastro tutanaklarında yer alan haklara, sınırlandırmalara ve tespitlere ilişkin olarak kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunması ve dava açılması on yıllık hak düşürücü süreye tabidir. Kanun'a göre bu süre tutanağın kesinleşmesinden itibaren başlamaktadır. Ayrıca hak düşürücü süre yalnızca kadastro öncesi hukuki sebeplere dayanılarak açılan davalar bakımından söz konusudur; kadastro sonrasında oluşan hukuki durumlara ilişkin açılan davalarda buradaki hak düşürücü süre uygulanmaz.

33. Anayasa Mahkemesi bir kararında 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinde öngörülen on yıllık sürenin Anayasa'ya uygunluğunu denetlemiştir. Mahkeme, ilk olarak maddede düzenlenen sürenin "hak düşürücü süre" niteliğinde olduğunu, kanun koyucunun böylece kamu düzeniyle ilgili bir nitelik taşıyan kadastro işlemlerinin korunması ve düzenli bir tapu sicilinin oluşması amacını güttüğünü vurgulamıştır. Mahkeme ayrıca hak düşürücü süreyle ilgili olarak "Hak arama yolunu kısıtlayan 'hak düşürücü süre' hakkı ortadan kaldırıcı, yok edici işleve sahip olduğundan süre geçtikten sonra hakkın varlığından söz edilemez. Hak düşürücü süre ile, yasanın belirlediği sürede bir dava açılmaması halinde hakkın kendisi sona erer. Hak düşürücü süre, davanın görülebilirlik koşulu olduğundan yargıç hak düşürücü süreyi kendiliğinden, gözönünde bulundurmak zorundadır." değerlendirmesinde bulunmuştur (AYM, E.1991/9, K.1991/36, 8/10/1991).

34. Mahkeme, esasa ilişkin incelemede, kuralın Anayasa'nın 2. maddesine uygunluğu bakımından "... Kamu yararı amacıyla on yıllık hak düşürücü kural getirilirken, daha önce mülkiyet hakkını yitirenlere yeniden bu hakkın tanınmasını isteme olanağı verilmesi adalete aykırı olacağı gibi, mülkiyet hakkı kazananların bu haklarına da zarar verir. Bu bakımdan yapılan düzenleme demokratik toplum kurallarına ve hukukun genel ilkelerine ters düşmediği gibi, kamu yararını öngördüğünden hukuk devleti kavramına da aykırı değildir." şeklinde bir değerlendirmede bulunmuştur.

35. Mahkeme, Anayasa'nın 23. maddesine uygunluk bakımından yaptığı incelemede ise "... Kadastro çalışmalarına başlama işlemleri her türlü iletişim araçlarıyla duyurulmaktadır. Kanun bir tasfiye kanunudur ve uygulamanın bitmesiyle son bulacağından geçicidir. İlgili kural ile kadastrosu yapılan yerlerde taşınmazının, kadastro sırasındaki ve sonraki hukuksal durumuyla ilgilenmeyen kişilerin yasa ile konulan hak düşürücü süre içinde ilgili merciine başvurmamalarının sonucunu hükme bağlamaktadır. Bu nedenle anılan kural, kişileri taşınmazın bulunduğu yerde ikamet etmeye zorlayan bir hüküm içermediği için, Anayasa'nın 23. maddesine aykırı bir yönü yoktur." diyerek, kadastro çalışmalarının ilan yoluyla tebliğinde Anayasa'ya aykırılık tespit etmemiştir.

36. Mahkeme, Anayasa'nın 35. maddesine uygunluğu bakımından da ".. Yasada öngörülen durumlar ve süreler ile ilgililerin haklarını kullanmalarında kolaylık sağlayan öbür kurallar birlikte gözönüne alındığında, dava hakkının on yıllık hak düşürücü bir süre ile sınırlandırılmış olmasını, bu hükmün kamu düzeni düşüncesine uygun olduğu kadar, tanınan sürenin hakkın kullanılmasına da elverişli bulunduğu kabul edilmelidir. Bu kurallarla güdülen amacın devletin hak sahibi olmasına yönelik olduğu da düşünülemez." şeklinde değerlendirmeler yapmış ve sonuç olarak3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin üçüncü fıkrasının Anayasa'ya uygun olduğu tespitinde bulunarak iptal talebini reddetmiştir (AYM, E.1991/9, K.1991/36, 8/10/1991).

37. Anayasa Mahkemesi, kadastro tespitleri sonrasında 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin üçüncü fıkrasında hüküm altına alınmış olan hak düşürücü süre içinde açılmaması sebebiyle reddedilen davalarla ilgili başvurularda, bu durumun başvurucular üzerinde ağır bir yük oluşturmadığı değerlendirmesiyle mahkemeye erişim hakkına yönelik bir ihlal olmadığı sonucuna varmıştır (bkz. Ayşe Türk ve diğerleri, § 30; Hasan Kalender, B. No: 2017/31122, 18/6/2020, § 46).

38. Yapılan bu açıklamalar ışığında somut olaya dönüldüğünde -Çoğunluk görüşünde de vurgulandığı üzere- başvurucular tarafından açılan tapu iptali ve tescil istemli davaların dava tarihi itibarıyla hak düşürücü sürenin dolması sebebiyle reddedilmesinin kanuni dayanağının olduğunda ve meşru amaca sahip bulunduğunda tereddüt mevcut değildir. Ne var ki Sayın Çoğunluk, davaların hak düşürücü sürenin dolması nedeniyle reddedilmesinin ölçülü olmadığı görüşündedir. Bu değerlendirmenin ise genel olarak başvurucuların, kadastro tespitine konu taşınmazların bulunduğu yerde oturmamasına dayandırıldığı görülmektedir. Çoğunluğa göre yurt dışında ikamet eden bir kişi yönünden -taşınmazla bağını koparan istisnai durumların da bulunması hâlinde- kadastro ilanından haberdar olunması oldukça güçtür. Bu gibi hallerde 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin üçüncü fıkrasında öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin otomatik olarak kadastro tutanakların kesinleşmesinden sonra başlatılmış olması, mülkiyet hakkına yönelik ölçüsüz bir müdahale teşkil edecektir.

39. Anılan yaklaşımın, kadastro çalışmalarının yukarıda etraflıca açıklanan nitelik ve özellikleriyle bağdaşmadığı açıktır. Zira Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay kararlarında da vurgulandığı üzere kadastro çalışmaları, ülkedeki taşınmazların fiili ve hukuki durumlarını belirmemeye yönelik kurucu özellikler taşıyan ve tasfiye niteliğinde işlemlerin tesis edildiği süreçlerdir. Bu çalışmalar, öncesinde üç aşamada çeşitli vasıtalarla ilan edilmekte, çalışmalar tamamlanınca sonuçları yine ilan yoluyla duyurulmakta, sonrasında da on yıllık dava açma süresi bulunmaktadır.

40. Söz konusu ilanların ilgili kişiler tarafından öğrenilmemesi ihtimali sadece yurt dışında yaşayan kişilerle sınırlı değildir. Günümüzde kişilerin, çoğu zaman birden fazla yerde taşınmazları bulunabilmektedir. Yine ülke nüfusunun önemli bir kısmı artık büyükşehirlerde ya da kent merkezlerinde yaşamını sürdürmektedir. Bu kişiler bakımından da taşınmazlarıyla ilgili kadastro faaliyetlerinden haberdar olamama durumu söz konusu olabilmektedir. Nitekim uygulamada görülmektedir ki; kadastro çalışmalardan haberdar olamama nedeniyle on yıllık hak düşürücü süre içinde dava açamayan kişilerin çok büyük bir bölümü ülkemiz sınırları içinde, hatta çoğu zaman taşınmazın bulunduğu şehirlerde yaşayan kimselerdir.

41. Bu itibarla Sayın Çoğunluğun yurt dışında yaşayan kişiler bakımından 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin üçüncü fıkrasında öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin başlangıcına dair dile getirdiği ayrıksı yaklaşımın herhangi bir hukuki ya da sosyal temele dayandığını söylemek güçtür. Dahası, böyle bir yaklaşım, kadastro ile amaçlan taşınmazların fiziki ve hukuki durumlarının tespit ve kayıt altına alınması, kişiler açısından sağlıklı, güvenilir ve öngörülebilir bir tapu sicili tesis edilmesi hedefini de önemli ölçüde sekteye uğratma riski taşımaktadır. Esasen bu yaklaşımın, hak düşürücü sürenin mahiyetiyle uyumlu olduğunu söylemek de mümkün değildir.

42. Dolayısıyla somut olayda ilk derece mahkemesinin ve Yargıtayın dava açma süresinin başlangıcını kadastro tutanaklarının kesinleşme tarihine göre belirlemesi Kanun'un açık hükmü gereğidir. İlave olarak bu yaklaşım, Yargıtayın uzun yıllardır kökleşmiş ve süregelen içtihadının somut olaya uygulanmasından ibarettir. Bu durumda, bireysel başvuruya konu karar ve uygulamanın; öngörülemez nitelikte olduğunu veya başvurucuların mülkiyet hakkının usulü güvencesi bağlamında katı bir yoruma dayandığını ileri sürmek de imkân dahilinde görünmemektedir.

43. Diğer taraftan Çoğunluk görüşünde bir başka ülkenin vatandaşı olan başvurucuların ülkemizde ikamet ettikleri yönünde mahkeme kararlarında bir bilginin olmadığı ifade edilmiştir. Oysa ki bireysel başvuru formları incelendiğinde başvurucuların ülkemizde hiç yaşamadıkları veya Türkiye ile bir bağlantılarının olmadığı yönünde herhangi bir iddialarının bulunmadığı görülmektedir. Daha da önemlisi başvurucular ihlal iddialarını, Türkiye'de yaşamamalarından veya ülkemizle bağlarının bulunmadığından bahisle kadastro çalışmalarından haberdar olma bakımından dezavantajlı durumda bulunmaları şeklindeki bir olguya da dayandırmamaktadırlar. Başvurucuların iddiasının temeli, kadastro çalışmalarının sonucunun ilanen duyurulması ve kendilerine ayrıca bir tebligatın yapılmamasıdır.

44. Bunlara ilave olarak başvuruculardan Okan Hemşinlioğlu'nun bireysel başvuru formunda beyan ettiği adres de İstanbul'dadır. Yine vekaletnameler dikkatle incelendiğinde başvurucuların yakın murisi olup 1941 yılında vefat eden Amalya'nın bazı çocuklarının İstanbul'da doğduğu ve yaşadıkları sonucuna ulaşılabilmektedir.

45. Bu durumda Sayın Çoğunluğun, başvurucuların dile getirmediği ve esasında varlığı tespit edilmemiş olan bir olguyu muhtemel bir gerçek olarak kabul etmek suretiyle ihlal sonucuna ulaştığı görülmektedir. Esasen başvurucuların ihlal iddiasının dayanağı olan kadastro çalışmalarının kendilerine ilanla duyurulmasının dışında ayrıca tebliğ edilmemiş olması, ülkemizdeki tüm kadastro çalışmalarının ilgilileri bakımından geçerli bir uygulamadır. Bu yönüyle başvurucuların durumunu diğer kişilerden ayrı kılan herhangi bir olgu mevcut değildir.

46. Ayrıca başvurucular, dava konusu taşınmazlara ilişkin kadastro tespitinin kesinleştiği tarihten yaklaşık altmış yıl sonra bu taşınmazların mülkiyetinin 1883 yılında ölen kök murisleri Ayzer'e ait olduğu iddiasıyla bireysel başvuruya konu davaları açmışlardır. Üstelik, başvurucuların yakın murisi olan Amalya'nın diğer bazı mirasçıları tarafından aynı hukuki sebebe dayalı olarak 1993 yılında açılmış olan bir başka dava, 1995 yılında verilen bir kararla "davanın hak düşürücü sürenin dolmasından sonra açılmış olması" sebebiyle reddedilmiştir. Buna göre, anılan davanın karara bağlandığı tarih ile eldeki bireysel başvuruya konu davanın açıldığı tarih arasında da otuz yıla yakın bir süre bulunmaktadır.

47. Dolayısıyla, tüm bu süreçler içinde başvurucuların iddia konusu ettikleri haklarına erişim bakımından özenli davrandıkları ve üzerilerine düşen yükümlülükleri yerine getirdikleri söylenemeyecektir.

48. Son olarak karar metninde yer verilen AİHM'in Elif Kızıl/Türkiye kararına konu olayın özelliklerinin eldeki bireysel başvuruya konu olayla tam anlamıyla örtüştüğünü kabul etmek mümkün görünmemektedir. AİHM, anılan kararda ihlal sonucuna ulaşırken başvurucunun askı ilan sırasında yurt dışında olmasının yanında, tapu belgesinin resmi olarak hiçbir zaman ihlal edilmemesine, başvurucunun taşınmaza ilişkin emlak vergilerini ödemeye devam etmesine, en önemlisi de başvurucunun taşınmazı kamu makamları tarafından müdahale edilmesi endişesi taşımaksızın her zaman mülkü olduğu düşüncesiyle 28 yıl gibi çok uzun bir süre kullanmaya devam etmesine dayanmıştır. Anılan bu olguların hiçbiri eldeki bireysel başvuruya konu somut olayda mevcut değildir.

49. Bu itibarla, somut olayın koşullarında başvurucuların mülkiyet haklarının ihlal edilmediği kanaatinde olduğumuzdan Sayın Çoğunluğun aksi yöndeki düşünce ve kararına katılmıyoruz.

Başkanvekili

Kadir ÖZKAYA

Üye

Recai AKYEL

Üye

Yıldız SEFERİNOĞLU

Üye

Selahaddin MENTEŞ

Üye

İrfan FİDAN

Üye

Muhterem İNCE