Türkiye aktif fay hatları üzerinde bulunan ve geçmişten günümüze sürekli olarak deprem riski barındıran bir ülkedir. Osmanlı dönemi de dahil olmak üzere hem İstanbul’da hem de Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ciddi hasarlara yol açan depremler; gerekli tedbir ve önlemlerin alınmadığı durumlarda çok daha şiddetli acılara ve yıkımlara neden olmaktadır. Özellikle Erzincan Depremi (1939), Gölcük Depremi (1999), Düzce Depremi (1999) ve Van Depremi (2011) ülkemizde yaşanan büyük depremlere örnektir. Son zamanda ise Kahramanmaraş’ta meydana gelen depremler sonucunda birçok insan hayatını kaybetmiştir. Depremlerin bireyler üzerinde yol açtığı zararlar ve bu zararlar için idarenin sorumluluğunun bulunup bulunmadığı incelenecektir.

İdare hukukunda öngörülen sorumluluk türleri iki şekildedir. Bunlar kusurlu ve kusursuz sorumluluktur. Kusurlu sorumluluk gerek öğretide gerek ise yargı kararlarında idarenin “hizmet kusuru” kavramı ile açıklanmaktadır. “İdarenin kuruluşunda, düzenlenmesinde ve işleyişinde ortaya çıkan bir bozukluk, aksaklık” durumu hizmet kusuruna işaret etmektedir[1]. Hizmet kusuru; hizmetin hiç işlememesi, geç ve kötü işlemesi gibi tezahür edebilmektedir. Anayasa’mızın 125. Maddesi uyarınca: “İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.[2] Madde lafzından görüldüğü üzere kural olarak ortaya çıkan zararın, idarenin kendi eylemi ve işlemi sebebiyle doğması ve idarenin kusurlu olması gerekmektedir.[3]

Öte yandan devletin zamanla birçok yeni misyon edinmesi ve birçok alanda faaliyet göstermesi sebebi ile bireylere karşı zarar teşkil edecek davranışlarının da artması, idarenin bir kusuru olmasa dahi sorumluluğunun doğmasına zemin hazırlamış, bu da idarenin kusursuz sorumluluğunun doğmasına neden olmuştur. Kusursuz sorumluluğun ortaya çıkması için uğranılan zarar ve idarenin davranışı arasında bir nedensellik bağının kurulabiliyor olması yeterlidir. Kusur ispatına gerek yoktur. İdarede kusursuz sorumluluk başlıca 2 ilkeye dayandırılmaktadır. Bunlar “Risk İlkesi” ve “Fedakarlığın Denkleştirilmesi İlkesi” dir. Risk ilkesi; bazı uygulamaların direkt olarak ihtiva ettiği tehlikeler neticesinde uygulama sahiplerinin kusuruna bakılmaksızın ortaya çıkan zararlardan idarenin kusursuz olarak sorumlu tutulması esasına dayanır. Tehlikeli uygulama ile zarar arasında illiyet bağının kurulabiliyor olması yeterli olup kusur tespiti yapılmaz. İdare Hukukunda “Risk İlkesi” kapsamında değerlendirecek durumlar şunlardır: “İdarenin Tehlikeli Faaliyetleri ve Araç-Gereçleri”, “Mesleki Risk” ve “Sosyal Risk İlkesi”. Fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi ise idarenin hiçbir kusuru, tehlikeli bir uygulaması olmasa dahi bir idari eylemden dolayı bazı kişilerin diğerlerine göre özel ve olağandışı bir zarara uğramış olması durumunu ifade eder.

Diğer yandan idarenin kusursuz sorumluluğunu ortadan kaldıran veya azaltan sebepler de bulunmaktadır. Bunlar “Mücbir sebep”, “Beklenmeyen hal”, “Zarar görenin ve üçüncü kişinin kusuru” şeklinde ifade edilebilir.

Deprem gibi bir doğal afetin sosyal risk kapsamına düştüğüne ilişkin tartışmalar yapılmaktadır. Ancak uzun bir süre boyunca uygulamada deprem aslında mücbir sebep olarak düşünülmüştür. Hem mücbir sebebin varlığı hem de zarar ve idare arası illiyet bağının kurulamaması sebebiyle idarenin sorumluluğunun doğmayacağı belirtilmiştir.

Bir olayın mücbir sebep olarak değerlendirilebilmesi için “öngörülemez”, “önlenemez” nitelikte olması gerekmektedir. İdare ortaya çıkan sonucu hiçbir şekilde öngöremez ve önleyemez durumda olmalıdır. Aksi durumda mücbir sebep söz konusu olmayacaktır. Her ne kadar depremin net olarak ne zaman ve nasıl cereyan edeceği bilinemez ve öngörülemez olsa da Türkiye’nin aktif fay kuşağında olduğu, birçok depreme şahitlik yaptığı ve bu depremlerin de ciddi yıkımlara neden olduğu şüphesiz ki bilinmektedir. Ayrıca günümüzdeki teknolojik gelişmeler, fay haritaları ve jeolojik araştırmalar bizlere belli açıdan net veriler sunabilmektedir. Böyle bakıldığında Türkiye’deki bir kasırga oluşmasının teşkil edeceği öngörülemezlik ile yıkıcı bir deprem için öngörülemezlik durumu tamamen farklı bir zemindedir. Nitekim Türkiye’de kasırga afeti, deprem kadar sık olmamaktadır. Bundandır ki, geçmiş dönemde depremin mücbir sebep teşkil edeceği görüşü son zamanlarda değişmeye başlamıştır.

Bir zararın meydana gelmesi durumunda öncelikle idarenin hizmet kusurunun olup olmadığı araştırılır. İdare kendi eylem ve işlemleri ile bir zarara neden olmuş ise hizmet kusuru kapsamında idarenin sorumluluğuna gidilebilecektir. Ancak idarenin kendi eylem ve işlemi olmayan, bir doğa olayı niteliğinde olan depremin gerçekleşmesi açısından idarenin kusurunun varlığını kabul etmek imkansızdır. Yine de idare; yerleşim yerlerini dikkatlice seçmeli, heyelan tehlikesi olan yerlerde yerleşime müsaade etmemeli, mevzuata uygun olmayan zeminlerde yapılaşmaya izin verilmemelidir.  Bu konuda gerekli tedbir ve önlemler alınmalıdır. Bir doğal afet olan depremin önlenmesi mümkün olmasa da zararlarının en aza indirilmesi hususunda idarenin kendisinden beklenen özen ve dikkati göstermesi gerekecektir.

Belediyeler, vali ve kaymakamlar kendi görev alanlarına giren özel ve resmi tüm yapıların “Afet Bölgelerinde Yapılacak Yapılar Hakkında Yönetmelik” hükümlerine uygun olarak değerlendirme ve denetimini yapmalıdır. Sonuca göre, ilgili Yönetmeliğin öngördüğü şartları karşılamayan yapıların mevzuata uygun hale getirilmesi için üç aylık süre verilmeli ve yapı tekrar kontrol edilmelidir. Hala uygunluğu bulunmayan yapı ve yapı bölümleri yıktırılmalıdır.[4]

Afeti önlemeye yönelik yerleşme ve yapılaşmanın sağlanması için yürütülen çalışmalar ve planlamalar nedeniyle kişiler sahip oldukları yapı ruhsatlarının geçersiz sayılamayacağını ve bir kazanılmış hak oluşturduğunu ileri süremeyeceklerdir. Çünkü, yapı ruhsatları sonradan kamu yararına yapılan yeni düzenlemeler karşısında geçerliliklerini yitirebilmektedir.[5] İdarenin bu anlatılan denetim ve değerlendirmeler hususunda zafiyet göstermesi halinde hizmet kusurunun varlığını kabul etmek gerekir. Bu kapsamda depremden ötürü zarar gören kişi, binanın mevzuata aykırı şekilde yapıldığını ispat ettiğinde direkt olarak idarenin kusurunu da tespit etmiş olacaktır.

Konu ile alakalı önemli bir Danıştay kararı aşağıdadır:

“…Deprem kuşağında yer alan bölgede, deprem gerçeğinin bir veri alınması suretiyle yerleşmelerle ilgili alanların belirlenmesi, bu alanlardaki yapılaşmaya ilişkin kararların alınması, uygulanması ve denetlenmesiyle ilgili idari faaliyetlerin bütünündeki olumsuzluklardan oluşan idarenin olumsuz eyleminin bulunması durumunda, depremin mücbir sebep olarak değerlendirilerek zararla illiyet bağını kestiğini kabule olanak bulunmamaktadır. Bu durumda, Mahkemece uğranıldığı ileri sürülen zararın oluşumunda idarenin hizmet kusuru bulunup bulunmadığının değerlendirilmesi sonucu bir karar verilmesi gerekirken depremin mücbir sebep kabul edilerek zararla idari faaliyet arasındaki nedensellik bağının ortadan kalktığı gerekçesiyle davanın reddi yolundaki kararda isabet görülmemiştir…”[6]

Sonuç olarak; Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu ve aktif fay kuşağında yer aldığı çok net iken böyle bir durumda tüm depremleri mücbir sebep kapsamı altında değerlendirmek ve illiyet bağının idare lehine kesin şekilde kalktığını ifade etmek hakkaniyetle bağdaşmayacaktır. Bunun kabulü sürekli olarak idare lehine bir yorum mekanizmasını tesis edecektir. Yukarıda anlatıldığı gibi idarenin özellikle I. Derece deprem alanları için yerleşim planlarında gerekli özeni gösterip göstermediği, bölgedeki yapıların deprem yönetmeliklerine uygun olarak yapılıp yapılmadığı, yine bu konuda gerekli denetimlerin yapılıp yapılmadığı incelenerek bu hususlarda idarenin bir eksikliği söz konusu var ise hizmet kusurunun gerçekleşeceğini kabul etmek gerekir.

Av. Burak TİRYAKİ

--------------

[1] Düren, Akın, İdare Hukuku Dersleri, Sevinç Matbaası, Ankara 1979, s. 287; Gözübüyük, A. Şeref/Tan, Turgut, İdare Hukuku, Cilt I, Gözden Geçirilmiş 3. Bası, Turhan Kitabevi, Ankara 2004, s. 777.

[2] Anayasa, Madde 125

[3] Depremden Dolayı İdarenin Sorumluluğu- Adil Bucaktepe

[4] “Afet Tehlikesi ve Olgusu Karşısında İdarenin Konumu ve Görevleri”- Doç. Dr. Agah ADAK

[5] Yıldızhan Yayla, Yeni İdari Düzenlemeler Karşısında Evvelce Alınmış Ruhsatların Durumu, İstanbul 1998.

[6] 29.06.2007 tarih, E. 2005/1353 sayılı, K. 2007/6248 sayılı Danıştay kararı