İşlevleri zengin olan paranın çeşitli şekillerde değerlendirilmesi mümkündür. Bu sebeple, para borçlarında borçlunun temerrüdü sebebiyle alacaklının zarara uğraması oldukça muhtemeldİR.Bunu bertaraf etmek üzere kanun koyucunun ilk başvurduğu yol temerrüt faizidir. Ne var ki, götürü tazminat mahiyetindeki temerrüt faizi, alacaklının zararını tamamen karşılamaya yetmeyebilir. İşte, bu ihtimal göz önünde bulundurularak zararın temerrüt faizi ile karşılanamayan kısmının tazminini isteme yolu da bazı şartların varlığı aranmak suretiyle kanunda öngörülmüştür. Şu halde, alacaklı şartları bulunmak kaydıyla munzam zararının tazminini de isteyebilir. İşte, alacaklının temerrüt faizini aşan zararına munzam zarar denir.

Para borçlarında borçlunun temerrüdünün bir sonucu niteliğindeki munzam (aşkın) zarar TBK. m. 122 hükmünde düzenlenmektedir. Söz konusu hükmün ilk fıkrasına göre, “alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür”. Alacaklı temerrüt faizini isteme hakkı bakımından avantajlı bir konuma sahiptir. Oysa, aynı durum munzam zararın tazminini isteme hakkı bakımından geçerli değildir. Alacaklı ancak aşağıda açıklanan şartların bir arada bulunması halinde borçludan munzam zararın tazminini isteyebilir.

1. Borçlunun Para Borcunun İfasında Temerrüdü

2. Temerrüt faizini aşan bir Munzam Zarar

3. Uygun İlliyet Bağı

4. Kusur

Munzam zarar, daha ziyade yüksek enflasyon ve devalüasyondan kaynaklanır. Yüksek enflasyonun sebep olduğu para değerindeki düşmenin temerrüt faizinden fazla olması halinde, enflasyonun aşkın zarar olup olmadığı konusu doktrinde tartışmalıdır. Bu tartışmalar anayasa mahkemesinin verdiği bir  karar ile farklı boyutlara ulaşmıştır.

Anayasa Mahkemesi’nin 21/12/2017 tarihli ve 2014/2267 başvuru numaralı kararı;  başvurucu ANO İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti. ile Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) arasında 09.05.1977 tarihinde baraj yapım inşaatı sözleşmesi düzenlenmiş ve bu sözleşme gereğince başvurucu şirket tarafından inşaatın yapımına başlanmıştır. Ancak, 09.06.1988 tarihinde başvurucu ve DSİ tarafından bu işin tasfiyesi kararlaştırılmıştır. Tasfiye sonucunda DSİ, başvurucunun bu sürede yaptığı işler için kesin bir hesap çıkarmış; ancak başvurucu bu kesin hesaba itiraz ederek 10.10.1990 tarihinde alacak davası açmıştır. Yapılan yargılama sonucunda 19.04.2002 tarihinde başvurucunun 62.969,69 TL alacağı olduğuna hükmedilmiş ve bu hüküm Yargıtay tarafından düzeltilip onanarak 06.06.2002 tarihinde kesinleşmiştir. Söz konusu alacak 23.09.2002 tarihinde başvurucu tarafa ödenmiştir. Başvuru konusu olayda ise başvurucu, söz konusu mahkeme kararıyla hükmedilen alacağının mülk teşkil ettiğini ve bu alacağın ise davanın açıldığı 1990 yılından ödemenin yapıldığı 2002 yılına kadar devam eden dönemdeki yüksek enflasyon sebebiyle değer kaybına uğradığını belirterek mülkiyet hakkının ihlâl edildiğini ileri sürmüştür. Anayasa Mahkemesi somut olaya ilişkin kararını, " Sonuç olarak başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklendiği kanaatine varılmıştır."  Bu tespite rağmen ilk derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle somut olay bakımından kamunun yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu değerlendirilmiştir. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlâl edildiğine karar verilmesi gerekir...” şeklinde gerekçelendirmiştir.

Buna karşılık, iki üyenin karşı oy gerekçesi, “incelenen başvuruda, başvurucu şirketin inşaat sözleşmesi ile üstlendiği yükümlülüklerden ve bunları yerine getirememesi karşılığında ortaya çıkacak sorumluluklardan kurtulmak için tazminat talep etmemeyi kabul ettiği ve yaptığı işler karşılığında tahakkuk eden alacaklarının geç ödenmesine ilişkin temerrüt faizinin dışında bir alacağının da bulunmadığı anlaşıldığından, başvurucunun mülkiyet hakkı ile kamu yararı arasında kurulması gereken adil dengenin korunduğu, başvurucuya aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklenmediği düşüncesiyle çoğunluğun ihlâl kararına da katılmıyoruz” şeklinde ifade edilmektedir. Kısacası, her iki üye tarafından paranın değer kaybı yüzünden munzam zararın tazmininin istenebilmesi için somut olarak zararın ispatını arayan anlayış aşırı bir külfet olarak nitelendirilmemiştir.

Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda açıklanan ilk kararına rağmen Yargıtay’ın daha sonraki güncel bazı içtihatlarında hâlen zararın somut olarak ispatını aradığı görülmektedir. Yargıtay’ın bu yöndeki kararlarında faiz oranını aşan enflasyonun varlığı tek başına zarar olarak kabul edilmemekte ve daha somut unsurlar aranmaktadır. Gerçekten de, - karşı oy yazısında Anayasa Mahkemesi’nin yukarıdaki kararına atıfta bulunulmuş olmasına rağmen- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun güncel bir içtihadına göre, yüksek enflasyon, dolar kurundaki artış veya serbest piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu davacıyı ispat yükünden kurtarmaz. Davacının munzam zarar iddiasını kendi durumuna özgü ve somut vakıalarla ispatlaması gerekir. Yargıtay’ın farklı daireleri gibi, Bölge Adliye Mahkemelerinin de aynı yönde içtihatları mevcuttur.

Yargıtay’ın giderek daha da artan biçimde munzam zarara ilişkin zarar şartının ispatı bakımından somut ispat yerine soyut ispatı yeterli saydığı söylenebilir. Söz konusu kararlar gereğince, gecikme halinde temerrüt faizi ile karşılanamayan zarar karine olarak var kabul edilmeli ve söz konusu fiilî karinenin aksini ispat külfeti borçluya ait olmalıdır. Borçlu bu külfeti yerine getiremediği takdirde ise munzam zararı tazmin etmek zorundadır. (BKNZ: Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 20.9.2018 tarihli ve E. 2016/12086 K. 2018/5488 sayılı kararı)

Yargıtayın enflasyonun munzam zarara fiilî karine oluşturmasına yönelik olarak yararlandığı yasal dayanaklardan biri de HMK. m. 187/II hükmüdür. Buna göre, herkesçe bilinen (maruf ve meşhur olan) vakıalar çekişmeli sayılmaz. Buradan hareketle, enflasyonist ekonominin olumsuz etki ve sonuçlarının da

bilinen vakıalar olduğu ve bunların ispatlanmasının gerekmediği ileri sürülmektedir. Sonuçta, alacaklının zararını ispatladığı karine olarak kabul edilmektedir.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Elbette ülkemizin yaşamış olduğu bu hayat pahalılığı ve çift basamaklı enflasyonist ortam vatandaşların alacaklarının geçen zaman diliminde erimesine neden olmaktadır. Fakat salt yüksek enflasyonun munzam zararı oluşturacağına yönelik genel bir kanının oluşması ise hukukumuzda uygulanan temerrüt faizi sistemlerine ve faiz sistemlerinin kanuniliğine halel getirebilir. Sonuç olarak, hâlihazırdaki enflasyon verileri göz  önünde bulundurulunca, borcu ödemeyi değil ödememeyi daha avantajlı kılan , geldiğimiz noktada borçlunun lehine gelişen  %9’luk yasal faiz oranının adaleti sağlamasının mümkün olmayacağı kabul edilmeli ve alacaklıların munzam zarar talepleri anlayışla karşılanabilmelidir. Bu iki netice arasındaki denge kurulması ise somut olayların kendi içerisinde değerlendirilerek bir sonuca varılması ve kanun koyucunun faiz oranlarında yapacağı değişiklikle sağlanıp Munzam zarar kavramının somutlaştırılması bakımından önemli bir gelişme olacaktır.

detail-photo-fancybox-1

Av. Aydın ÇETİN

KAYNAKÇA

-Türk Hukukunda Faiz ve Munzam ZARAR (DR.Çetin ARSLAN - Av. Mustafa KIRMIZI)

-GÜNCEL İÇTİHATLAR IŞIĞINDA MUNZAM ZARAR(Doç. Dr. Mehmet AKÇAAL)